The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by kitablarinmuhteviyati1, 2022-04-15 14:15:19

M.Said Arvas

M.Said Arvas

Keywords: mehmet said arvas,makale

2007
Türkiye Gazetesi

Makaleleri

Mehmet Sait Arvas hocanın 2007 ile 2022 tarihleri arasındaki Türkiye Gazetesi makalelerini içermektedir.

Mehmet Said Arvas

Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı

06.09.2007

Üzerimizdeki haklar çoktur... En büyük hâk Yüce Rabbimizin. Bizden hiçbir talep olmadığı halde bizleri
yarattı ve yaşatıyor. Dünyaya geldiğimizde kördük, görme nimetini bize o verdi. Sağırdık, duymaya olan
ihtiyacımızı o giderdi. Güçsüzdük, bize gücü ve kuvveti o ihsan etti. Açtık, bizi o doyurdu, hem de gıdamızı
biz daha dünyaya gelmeden önce annemizin göğsünde (dünyanın hiçbir mamasında bulunamayacak kadar
vitaminli bir gıdayı) hazırlatarak... Yalnız yaratmakla kalmadı, bizleri yaşatıyor da. Bize bir ekmek
yedirebilmek için yerde ve gökte ne varsa; Güneş, Ay, bulutlar, rüzgâr, toprak ve diğer nimetlerin hepsini
seferber ediyor. Havayı teneffüs etmekle de her dakika hayatımızı kurtarıyor. Hava yeryüzünden çekilse, çok
değil on dakika havasız kalsak, hiçbir canlı kalmaz. Ne kadar şükretsek yine hakkını ödeyemeyiz... İbret
alalım diye... Bizi ve sahip olduklarımızı yaratan Rabbimizin bizde hakkı olmaz olur mu? O'nun hakkı,
emirlerini yapıp haramlarından sakınmaktır. Peygamber aleyhisselamın hakkı var, annemizin, babamızın,
hocalarımızın hakkı var, komşu hakkı var, evlatlarımızın hakkı var, hatta hayvanların bile hakkı vardır.
Sevgili Peygamberimiz; eski kavimlerde meydana gelmiş bazı hadiseleri ibret alalım diye bize anlatıyorlardı.
Mesela, bunlardan bir tanesi şudur: Bir adam çölde seyahat ederken susar. Yoldaki kuyulardan birine iner,
suyunu içer ve çıkar, bakar ki, bir köpek çok susamış, susuzluktan yerdeki çakıl taşlarını yalıyor. Acımış
hayvanın haline. Yanında kabı da yokmuş, mecbur kalmış ayakkabısını su ile doldurmuş ve köpeği
doyurmuş. Bu hareketi Cenab-ı Hakkın o kadar çok hoşuna gitmiş ki, o kulunu bu yaptıklarından dolayı
affetmiş. Yine hadis-i şerifte bildirilir: Eski zamanlada bir kadın, bir kediye kızar ve onu bir odaya kapatır, ona
ne bir yiyecek verir, ne de dışarı salar; ta ki hayvancağız dışarıda rızkını arasın! Neticede biçâre kedi
açlıktan ölür. Bu yaptıkları Rabbimizin gadabını celbeder ve o kadını, o kediye yaptıklarından dolayı
cehenneme atar. Acımayana acınmaz... Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır: 1- Karşılaştığı
zaman selâm vermeli. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Fakat selâm verenin sevabı, alanınkinden
daha çok. Yani sünnet işleyen, farz işleyenden daha kârlı. Sebebine gelince; bir işe sebep olmak o işi
yapmış olmak demektir. Selâmı veren, selâm alma farzını işlettiği için, farz sevabını alıyor, artı bir de sünnet
işlemiş olmaktadır. 2- Davet edildiği zaman bir özrü yoksa, gitmeli. Davet edilen yerde günâh işlenmiyorsa
gitmek sevaptır. Hele bu dâvet düğün yemeğine ise ki, ona "velime" denir, daha önemlidir. Hatta vaciptir
diyen âlimler vardır. 3- Nasihat isterse ona nasihat etmeli. Hepimiz, her zamankinden daha çok nasihate
muhtacız, ama kimsenin de kimseden nasihat istediği yok. Nasihat olunsak bile kızarız. Nasihate karnım tok
deriz. 4- Aksırdığı zaman "Elhamdulillah" derse, ona "Yerhamukellâh" demeliyiz. Aksırmak Rahmandan,
esnemek ise şeytandandır. Peygamberler hiç esnemezlerdi. Hastadan dua istemeli 5- Hasta olduğu zaman
ziyaretine gitmeli. Hasta ziyareti temiz elbise ile, güler yüzle yapılmalı. Hastanın hoşlanacağı sözler
söylenmeli ve çok uzun oturmamalıyız. Ziyaret edilen hasta çok sevinir, onun kalbi kırıktır. Kırık kalple
yapılan dualar kabul olunur. Ondan dua istemeli, onların duası meleklerin duası gibidir. 6- Vefat ederse
cenazesine gitmek, namazını kılmak vazifemizdir. İbret almalıyız onun bu halinden. Ömür boyu çevresinde
ölenleri gören ve onların cenazesini taşıyan insan zanneder ki; hep böyle devam edecek. Düşünmek gerekir
ki; cenazesini taşıdığınız adam da çok cenaze taşımıştı, fakat bugün kendisi cenaze oldu. Bir gün de
gelecek biz cenaze olacağız, unutmayalım...

Mehmet Said Arvas

Rahmet ayına kavuştuk...

13.09.2007

Bizi, bir defa daha bu mübarek aya kavuşturan Rabbimize ne kadar şükretsek yine de azdır. "On bir ayın
sultanı", sünnetlere farz, farzlara ise en az yetmiş kat sevabın verildiği mübarek ay... Hadis-i şerifte
buyuruldu ki: (Ümmetim ramazan ayındaki faziletleri bilselerdi, bütün ayların ramazan olmasını temenni
ederlerdi.) Bu mübarek ay gelince Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm) şöyle buyuruyordu: (Ramazan
geldi. Bu ayda Cennet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. Yazıklar olsun o adama
ki; bu aya kavuşur, fakat Rabbimizin rahmetinin sağanak sağanak yağdığı bu ayda mağfirete kavuşamaz. Bu
ayda kavuşamadıysa ne zaman kavuşacak?) > Diğer ümmetlere de... Oruç ibadeti, yalnız bu ümmete değil,
diğer ümmetlere de farz kılınmıştı. Fakat onların orucu başka günlerde ve başka aylarda idi. Bize ise bu
mübarek ayda farz kılındı. Kur'ân-ı kerîmin nazil olduğu, içinde bin aydan daha kıymetli Kadir Gecesinin
bulunduğu bu ayın tercih edilmesi, nimet üstüne nimet oldu bizim için... Bize bir ay oruç tutmamızı farz kıldı.
Bu ayın tesbitini bize bırakmadı, yoksa her millet kendine bir ay seçecekti. Hatta o ayın hangisi olacağı da
görüş ayrılıklarına sebep olacaktı. Dünyadaki bütün Müslümanların, aynı günde oruca başlamalarını ve aynı
günde bayram yapmalarını, birlik ve beraberliğin temini için ayını da bizzat Rabbimiz seçti. Kamerî aylardan
olması da büyük nimet. Kullanmakta olduğumuz Şemsî denilen aylardan olsaydı; her sene aynı mevsimde
oruç tutmak zorunda kalacaktık. Bazı yerlerde günler çok uzun, onlar hep o uzun günlerde tutacaklardı
oruçlarını ve hep zorlanacaklardı. Diğer bazı yerlerde ise kısa günlerde oruç tutulacaktı, onlar da fazla
acıkmayacakları, susamayacakları için, nefisleri ile mücâdele ve Rabbimizin rızasını kazanmak için çekilen
sıkıntıların zevkine varamayacaklardı. Yine Şemsî takvimle olsaydı, diğer mevsimler bu mübarek ayı misâfir
etme şerefine eremeyeceklerdi... Ramazân-ı şerîf, her sene on veya onbir gün öne gelir. Otuzüç sene oruç
tutan bir adam, senenin bütün mevsimlerinde, bütün aylarında ve günlerinde oruç tutmuş olur. Bu değerli
fırsatları kaçırmayalım, bir daha ele geçmeyebilir. Bir daha ramazan ayı belki gelir ama, biz görmeyebiliriz.
Bırakın bir sene sonrayı, yarına çıkacağımız belli değildir. Bu mübarek ay, manevi ticaret mevsimidir.
Mevsiminde yapılan ticaretin kârı bir başkadır; daha çok kazandırır. Hasat zamanında mahsul almazsanız,
daha sonra alacağınızdan iyi bir netice elde edemezsiniz. Bu ayda bizlere çok müjdeler var. Hadîs-i şerîfte
buyuruluyor ki: (Ramazan ayını, oruç tutarak, ibadetlerle, haramlardan sakınarak, mükafatını Rabbinden
bekleyerek geçiren mü'minin bütün günahları affedilir. Annesinden yeni doğmuş gibi günahsız olur.) Bir diğer
rivayette: (Kalkan, nasıl insanı kılıç darbelerine karşı koruyorsa, oruç da insanı cehennem ateşinden korur.)
> Oruçta gösteriş yoktur Orucun diğer ibadetlerden farkı, onda gösteriş yoktur. O, kul ile Rabbi arasındadır,
başkalarının haberi bile olmaz. Meselâ; namaz kıldığımız zaman, bizim namazımızı beğensinler, takdir
etsinler diye içimizden geçirebiliriz. Zekât verirken de aynı şeyleri düşünebiliriz. Hac, zaten topluca yapılan
bir ibadettir, gizlenemez. Oruç, gizli bir ibadettir, kimse fark edemez, ondan ancak Yaratıcımızın haberi olur.
Bir adam, bir yerde namaz kılıyormuş, tâdîl-i erkân ile. Bunu gören birisi demiş ki: -Ne kadar da mükemmel,
üstelik namazın âdâbına da uygun, çok güzel namaz kılıyorsun, tebrik ederim seni. O da cevap vermiş: -
Ben üstelik oruçluyum da!.. Namazı belli ama, orucu belli değil. Belli olmadığı için "orucum" deme ihtiyacını
hissetmiş. Bunun içindir ki, Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Âdemoğlunun bütün amelleri kendisi içindir, oruç
hariç. O, benim içindir. Yemesini içmesini, nefsâni arzularını benim için terk ediyor, onun karşılığını da ben
vereceğim." Gösterişten, riyâdan uzak, Allah için yapılan ibadetler çok kıymetlidir. Nefse en zor gelen şey,
ihlasla yapılan ibadetlerdir. Çünkü onda nefsin hiç payı yoktur. Hanım evliyâlardan Rabia-i Adviyye hazretleri
bir münâcatında diyor ki: "Ey Rabbim! Senin rızanı kazanabilseydim, bana kâfi idi. Başkaları razı olmuş,
olmamış, beğenmiş, beğenmemiş hiç kıymet ifade etmez. Çünkü toprağın üzerinde ne varsa toprak olmaya
mahkumdur..." Doğrusu da bu değil mi?..

Mehmet Said Arvas

Oruçla kavuştuğumuz nimetler...

20.09.2007

Rabbimiz, bize neyi emretmişse, neyi yapmamızı buyurduysa mutlaka onda bizim maddi ve manevi
faydalarımız vardır. Hangilerini haram kılmışsa, şüphesiz onlarda da pek çok zararlarımız vardır. Bugün
anlamasak bile yarın, gün geçtikçe daha iyi anlayacağız. Biz bilemeyiz, o bilir... Bizleri yaratan ve yaşatan,
annemizden daha çok bize şefkati olan Rabbimizi dinlersek, emirlerini yapar, yasaklarından kaçınırsak;
dünyada da, kabirde de, ahirette de huzur ve saadet içinde oluruz. Aksi takdirde her üç hayatımız da sıkıntı
ve üzüntülerle geçer. Oruçta, sayılamayacak kadar çok faydalar vardır. Fakat biz orucu bu faydalar için
değil, dinimizin emri olduğu için tutuyoruz. İlk önce, sıhhatimiz için oruç tutmalıyız. "Oruç tut, sıhhat
bul!" (Oruç tutunuz sıhhat bulursunuz) hadis-i şeriftir. Oruç tutan sıhhat bulur. Bütün gün çalışan ve yorulan
organlarımızı gece uyurken dinlendiriyoruz. Dinlenemeyen, istirahat edemeyen bazı organlar var; midemiz,
bağırsaklarımız ve sindirim sistemimiz... Bunlar sürekli çalışırlar, dinlenmek nedir bilmezler. Tıka basa yiyip
yatsak da, uyandığımızda acıktığımızı görürüz. Biz uyumuş kendimizden geçmişiz ama sindirim sistemimiz
uyumamış, hep çalışmışlardır. Bu sürekli çalışma onları yıpratır ve yorar. Uyurken gözümüz, kulağımız,
elimiz, ayağımız ve beynimiz hep dinlenirler. Dinlenemeyenleri de hiç olmazsa senede bir ay yalnız
gündüzleri olsa bile, oruç tutarak dinlendirme imkânını sağlamış oluruz. Oruçlu iken kalbimiz de dinlenir,
mide boş olunca rahat çalışır. Tecrübesi kolay; oruçlu iken nabzımızı sayalım, bir de iftardan sonra sayalım.
En az dakikada on defa daha fazla kalbimizin çarptığını göreceğiz. Midedekileri hazmetmek için kalbimiz
daha süratli çalışmak zorunda kalacaktır. Sıhhat yönünden bir diğer faydası da, karaciğerimizdeki gıda
stoklarının erimesidir. Doktorların dediğine göre karaciğerimiz bir nevi zahire ambarıdır. Vücudumuzun
muhtaç olduğu gıdaları ihtiyaç oldukça otomatik olarak, gerektiği kadar veriyor. Oruç tutmayanlar bu
ihtiyaçlarını aldıkları gıdalarla sağladıklarından ciğerdeki stok gıdalara dokunulmuyor. Onlar da kala kala
bayatlıyorlar, ihtiyaç duyulduğunda da pek iyi netice elde edilemiyor. İlim ilerledikçe, oruç tutmanın
sıhhatimiz için ne kadar iyi olduğu daha iyi anlaşılacak ve doktorlar reçetelerine ilaçlarla beraber 'oruç' da
yazacaklar... Oruç bize sabretmeyi öğretir Sabretmeyi emir ve teşvik eden 70'ten fazla ayet-i kerime var,
en büyüğü; rabbimiz sabredenlerle beraberdir, müjdesidir. Sabretmek, insanlara mahsustur. Melekler
sabretmezler, çünkü onlar yemez, içmez ve hasta olmazlar. Hayvanlarda da sabır söz konusu değildir.
Çünkü onlarda akıl yok, sorumlu da değiller. İnsanoğlu bu iki varlık arasındadır. Aklı var, melekler gibi, nefsi
var hayvanlar gibi. Aklını üstün tutarsa melekleşmeye doğru yükselir, hatta onları da geçer. Çünkü melekler
ister istemez iyidirler, ama insanlar nefsi ile mücadele sonunda yükselebilmiştir. Nefsi galip gelirse bu defa
hayvanlaşmaya doğru alçalır, onlardan da daha aşağı iner. Çünkü hayvanlar sorumlu değillerdir. Rabbine
itaat etmeyen, haramlardan sakınmayanlar kıyamet günü, cehenneme sevk edildikleri zaman diyecekler ki:
Keşke biz dünyaya insan olarak gelmeseydik; yılan olarak, akrep olarak gelseydik de bu şiddetli azaba
uğramasaydık. Yanmak çok zor şeydir, yanmayan bilmez... Sabır üç türlüdür: Bir, ibadetleri yaparken
karşılaşılan zorluklara sabır. Namaz kılarken, oruç tutarken bazı sıkıntılarla karşılaşabiliriz. Bunlara
sabredeceğiz. İki, günah işlememek için sabretmek. Günah işlememek için sabretmek ateşte yanmaya
sabretmekten daha kolaydır. Üç, hastalıklara, musibetlere, belalara karşı sabırdır. Hastalık, bela istenmez,
gelirse kurtulmaya çalışmak lazım, tadavi olmak lazım, fakat bütün bunlar netice vermezse, sabretmekten
başka çaremiz kalmaz. Bu üç sabrın da mükafatı ölçüsüzdür. Oruç tutmakla imtihan kazanmış oluruz.
Malum, dünyaya biz bunun için geldik, hepimiz imtihan salonundayız. Rabbini tanıyan, emirlerine değer
veren, haramlardan sakınanlarla, kendisini yaratan ve yaşatan zatı tanımayan, emir ve yasaklarına kulak
asmayanların birbirlerinden ayrılmaları gerek. Her kişi yaptıklarının karşılığını görecektir, iyiler ebedi
saadete, kötüler de layık oldukları azaba kavuşacaklardır. Her şey apaçık bildirilmiştir. Hadis-i şerifte
buyurulur: (Sizi cennete yaklaştıracak, cehennemden uzaklaştıracak ne varsa hepsini bildirdim. Sizi
cehenneme yaklaştıracak, cennetten uzaklaştıracak şeylerden de uzak durmanızı hatırlattım ve sizleri ikaz
ettim. Tercihi siz kendiniz yapınız.)

Mehmet Said Arvas

Oruç şükretmeyi öğretir

27.09.2007

Bilsek veya bilmesek Rabbimizin üzerimizdeki nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. İçinde bulunduğumuz
bunca nimetleri biz istemedik, böyle bir talebimiz de olmadı. Bizim bunlara muhtaç olduğumuz, bunlarsız
yapamayacağımız bilindiği için ihsan edildi. Biz daha cenin iken, annemizin karnında iken, bize el, ayak ve
diğer organlar verildi. O zaman aklımız olsaydı, el ve ayaklarımızı lüzumsuz görecektik, bunlar bana niçin
takıldı, ben bunları ne yapacağım, rahat hareket etmeme de mani oluyorlar diyecektik. Fakat, biz dünyaya
geleceğimiz ve bunlar bize çok yarar sağlayacakları için yaratılmışlardı. Kavuştuğumuz bunca nimetlere
şükrediyor muyuz? İtiraf edelim ki hayır. Rabbimiz de; şükreden kullarım azdır buyuruyor. Şükretmiyorsak
veya az şükrediyorsak bunun birçok sebebi var: Birincisi bedâva bulduğumuz ve hiç eksik olmayan
nimetlerini nimet olarak görmemeye başlıyoruz. Hava, büyük nimet. O olmazsa, hayatta kalmamız mümkün
olmaz. Yeryüzünden hava çekilse çok değil, on dakika sonra hepimiz ölürüz. Havayı yaratan, her dakika
hayatımızı kurtarıyor. Ne kadar şükretsek yine de azdır. Oksijenin ne kadar büyük nimet olduğunu, havasız
kaldığımızda anlarız. Birisi boğazımızı sıkarsa veya sauna gibi havasız yerde uzun kalırsak o zaman
havanın kıymetini anlarız. Sıhhatin güzelliğini, sabahlara kadar sancılar içinde kıvrananlar bilir. Gözün
değerini âmâ olanlar anlar. Kulağın kıymetini de sağır olanlar takdir eder. Bir fakir hocasına dert yanar; çok
fakir olduğunu, hiçbir şeyinin olmadığını söyler. O da, ona sorar; sana deseler ki, gözlerinin karşılığı sana on
bin dirhem verseler razı mısın? Hayır diye cevap verir. Sağır olursan on bin, ona da hayır der. Dilsiz olsan,
konuşamasan on bin dirhem ona da hayır, ellerin ve ayakların felç olursa on bin. Ona da razı olmaz. Aklını
kaçırsan bir on bin daha verseler ister misin sorusuna da şöyle cevap verir. Aklımı kaybettikten sonra parayı
ne yapacağım. Bunun üzerine hocası der ki; Allah'tan korkmuyor musun? Üzerindeki nimetlerin birkaç tanesi
bile, elli bin dirhem kıymetinden fazladır, nasıl fakirlikten şikayet edebilirsin? Hürriyetin değerini hapistekiler
anlar. Hayatın kıymetini mevtâlar bilir. Hiçbir mevta yoktur ki, hayata bir gün dahi olsa dönmeyi istemesin.
Salih âmel işleyenler, daha çok sevap kazansınlar, dereceleri daha çok yükselsin diye. Azap içinde olanlar
ise, tövbe etmek için dönmeyi çok arzu ederler ama bu imkân hiç kimseye verilmemiştir ve verilmez de.
Mahşerdekiler diyecekler; "Ya Rabbi biz her şeyi gördük ve anladık, bize bir fırsat daha tanısan, tekrar
dünyaya döndürsen, bu defa çok iyi olacağız, neyi emretmişsen onları yapacağız, neyi haram kılmışsan
onlardan da uzak duracağız." Bu isteklerine melekler cevap verecek: Ahmak adam! Sen dünyadan gelmiyor
musun? O zaman yapsaydın ya. Su olmazsa yaşayamayız. Hayatımız onunla devam ediyor. Suyun ne
kadar büyük nimet olduğunu susadığımız zaman anlarız. Susamak da, oruçla, hele uzun ve sıcak günlerde
tutulan oruçla meydana gelir. Abbasi halifelerinden Harun-ı Reşid bir gün su ister. Ona bir tas su getirirler,
huzurunda bulunanlardan Muhammed bin Vasi' Hazretleri sorar; efendim siz bu suyu bulamasaydınız,
susuzluğunuz gittikçe artacaktı, o zaman bir tas suyu kaça alırdınız? O da saltanatımın yarısını verirdim der.
İkinci soru suyu içtiniz, mesanenizde tıkanma olsa, bu suyu dışarı atamasanız, sancılarla kıvransanız, bir
doktor da dese ki; bende bir ilâç var, onunla rahatlarsınız. Onu kaça alırsınız? Ona da saltanatımın öbür
yarısını veririm dediğinde büyük âlim taşı gediğine koyar ve der ki; Kusura bakma padişahım senin bu
uçsuz, bucaksız saltanatının kıymeti bir bardak suyu içip onu dışarı atma kıymetinde bile değildir. Oruç
insanı melekleştirir Oruç tutmakla melekler gibi oluyoruz. Malum onlar da yemezler, içmezler. Rabbimizin
şükrünü hakkı ile yapmamız mümkün değildir. Nimetlerin O'ndan olduğunu bilmemiz kâfidir. Bu haftaki
sohbetimizi Hz. Hüseyin'in çok güzel bir sözü ile bitirelim. Buyuruyor ki; Ya Rabbi, bize nimetler verdin ona
şükretmedik. Sıkıntılar hastalıklar ve musibetler verdin, ona da sabretmedik. Şükretmedik diye nimetlerini
kesmedin, sabretmedik diye de sıkıntılarımızı devam ettirmedin. Sen kerimsin, kerimden kerem meydana

gelir.

Mehmet Said Arvas

Dua zamanı!..

04.10.2007

Her zaman dua edilir, fakat bazı vakitlerdeki dualar daha çok kıymetlidir. Onbir ayın sultanı olan bu mübarek
ayda, hele son on gününde yapılırsa müstecâb olma ihtimali daha yüksektir. Dua etmek başlı başına
ibadettir, sevap kazandırır. Rabbimizin beraberliğini kazandırır, Hadis-i kudside buyuruluyor ki: "Kulum beni
nasıl bilirse, ona öyle muâmele ederim. Bana dua ettiği zaman da onunla beraberim." Kabul olmasa bile bu
nimet bize kâfidir. Ki kabul olmaması mümkün değildir. Bir hadis-i şerifte; "Allahü teâlâ kerimdir, kendisine
açılan elleri boş çevirmek istemez" buyuruluyor. Yine bir rivâyet var ki; yapılan dualara karşılık olarak üç
şeyden biri verilir: Ya hemen kabul edilir, aynen, istenildiği gibi verilir veya tehir edilir, sonra verilir. İstediği
şey onun için o anda iyi olmayabilir. Şeker hastasının tatlı istemesi gibi. Veya dünyada hiç verilmez ama,
ahirette ona sevap olarak verilir ve ona denilir ki: Sen dünyada dua etmiştin ya, kabul olunmamıştı, işte bu
sevaplar onun karşılığıdır. Bunun üzerine Eshab-ı kirâm (aleyhimürrıdvan) dediler ki: Öylese biz de çok dua
edeceğiz. Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm) şöyle buyurdu: "O da size daha çok verecek." Cenab-ı
Hak'tan istenince memnun olur, kullarından da istenince üzülür, bundan hoşlanmazlar. Kabul olması
için... Duaların kabul görmesi için helâl lokma yemeliyiz. Vücudumuz, haramlardan beslenmişse veya
sırtımızdaki elbiseler haramdan alınmışsa, yapılan dualar kabul görmez. Büyüklerimizden Ebu İshâk
hazretleri bir seyahatten döner, kendisini iki adam çok telâşlı bir tarzda karşılar ve derler ki: -Çok büyük bir
sıkıntımız var, hayatımız tehlikededir. Bizim emirin iki tane atı vardı, onları ahırdan kaçırdık, dağda
dolaşıyorlar, yakalayamazsak ikimizi de cezalandırır. Atlara yaklaşıyoruz, kaçıyorlar. Ne yapacağımızı
bilemiyoruz. Bunun üzerine bu mübarek zat atından iner, iki rekat namaz kılar ellerini açar ve dua eder.
Daha elleri havada iken atlar kendiliğinden gelir ve teslim olurlar. Bunu gören talebesi; -Hocam, bu nasıl bir
dua idi, bunu bize de öğretseniz, biz de lüzumlu hallerde bu duayı yapsak, deyince. Ona şöyle cevap verir: -
Bu duanın böyle anında kabul olmasının sebebi otuz senedir boğazımdan harâm lokma girmediği içindir.
Kırık kalple yapılan dualar daha makbuldür. Bir adam Süfyan-ı Sevri hazretlerine gelir ve der ki: -Bizim aile
çok kalabalık, gelirimiz de azdır, sıkıntılı bir hayat yaşıyoruz. Bazen evden un istiyorlar, yağ istiyorlar, bende
de hiç para olmuyor, çok üzülüyorum, dua buyurun da Rabbimiz bize biraz daha fazla imkân versin. Ona
şöyle cevap verir: -Senden bu gıda maddeleri istendiğinde sende de para yoksa, kalbin kırılır. Rabbimiz
hadis-i kutside buyuruyor ki; "Ben kalbi kırık olanların yanındayım." O zaman senin duan, bizim duamızdan
daha kıymetlidir öyle hallerde sen hem kendine dua et, hem de bize. Seher vakti yapılan dualar makbuldür.
Yusuf aleyhisselamın kardeşleri, babalarından, (yaptıklarından dolayı) af olunmaları için dua istediler. O da,
"size sonra dua edeceğim" dedi ve seher vaktinde (sabah namazından önce) onların mağfireti için dua etti
ve affedildiler. Dua ederken, kabul olunacağına inanmak lazım. "Benim duamdan ne çıkar, ben kötü bir
kulum, şu kadar zamandır dua ediyorum da n'oldu? Bir netice alamadım" demek yanlıştır. Mahlûkâtın en
kötüsü olan şeytan, cennetten çıkarılınca dua etti. "Ya Rabbi kıyâmete kadar canımı alma, beni yaşat" diye
ve duası kabul olundu. Kendi düşmanının bile duasını reddetmeyen Rabbimiz, hiç bizim dualarımızı geri
çevirir mi? Dua ederken, yalvararak dua etmeli, muhtaç ve aciz olduğumuzu düşünmeliyiz. Bir kul, kendini
ne kadar küçük görür, mütevazı olursa, Cenab-ı Hakk'ın indinde o kadar yükselir. Kendini ne kadar büyük
görür kibirlenirse, o kadar alçalır... Huzurlu, sıhhatli zamanlarda dua edersek, sıkıntılı ve hasta olduğumuz
vakitlerdeki dualarımızın kabulüne vesile olur. Nimete kavuştuğumuzda dua etmezsek, nimetlerin elden
çıktığından sonraki dualar kıymetli olmaz. Önce tövbe etmeliyiz... Duaya başlamadan önce tövbe etmeliyiz.
Bilerek veya bilmeyerek yüzlerce günâh işliyoruz. Tövbenin şartları yerine gelirse, kul hiç günâh işlememiş
gibi olur. Duaya Rabbimize hamd ederek ve Salevat-ı şerife ile başlamalı, bitiminde de yine Salevat-ı şerife
okumalıyız. Salevât, kabul edilmiş duadır. Rabbimiz, melekleri ile beraber sevgili Peygamberimize Salevat
getiriyorlar. Bir duanın baş tarafı kabul edilir, sonu da kabul görmüşse, ortadakilerin de onun hatırına kabul
edilmesi umulur. Ne dua edersek edelim, daima "hayırlı ise olsun" demeliyiz. Neyin hayırlı, neyin hayırsız
olduğunu biz bilemeyiz, ama Rabbimiz bilir...

Mehmet Said Arvas

Sevinç ve hüzün...

11.10.2007

Sevinçliyiz, çünkü; onbir ayın sultanı, rahmet, mağfiret ve cehennemden kurtuluşa vesile olan böyle mübarek
bir ayla şereflendik. Sünnetlere farz, farzlara en az yetmiş kat sevap kazandıran çok kârlı bir ticaret imkânını
bulduk... Oruçlarımızı tuttuk, namazlarımızı, teravihlerimizi cami ve mescitlerde, mü'min kardeşlerimizle
beraber eda ettik. Fakirlere, muhtaçlara imkânımız elverdiği ölçüde yardım ettik, sadaka dağıttık.
Zenginlerimiz, zekatlarını verdi, fıtır sadakası verildi. İftarlara davet edildik, biz kardeşlerimizi davet ettik,
böylece kaynaşmalar, görüşmeler oldu. Karşılıklı dualar edildi. Ümit ederiz ki; milyonlarca Müslümanın
mağfiret edildiği bu mukaddes ayda, biz de o bahtiyar insanlardan biri olmuşuzdur. Hele bin aydan daha
hayırlı, uzunca bir ömre bedel olan Kadir Gecesini de idrak etme nimetine kavuşanlardan biriyiz. Bunun için
Rabbimize ne kadar hamd etsek azdır... Üzgünüz, maddi ve manevi, nihayetsiz huzur ve bereket bahşeden
mübarek aydan ayrıldık... Ne kadar da çabuk geçti. Sanki bir kuş gibi uçtu gitti. Bir daha bu feyizli aya
kavuşur muyuz, kavuşamaz mıyız, belli değil... İmanlı gönüllerin hasat günü Yarın bayram. Cuma günü de
mü'minlerin bayramı yani yarın çifte bayram yapacağız. Bayram, bir ay boyunca kulluk şuuru içinde
ibadetlerini yapan, imanlı gönüllerin hasat günüdür, çok mübarek bir gündür. Bu günlerde bize düşen birçok
vazife var; büyüklerimizi, akrabayı ve dostlarımızı ziyaret etmek, bayramlarını tebrik etmek, dualarını almak
gibi... Onları hatırlar ve sevindirirsek, Rabbimiz de bizi sevindirir. Bayramlaşmalar, yalnız yaşayanlarla
olmamalı, kabir ziyaretlerini de yapmalıyız, onlara okumalıyız. Bizim gıdaya olan ihtiyacımızdan daha çok
onların duaya ve okumaya ihtiyaçları vardır. Hatim-i Esam (rahimehullah) buyuruyor ki: Kabir ziyareti yapan
onlara okumasa, kabirdekilere hakaret etmiş olur. Onların halinden ibret almasa, kendisine hakaret etmiş
olur! Bayramın sevincinden fakirleri mahrum etmemeliyiz, onlara yardım etmeliyiz. Hele, yetim çocuklar
varsa onlara daha çok ilgi göstermeliyiz. Rabbimiz dileseydi, o çocukları değil, bizim çocuklarımızı yetim
bırakabilirdi. Bir bayram günü sevgili Peygamberimiz (aleyhisselam) mescitten çıktıktan sonra, yolda
oynayan çocuklara rastlar. Çocuklar çok neşeli, sevinçle oynuyorlardı... Hepsi bayramlık yeni elbiseler
giymişlerdi, neşe içindeydiler. Yalnız içlerinden biri eski ve yırtık elbiseleri içinde üzgün bir şekilde onları
seyrediyordu. O çocuğun bu hali Peygamber efendimizin dikkatini çekti, çocuğa yaklaştı ve sordu: -Yavrum
sen niçin arkadaşlarınla gülüp oynamıyorsun? Çocuk cevap verdi: -Ben hem yetimim, hem de öksüzüm.
Babam şehit oldu, annem başkasıyla evlendi!.. Âlemlere rahmet olarak gönderilen efendimiz, şefkatle
çocuğun elinden tutup hane-i seadetlerine götürdü. Sevgi ile saçlarını okşayarak buyurdu ki: -Yavrum, ister
misin baban ben olayım, Âişe annen olsun, Hasan ve Hüseyin kardeşlerin olsun... Yetim çocuk, sevinçten
neredeyse uçacaktı ve; -Nasıl istemem, kim istemez ki, diye cevap verdi... Çocuğun karnı doyuruldu,
elbiseleri yenilendi, daha sonra oynayan çocukların saflarına katıldı. Onlardan daha çok neşe ile oynamaya
başladı. Çocuklar etrafına toplanıp sordular: -Nedir sendeki bu hal? Çocuk cevap verdi: -Biraz önce açtım,
şimdi karnım tok, elbiselerim eski idi, şimdi yeni. Önce yetim idim, Peygamber aleyhisselam babam oldu...
Bu manzaraya şahit olan çocuklar dediler ki: -Keşke biz de yetim olsaydık, biz de böyle nimetlere
kavuşsaydık... Bayram yapmak hakkımız... Bizim bildiğimiz, bayramlarda arkadaşları gibi gülemeyen,
oynayamayan fakir ve yetim çocuklar varsa onlara sahip çıkalım. Hiç olmazsa bayramlarda onlara yetim ve
fakir olduklarını unutturalım. Büyük cihat olarak tarif edilen nefis ile olan muharebeyi kazanan biri olarak
bayram yapmak hakkımızdır. Yememizi içmemizi, nefsimizin arzu ettiği diğer şeyleri, bizleri yaratan
Rabbimizin emri olduğu için bir ay boyunca terk etmemiz bize dünyada bayram yaptırdığı gibi, ahirette de
bayram yapmamıza vesile olur inşaallah. Bu vesile ile idrak ettiğimiz bayramın, cümlemize, bütün
Müslümanlara ve bütün insanlara hayırlar getirmesini ve daha nice bayramlara kavuşmamızı nasip etmesini
yüce Rabbimizden niyaz ederim...

Mehmet Said Arvas

En büyük nimet...

18.10.2007

Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Nasıl sayabiliriz ki; kavuştuğumuz, fakat
bilmediğimiz nimetler, bildiklerimizden daha çoktur... Bu nimetlerin büyüklerinden olan akıl nimeti, büyük
önem taşır. Fakat o da tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi
vardır. Belli bir ağırlığı ancak kaldırabiliriz, daha ağır şeyler var ama, gücümüz yetmez. Gözümüzle belli bir
mesafeyi görebiliriz, kulaklarımız belli bir mesafeden sesi duyabilir. Burnumuz gene öyle... Aklımızın da
ermediği şeyler vardır ve çoktur. Bunu yüce Rabbimiz bildiği için, bizlere acıdı ve en büyük nimet olarak
bizlere peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi... Aklımızla kavrayamazdık! Aklımıza kalsaydı; iyi ile kötüyü,
hayır ile şerri nasıl ayırt edebilecektik, gözlerimizle göremediklerimizi nasıl tanıyacaktık? Mesela: İmanın
şartlarından biri olan meleklere imanı, nasıl elde edebilecektik? Rabbimizi ve O'nun sıfatlarını, kıyamet
gününü, tekrar dirileceğimizi ve yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi onlar bildirmese idi, aklımızla ne
zaman kavrayabilecektik?.. Peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört binden fazla, bunlardan üçyüz on üçü
resuldür. Hepsi imanın altı şartını (yani Amentü'yü) kavimlerine bildirdiler, bunlara iman etmeye onları davet
ettiler. Bunun içindir ki; bu peygamberlerin birini inkâr, hepsini inkâr demektir. Nuh aleyhisselam asırlarca
kavmini imana davet etti. Bu uzun sürede yalnızca 80 civarında kişinin imanla şereflendiği rivayet
olunmaktadır. Dokuz yüz elli yıl onlara mühlet verilmesi, yüce Rabbimizin en büyük ihsanıdır. Kullarına azap
vermek istemiyor, ebedi saadete kavuşmalarını arzuluyor. Yoksa onlara bu kadar uzun süre tanınmazdı...
Nuh aleyhisselama peki diyenler, iman edenler, gemiye bindiler, boğulmaktan kurtuldular hem de Cennetlik
oldular. İnatlarında ve küfürlerinde ısrar edenlerin ise hem dünyaları, hem de ahiretleri mahvoldu. Kur'an-ı
kerim, Nuh aleyhisselamın kavminin halini beyan buyururken; "Nuh kavmi peygamberleri yalanladı" ifadesi
kullanılmaktadır. Halbuki o kavme Nuh aleyhisselamdan başka peygamber gönderilmemişti, yalnız onu inkâr
etmişlerdi. Fakat onu inkâr bütün peygamberleri inkâr demekti... Ad kavmi Hud aleyhisselamı, Semud kavmi
Salih aleyhisselamı, Lut kavmi Lut aleyhisselamı inkâr ettiler. Bunlar için de ayrı ayrı "peygamberleri inkâr
ettiler" ifadesi Kur'an-ı kerimde geçer. Bütün peygambererin aralarında ayrılık olmaksızın bildirdikleri
hususlar şunlardır: 1- Bizleri ve bütün kâinatı yaratan ve yaşatan Rabbimizin varlığına ve birliğine iman
etmek, O'ndan başkasına tapmamak, insanların kendi elleriyle şekillendirip meydana getirdikleri ve kendisine
dahi faydası olmayan taşlardan, ağaçlardan medet ummamak, onlardan bir şey beklememek. 2- Rabbimizin
emirlerini, neleri yapmamızı, neleri yapmamamızı bildirdiler. Nasıl hareket edersek Cennete veya
Cehenneme gireceğimizi öğrettiler. Onlar bildirmeseydi, biz kendi aklımızla bunları nasıl tespit edebilirdik? 3-
Yaratılış gayesini onlardan öğrendik. Yerde ve gökte ne varsa hepsi bizim için yaratılmış, bize hizmet
etmektedirler. Bizi de O'nu tanıyıp O'na ibadet etmemiz için yarattığını bildirdiler. 4- Yaşamakta olduğumuz
bu dünya hayatının geçici olduğunu, bir imtihan salonu olduğunu öğrendik. Gerçek hayatın ahiret hayatı
olduğunu, o hayatın dünyadaki gibi kısa olmadığını, ebedi olduğunu ve yaptıklarımızdan hesap vereceğimizi,
karşılığını göreceğimizi yine o mübarek zatlardan öğrendik. Emirleri yapmazsak!.. Bize verilen emirlerini
yapmazsak, Rabbimizi tanımazsak dünyada da ahirette de başımıza bela yağacağını açık ve seçik bir tarzda
bildirdiler. Örnekler verdiler: İsyan eden kavimlerden bazılarının nasıl suda boğulduğu, bazı yerlerin ise
altının üstüne getirildiği Kur'an-ı kerimde uzun uzun anlatılır; ibret alınsın ve isyandan vazgeçilsin diye çok
zikredilir... Peygamberlerin insanlardan seçilmesi de ayrıca bir lütuftur. Meleklerden seçilseydi onları nasıl
örnek alacaktık, onlar gibi nasıl hareket edebilecektik? Onlar yemezler, içmezler, evlenmezler, uyumazlar.
İnsanlarla mukayese edilemezler. Bizim gibi insanlardan olmaları onların hayatını öğrenip, onlar gibi
davranmamızı mümkün kılmaktadır. En güzel örnek, peygamberler içinde hayatı tespit edilen yegane
peygamber Sevgili Peygamberimizdir (aleyhisselam). O'nun sünnet-i seniyyesini öğrenip tatbik edebilene iki
cihanda da saadet kapıları açılır...

Mehmet Said Arvas

Dilin afetleri...

25.10.2007

Konuşabilme kabiliyeti, insanlara verilen en büyük nimetlerden bir tanesidir. Hayvanların dili, bizim dilimizden
çok daha büyük olmasına rağmen onlar konuşamıyorlar... Konuşmakla derdimizi daha rahat anlatabiliyoruz,
ilim öğreniyor ve öğretiyoruz. Daha sayılamayacak kadar çok faydaları var. Bunun yanında, dilimizden dolayı
büyük sıkıntılar da başımıza gelmiyor değil... Dilin cirmi (kendisi) küçük ama yaptığı şeyler büyüktür. İnsanı
cennete de götürür, cehenneme de. Nice insanlar yaptıkları konuşmalarla öldürülmüş veya yıllarca hapis
yatmıştır. Niceleri de, yaptıkları güzel konuşmalarla takdir toplamış, yüksek makamlara çıkmış, büyük
nimetlere kavuşmuştur. İmanlı olabilmek için dahi -kalb ile tasdik ettikten sonra- dil ile de ikrâr etmeden
olmaz. Nazarı bile bize haram olan bir hanım, bir sözle (nikâh akdi) helâlimiz oluyor, eşimiz oluyor, beraber
yaşıyoruz. Ağzımızdan çıkan ve küfre sebep olan bir sözden dolayı hem imanımızı, hem de nikâhımızı
tazelememiz lâzımdır. Pişmanlık fayda vermez Bunun için dilimize sahip olmalıyız. Konuşmaya başlamadan,
konuşacaklarımızı kontrol etmeliyiz. Söyleyeceğimiz söz, kendimize veya başkasına bir fayda sağlayacaksa
konuşmalıyız. Konuştuklarımız bir işe yaramayacaksa boşu boşuna konuşmuş oluruz. Akıllı adam, düşünür
sonra konuşur. Ahmak ise, konuşur sonra düşünür. Konuştuktan sonra iş işten geçmiştir, ok yaydan
çıkmıştır. Pişmanlık fayda vermez artık. Mümkün olduğu kadar az konuşmalıyız. Çok konuşmak ahmakların
alâmetidir. Ahmakların birçok alâmeti vardır: Bir, çok konuşur, iki, sür'atle cevap verir, daha karşıdaki
sorusunu bitirmeden o cevaplandırmaya başlar. Üç, çabuk güvenir karşısındakine. Sormadan
soruşturmadan bir iki güzel sözüne aldanır ve ona güvenir. Rabbimiz bize bir dil vermiş, iki de kulak, üstelik
dilimizi de iki kilitle kilitlemiş. Dişlerimizle dudaklarımız. Bu, şu demektir; konuştuklarımızdan daha çok
dinlemeliyiz... Âlimin yanında susarsak, ilmimiz artar. Cahilin yanında susarsak sabrımız artar. Çünkü cahil
saçma sapan konuşur, onu dinlerken sabretmek zorunda kalırız, bu da bizim olgunlaşmamıza sebep olur.
Çok konuşanı pek sevmezler. İmam Malik hazretlerine birinden bahsederler ve onu överler. İmam da, şöyle
cevap verir: -Doğrudur, değerli bir insandır. Ama bir aylık konuşmayı bir günde yapıyor!.. İran
hükümdarlarından Behram av meraklısıydı. Bir gün av dönüşü yorulur ve bir ağacın altında dinlenme ihtiyacı
hisseder. O anda ağacın üstündeki kuş ötmeye başlar. Behram, okunu çıkarır ve kuşu vurur, sonra
yanındakilere der ki: -Eğer bu kuş diline sahip olabilseydi ölmezdi. Bizim onun varlığından haberimiz bile
yoktu!.. Böylece etrafındakilere ders vermiş olur. Lokman Hakîm, bir gün oğluna şöyle nasihatte bulunur: -
Yavrum! İnsanlar, güzel konuşmaları ile iftihar ederken sen de, güzel sükûtunla iftihar et! Hadis-i Şerifte
buyuruluyor ki: (Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, konuşmalarına dikkat etsin. Ya doğru konuşsun
veya sussun. Çünkü ağızdan çıkan bütün sözler melekler tarafından kaydedilir ve hesabı da görülür.)
Gereksiz yere konuşmamalı ve bizi ilgilendirmeyen soruları sormamalıyız. Meselâ; kandil günlerinde
kimseye "oruç musun?" diye sormamalıyız. Orucum dese, kibirlenecek, günâha girecek. Değilim dese
mahcup olacak. Buna benzer, yolda karşılaştığımız kişiye nereden geldiğini veya nereye gittiğini de
sormamalıyız. "Falanca adam bizi davet etti" veya "falancaya gidiyoruz" dese, bizim de tanıdığımız ise "bizi
niçin davet etmedi" diye ona güceniriz... "Amelin nedir?.." Dünyada iken birbirimize çok soru soruyoruz.
Mesela; "adın nedir, kaç yaşındasın, ne iş yapıyorsun, tahsilin nedir, yabancı dilin var mı, evli misin, kaç
çocuğun var?" gibi birçok soru... Kabre girdikten sonra sorular teke iner: "Amelin nedir?" Cehenneme
girenlerin çoğu dillerinden dolayı girerler. İnsanoğlunun hiçbir organı dili kadar iyi ve dili kadar kötü ve
tehlikeli olamaz. Nasıl ki dünya hırsı ile dolu olan bir kimse, helâl, haram ayırt etmeden ne bulduysa cebine
ve midesine indirirse; aynen bunun gibi çok konuşmayı seven kimse de doğru-yanlış demeden aklına gelen
her şeyi yerli, yersiz konuşur. Bundan çok pişmanlık ve sıkıntı görür, ama nafile!.. Ne güzel atasözlerimiz
vardır. Bunlardan biri şöyle: Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz. Ebu Zer-i Gıfari hazretleri buyuruyor
ki: İnsanlar, konuştuklarından dolayı başlarına gelecekleri bilselerdi; ya hiç konuşmazlardı veya çok az
konuşurlardı...

Mehmet Said Arvas

Şaka da ölçülü olmalı...

01.11.2007

Geçen hafta dilin afetlerinden bahsetmiştik. Bugün de dilin afetlerinden biri olan aşırı şakadan bahsedelim...
Şakalaşmak güzeldir. Lâtife tatlıdır ama belli bir ölçüde olursa. Şakayı tuza benzetmişler; hiç olmazsa
yemeğin tadı olmaz, çok olursa yenmez!.. Düşmanlıkların çoğu, aşırı şakalaşmaktan meydana gelir. Buna,
zaman zaman hepimiz şahit oluruz. Bazen dinleyenleri daha çok güldürebilmek için lâtifelerdeki ölçüyü
kaçırıyoruz. Bu da senelerce sürebilen bazı kırgınlıklara, küskünlüklere sebep olabilmektedir. Çok gülmek
kalbi karartır. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Benim bildiğimi bilmiş olsaydınız, çok ağlar, az gülerdiniz.)
Abdullah bin Abbas buyuruyor ki: "Gülerek günah işleyen ağlayarak Cehenneme girer." Ne kadar şaşılır!..
Muhammed bin Vasi de şöyle buyuruyor: Cennette birini ağlayarak görsen ne kadar hayret edersin! Bu
adam niçin ağlıyor? Cehennemden kurtulmuş, cennete girmeye nail olmuş, artık onun için ebedi saadet elde
edilmiş demektir. Üstelik, nimetlerin en büyüğü olan Yüce Rabbimizi görebilme şerefine kavuşmuş,
peygamberlerle, meleklerle, salih kimselerle beraber olmuş. Hâlâ ağlıyor. Hayret!.. Cenette ağlayana ne
kadar hayret edilirse; dünyada kahkaha ile gülene de o kadar hayret etmek gerekir. Çünkü insan, akıbetinin
ne olacağını bilmiyor, hangi felaketlerin, hangi sıkıntıların, hangi hastalıkların onu beklediğinden haberi yok.
Onu saracak olan kefeni belki de dokunmuştur! Hasan-ı Basri hazretleri bir genci, kahkaha ile gülerken görür
ve ona der ki: -Sana birkaç soru soracağım. Birincisi: Bu dünyaya biz kalmak için gelmedik, misafiriz. Bir gün
buradan göçüp gideceğiz, belki de pek yakında. İmanla son nefesini veremezse bir kul ebedi cehennemde
kalacak ve sürekli yanacaktır. Dünyadaki yanmanın ne kadar zor olduğunu biliyorsun ki, üç-beş dakika sürer,
insan ölünce artık acı duymaz. Ama oradaki yanma öyle birkaç dakika, birkaç saat, birkaç günle bitmiyor.
Üstelik cehennem ateşi ile dünyadaki ateş de mukayese edilemez. Sen, imanla son nefesini vereceğini
garanti edebildin mi? Genç, "hayır" diye cevap verir. İkinci sorum: Kabirde Münker ve Nekir isimli meleklerin
soracakları suâllere doğru cevap verebileceğinden emin misin? Genç, o soruya da "hayır" diye cevap verir.
Üçüncüsü: Kıyamet günü çok sıkıntılı bir gündür. Çocukları ihtiyarlatır! O gün amel defterlerimiz dağılır,
hesabı iyi çıkmayanlar, herkesin gözü önünde cehenneme atılır ve cayır cayır yanarlar. Senin hesabının iyi
çıkacağına ve cehennemden kurtulacağına dair bir haber mi aldın? Genç, o soruyu da "hayır" diye
cevaplandırır. -Öyle ise neden böyle kahkaha ile gülüyorsun? diye o genci ikâz eder. Ve derler ki; o gencin
artık kahkaha ile güldüğünü kimse görmedi. Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselam) da bazen lâtife
yaparlardı; ama ölçülü... Mesela bir gün yaşlı bir hanım yanlarına gelir ve cennete girebilmesi için dua ister.
Onlar da; "İhtiyarlar cennete girmez" diye cevap verir. Bunun üzerine ihtiyar hanım ağlamaya başlar, sonra
kendisine, "İhtiyarlar, ihtiyar olarak cennete girmezler, gençleşir ve öylece cennete girerler" buyurmaları
ihtiyarı sevindirir... Bir başka gün birisi gelir sevgili Peygamberimizden binmek için bir deve talep eder. O da,
"Sana bir deve yavrusu getirelim ona binersin" buyurur. O kişi, "deve yavrusu beni taşıyamaz ki" der. Bunun
üzerine âlemlere rahmet olarak gönderilen zat, lâtife yaptığını işaretle buyurur ki: "Bütün develer, deve
yavrusu değil midir?" Sır, para gibi emanettir Bir Müslüman kardeşimizin bizde parası veya malı varsa onu
nasıl emanet bilip muhafaza etmek zorunda isek, kimsenin duymasını istemediği gizli meselelerini de aynen
emanet bilmeli ve kimseye anlatmamalıyız, değilse emanete hıyanet etmiş oluruz. Dibi delik bir kapta nasıl
hayır yoksa; içindekilerini sızdırdığı için kimse tarafından beğenilmezse, kendisine emanet edilen bazı sırları
içinde tutamaz ve başkalarına anlatırsa, o adamda da hayır yoktur! En iyisi emin olmadıklarımıza
duyulmasını istemediğimiz şeyleri anlatmamalıyız. Bizim göğsümüz nasıl daralıyor, deşarj olma ihtiyacı
hissediyorsa, başkalarının göğsü daha da dardır. Onlar daha çok anlatma ihtiyacı hissederler. Meşhur
atasözüdür: Bütün bilgiler, eğer yazılmamışsa, kaydedilmemişse zayi olur, unutulur. Bütün sırlar da iki kişiyi
aşmışsa şüyû bulur, etrafa yayılır. Bu da kırgınlıklara sebep olur. Güvenip gizli sırlarımızı söylediklerimiz,
bunları anlatmışlarsa bizim dostluğumuz artık devam edemez demektir.

Mehmet Said Arvas

Ömrümüzü uzatabilir miyiz?

08.11.2007

İnsanoğlu yaratılışı itibariyle yaşamayı sever, ömrünün uzun olmasını ister, "mümkün olsa da hep yaşasam"
temennisini yapar. Hayat şartları zor olsa bile insanlar yaşamaktan memnundur. Dualarımızda da bunu
hatırlarız. Birisinden bir iyilik gördüğümüzde; "ömrün uzun olsun, çok yaşa" diye dua ederek karşılık veririz.
Aslında çok yaşamak, salih amelle olursa nimettir... Beni Hay kabilesinden iki kişi gelip Müslüman olurlar.
Peygamberimiz (aleyhisselam) onlara bir ev tahsis ettirir. Beraberce aynı evde, aynı ibadetleri yaparak ömür
geçirirler. Bunlardan birisi, bir muhârebede şehid olur, diğeri yalnız kalır ve bir sene sonra o da hastalanır ve
vefât eder. Eshab-ı kiramdan birisi bunları rüyasında görür, bakar ki; bir sene sonra vefat edenin derecesi
daha yüksek. Hayret eder! Çünkü o şehid olanın derecesinin daha yüksek olacağını tahmin etmektedir.
Durumu sevgili Peygamberimize arz eder ve sorar: -Ya Resulallah! Halbuki ben şehid olanın derecesini
daha yüksek biliyordum. Bunun üzerine şu cevabı alır: -Elbette bir sene sonra vefat edenin derecesi daha
yüksektir. Çünkü o, diğerinden bir ay daha fazla oruç tuttu. (Nafileler hariç) altı bin rek'ât ondan fazla farz
namazı kıldı, şu kadar dua etti, şu kadar ibâdet etti... Ölüm olmasaydı yeryüzüne sığmazdık, Rabbimiz Âdem
babamızla Havva annemizi dünyaya gönderdi. Bunların çocuklarının olacağını melekler öğrenince dediler ki:
"Bunlar arttıkça artacak ve yeryüzüne sığmayacaklar!" Bunun üzerine Rabbimiz şöyle buyurdu: "Onlar
ölecekler, sürekli yaşamayacaklar." Melekler bu defa dediler ki: "O zaman da hayatın tadı kalmaz. Sonu
ölüm olan bir ömürden ne lezzet alınabilir! Buna da şöyle cevap geldi: "Onlara gaflet, unutkanlık veririm,
unuturlar ve yaşamaya devam ederler." Bir gün yakışıklı bir padişah aynaya bakar, vezirine der ki: -Ölüm
olmasaydı hayat ne kadar güzel olurdu! Vezirin cevabı manidardır: -Padişahım, iyi ki ölüm var, ölüm
olmasaydı ne siz padişah olurdunuz, ne de ben vezir!.. Ömür çok uzun olsa da, mademki sonu ölümle
noktalanıyor kısa sayılır. Sayılı günler çabuk geçer demişler. Bin yıl da olsa ömrümüz, bir gün gibi geçecek.
Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Ne kadar yaşarsan yaşa, bir gün öleceksin. Kimi seversen sev bir gün
ayrılacaksın. Ne yaparsan yap (ister iyi, ister kötü) karşılığını göreceksin." Ömrümüzü nasıl uzatabiliriz? Tıp
ilmi baş döndürücü bir hızla gelişiyor, her gün yeni ilaçlar, yeni tedavi metodları bulunuyor. Organ nakilleri
normal bir iş gibi yapılıyor, hatta kalp nakilleri, ciğer nakilleri de yapılabilmektedir... Bütün bu gelişmelere
rağmen ölüme çare bulunamıyor ve dünyanın en modern hastanelerinden bile cenazeler peş peşe çıkıyor. O
halde ömrümüzü nasıl uzatabiliriz? Dünyaca meşhur doktorlar bile ölüme çare bulamadıkları halde, biz nasıl
buluruz, denirse; şöyle cevap verilebilir: "Dünyada yaşamaktan maksat, ahireti kurtarmak, ebedi saâdete
kavuşmaktır. En önemli meselemiz, kıyamette amellerimizin tartılacağı terâzinin, hayır kefesini
ağırlaştırmaktır." Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "İnsan ölünce amel defteri kapanır, üç sınıf insan hariç.
Onların amel defteri kapanmaz. Onlar öldükleri halde yaşayan, kabirde olduğu halde sevâp kazanan
bahtiyar insanlardır. Birincisi: Sadaka-i cariye; insanların yararlanacağı tesisler yaptıranlar. Cami, Kur'an-ı
kerim kursu, hastane, yol, köprü gibi... İkincisi: İlim öğreten, talebe yetiştiren, faydalı kitap yazanlar... Bu
talebeler talebe yetiştirdikçe, kitaplar okundukça yazanın defterine sevâp işlenir... Dört mezhep imamımız,
akâidde iki imamımız ve İmam-ı Gazâli, İmam-ı Rabbani (rahmetullahi aleyhim) gibi... Bunlar bizi ve bizim
gibi milyonlarca insanı hâlâ okutuyorlar ve dua alıyorlar... Üçüncüsü: Kendisinden sonra hayırlı evlât
bırakanlar... Yavrularımız, bizden sonra bizim hayatımızı devam ettireceklerdir, bunun için onların
yetişmesine çok önem vermeliyiz. Bahtiyar o kimsedir ki!.. Hayırlı evlât nasıl sevâplarımızı artırıyorsa,
hayırsız evlât da günâhlarımızı artırır. Bir baba, çocuğuna onbeş yaşına kadar dinini öğretmemiş, nasıl
ibadet edeceğini tarif etmemiş, haramları tanıtmamışsa, o çocuğun ömür boyu yapacağı bütün günâhlar da
onun günâh defterine yazılır. Bahtiyar o adamdır ki; ölünce, günâhları da ölür, öldükten sonra günâh
işlemez. Çocuklarımızı istikbale hazırlarkan, onların sadece üç-beş günlük dünya hayatını düşünmeyelim; o
nasıl olsa geçer. Dünyanın ne mutluluğu kalıcıdır, ne de üzüntüleri hepsi geçici, fani ve kısadır. Hayalden
başka bir şey değildir. "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar" sözü ne kadar güzeldir... İnsan rüyâ görürken,
rüyâ gördüğünü fark etmez. Uyanınca gördüklerinin rüyâ olduğunu anlar, "Meğer gördüklerim rüyâ imiş" der.
Dünyadaki hayatımızın da gerçek hayat olmadığını ölünce anlarız...

Mehmet Said Arvas

Kibir, hastalıktır!..

15.11.2007

Kibirlenen hastadır, kibir de hastalıktır. Hem de çok tehlikeli bir hastalıktır. Tedavi olunmazsa insanı helâk
eder, hem dünyası mahvolur, hem de ahireti harap olur. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Kalbinde hardal
tanesi kadar (az bile olsa) kibir taşıyan cennete giremez." Rabbimizin sevmediği günâhların başında kibir
gelir. Kibriyâ ve azamet O'na mahsustur. Kibir, ilk işlenen günâhtır. Âdem aleyhisselâm yaratıldığında, bütün
meleklere ona secde edilmesi emrolundu. Bütün melekler Âdem babamıza dönerek Allahü teâlâya secde
ettiler. İblis hariç! O, secde etmedi, kibirlendi, "Ben ondan daha üstünüm, ona nasıl secde ederim?!." dedi ve
belâsını buldu. Cennetten kovuldu, lânetlendi ve ebedi cehennemlik oldu. Nimetlerden mahrum bırakır! Bizi
iki cihan saadetine kavuşturmak için gönderilen Peygamberlere iman etmeyen, karşı çıkan, onlara ezâ ve
cefâ çektirenlerin çoğu, kibirlendikleri için bunu yaptılar ve nimetlerden mahrum kaldılar. İman edenlerin
çoğu fakir, halk arasında pek itibar sahibi olmayan kimselerdi. Zenginler, makâm, mevki sahibi olanlar
tenezzül etmediler ve dediler ki; "Peygamberlik gelse bize gelirdi, bizim şanımız, şöhretimiz daha fazladır!.."
Nemrutları, Firavunları, Ebu Cehilleri ve bunlara benzeyenleri iman nimetinden mahrum bırakan şey,
bunların aşırı derecedeki kibirleriydi. Yoksa onlar da; Peygamberimizin ve söylediklerinin hak olduğunu
çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı!.. Ebu Cehil'in dayısının oğlu anlatır: "Bir gün onu görmeye gittim,
ikimiz yalnız idik. Ebu Cehil'e sordum: 'Sen Muhammed hakkında ne düşünüyorsun? Laf aramızda kalacak,
doğru söyle!' dedim. Bana cevap olarak dedi ki: 'Onun dürüstlüğü tartışılmaz. Ona biz Muhammed-ül emin
derdik, hem sonra söylediği sözler, beşer kelâmı olamaz, insanlar bu kadar mükemmel söz söyleyemezler!"
Bu sözleri ondan hiç beklemiyordum, hayretle sordum: "O halde ona niçin iman etmiyorsun?" Bu soruma da
şöyle cevap verdi: "Biz bu işe Ebu Talib'in yetiminden daha lâyık idik. Peygamberlik gelseydi bize gelmeliydi,
biz olmalıydık! Ben bu zenginliğimle, bu itibarımla nasıl gider ona teslim olurum, mümkün değil!" Kureyş'in
ileri gelenleri toplandılar ve; "Tehlike haberi yalancıdan da gelse insanı tedirgin eder. Bu da çok büyük
tehlikeden bahsediyor... Cehennemden bahsediyor... Yanmak da çok zor şeydir! Ya doğru söylüyorsa n'olur

halimiz?.. Biz iyisi mi gidip iman edelim" dediler. Bir heyet halinde Sevgili Peygamberimize geldiler. Dediler
ki: "Biz senin davetine icabet etmeye, sana iman etmeye karar verdik; ama bir şartımız var! Sana iman
edenlerin çoğu köle ve fakir insanlardır biz onlarla aynı toplulukta oturamayız. Bu, bizim şanımıza yakışmaz,
onları kov, bizi kabul et, bizimle sohbet et!" Bu teklifi Peygamber efendimiz reddetti. İkinci bir teklif arz ettiler,
dediler ki: "Bir gün bizi huzuruna kabul et, bir gün de onları!" Bu teklif de hoş karşılanmadı, ama "bir müddet
böyle olsun, belki ileride bu kibir ve inatlarından vazgeçerler" ümidi ile Sevgili Peygamberimiz kabul
buyurdular. "Günlerimizi tesbit edelim bir kâğıda yazalım, biz hangi günler geleceğiz?" dediler. Âlemlere
rahmet olarak gönderilen zat kâğıt istedi. Henüz kâğıt gelmeden Cebrâil aleyhisselam geldi ve Rabbimizin
emrini bildirdi. Buna razı olmadığını bildiren âyet-i kerimeyi okudu. Meâlen; (Sabah akşam Rablerini çağıran,
ona dua eden, onun rızasını isteyenleri huzurundan kovma!) buyuruluyordu. Böylece; cepleri fakir, fakat
gönülleri zengin olanlar huzur-ı saâdette kaldılar, kibir heykelleri ise defolup gittiler... "Ben seni nasıl
tanımam!" Eshab-ı kirâmı görme şerefine nail olan büyüklerimizden Ebu Hazım hazretleri, bir mecliste
otururken oranın valisi içeri girer. Herkes ayağa kalkar fakat, o kalkmaz. Vali de, "Bu beni herhalde tanımadı,
yoksa o da kalkardı" zanneder ve sorar: "Siz herhalde beni tanımadınız?" Evet deseydi, "ben valiyim"
diyecekti. Ebu Hazım, valiye hitaben; "Ben seni nasıl tanımam. Seni çok iyi tanıyorum... Senin evvelin bir
damla necis su değil miydi?.. Dünyaya gelirken iki defa idrâr mahallinden geçmedin mi?.. Sonun da kokmuş
bir lâşe olmayacak mı?.. Halen de necasetin hamalı değil misin?.." Ebu Hazım hazretleri, valiyi tanıyordu;
meğer vali kendi kendini tanımıyordu! Böylece tanımış oldu kendisini!..

Mehmet Said Arvas

Tedavi olmalıyız!..

22.11.2007

Geçen hafta kibrin hastalık olduğunu yazmıştık. Hem de çok tehlikeli bir hastalık. Çünkü vücudumuzda
meydana gelen hastalıklar geçicidir, dünya hayatı ile ilgilidir. Çok ağır olsa bile nihayet fani hayatımızın sona
ermesine sebep olabilir. Biz zaten bu dünyada misafir değil miyiz? Burada kalmak için gönderilmedik ki!..
Üç-beş günlük bir hayat... Nimetleri geçici olduğu gibi, sıkıntıları da geçicidir. Kibir hastalığını daha tehlikeli
kılan şey; onun ebedi hayatta vereceği sıkıntılardır. Her ne olursa olsun geçici olanlarına değil, kalıcı
olanlarına önem vermelidir. Ne güzel demişler: "Kibir belâdır, hastalıktır, fakat acıyanı yok. Tevâzû ise
nimettir, kıskananı (haset edeni) yok." Birinin başına bir musibet gelse, düşmanları sevinir, dostları ise
üzülür, ona acıyan bulunur, fakat kibir hastasına kimse acımaz. Nimetlere de hased olunur, fakat tevâzu
nimetini kıskanan olmaz... Bizi kibre sevk eden sebepler Bir hastalığın tedâvisinde başarılı olabilmek için ilk
önce o hastalığa sebep olan mikroplar tespit ve bertaraf edilmelidir. Değilse tedavi mümkün olmaz. Kibir
hastalığı yapan sebepler pek çoktur, bunların en önemlileri şunlardır: Bunlardan bir tanesi veya birkaçı
birinde bulunursa; nefsi de terbiye görmemişse hastalık geldi demektir. Birincisi: İlim sahibi olmak, ilim
öğrenmeden önce edep öğrenmemişse tehlikelidir. Zira ilimdeki gurur ve kibir, makamdan, mevkiden ve
paradan daha çoktur. Eskiden büyüklerimiz önce edep öğretirlerdi sonra ilim. Dört hak mezheb
imamlarımızdan İmam-ı Malik hazretlerine, Abdurrahman bin Zeyd isimli biri gelir ve yirmi sene o zata
talebelik yapar. Diyor ki: "18 sene bana edep öğretti, son iki sene ilim öğretti. Ben şimdi diyorum ki; keşke o
son iki senede de edep öğrenseydim!.." Âlim olanlar, gerçek manada Allahü teâlâdan korkanlardır. Önce
kendini tanımalıdır. "Kendini tanıyan, Rabbini tanır" demişlerdir. İnsan, kendini tanırsa, her şeyden adi
olduğunu anlar, aczini idrak eder, böylece tevâzu sahibi olur. Rabbini tanıyan da kibriyâ ve azâmetin yalnız
onun şanı olduğunu anlar. Takvâ sahibi olmadan ilim sahibi olmanın hiçbir kıymeti yoktur. Yalnız ilim fazilet
kazandırsaydı, Şeytan'a kazandırırdı. Şeytan'ın ilmi çok fazlaydı... İkincisi: Güzelliğiyle övünmektir. Bunun da
tedavi çaresi, yalnız dış görünüşüne değil, iç haline de bakmaktır. İçini araştırdığı vakit, güzelliği ile
övünmesini gölgeleyecek birtakım çirkinlikler ile karşılaşır. Bütün azalarında pislikler vardır. Bağırsaklarında
pislik, mesanesinde idrar, burnunda sümük, ağzında balgam, kulaklarında kir, damarlarında kan... Günde bir
veya iki defa necasetini, kendi eli ile temizler. Hali böyle olan güzelliği ile nasıl övünebilir? Ne kadar güzel
yüzlü olursa olsun, öldükten ve toprağın altına konulduktan bir ay sonra kabri açılsa yüzüne bakılamayacak
kadar çirkin bir hale geldiği görülür. Üçüncüsü: Kuvvetine ve gücüne güvenerek kibirlenmektir. Gözleri ile
göremeyeceği kadar küçücük mikroplara yenilen, hasta olan, küçük parmağı kadar bir akrebin sokması ile
günlerce sancılar içinde kıvranan, hatta çok zehirli ise ölümüne de sebep olabilen insan, hangi gücüne
güvenmektedir?!. Aynı zamanda deve, aslan ve fil gibi hayvanların insanlardan çok güçlü ve kuvvetli
olduklarını herkes bilir. Hayvanların bile kendisini geçtiği bir sıfat ile nasıl iftihar edebilir? Dördüncüsü:
Zenginlik, servet, aile efradı ve adamlarının çokluğu ile yapılan kibirdir. Bunlar, güzellik, kuvvet ve ilim gibi
insanın kendisinde bulunmayan şeylerle kibirlenmektir ki, kibrin en çirkini de budur. İnsanın kendi şahsında
bulunmayan bir şey ile kibirlenmesi en büyük ahmaklıktır. İman etmeyenlerden, kendisinden çok daha
zenginler var. Bu da şeref verseydi iman etmeyenler onu geçerdi. Kimseye karşı kibretmemeli Demek ki,
kulun vazifesi; kim olursa olsun, kimseye karşı kibretmemektir. Bir cahil gördüğü zaman, "Bu adam
bilmediğinden isyan etmiş olabilir, ben ise bilerek isyan ediyorum. O benden iyidir..." Bir âlim gördüğünde
ise, "Bu bilerek ibadet ediyor, ben ise bilmeden yapıyorum. Çoğu ibadetlerimi belki de yanlış yapıyorum. O
benden iyidir" demelidir. Yaşlı birini gördüğünde; "Bu benden daha çok Rabbimize ibadet etmiştir, üstelik
Asr-ı Saâdete benden daha yakındır ve benden iyidir" demeli. Kendisinden küçük birini gördüğünde ise; "Bu
benim kadar yaşamadı ve dolayısı ile günâhları da benimkinden daha azdır. O da benden daha iyidir"
demelidir. Tedavi biraz zor da olsa, mutlaka yapılmalı, değilse başımıza gelecek sıkıntılara razı olmak
zorunda kalacağız. Günâh işlememek için sabretmek, ateşte yanmaya sabretmekten daha kolaydır!..

Mehmet Said Arvas

Övülmekten hoşlanmak...

29.11.2007

nsanlar bu hususta dört kısma ayrılır: Birincisi; övülmekten hoşlanır, kötülenmekten üzülür. Bunu açıkça belli
eder. Kendisini methedeni mükafatlandırır, teşekkür eder. Zemmedenden hoşlanmadığını; ya hareketleri ile
veya sözleri ile belli eder. İnsanların çoğu bu kısımdadır... Çoğunlukla övülmekten hoşlanırız. Başkaları,
tarafından beğenilmek, takdir görmek nefsin en çok hoşuna giden şeydir. Böyle olunca artık insanlar, bizim
bütün isteklerimize severek koşar ve bize hizmet ederler, düşüncesi elde edilir. İkinci kısım: Methedilmekten
hoşlanır, zemmedilmekten üzülür; ama, bunu belli etmemeye çalışır, gizli kalmasını ister, utanır. Açıkça
olmasa bile içinden onu methedene dua eder, diğerine ise bedduâ etmese bile dua da etmez. İnsan yaptığı
işlerden, konuştuğu sözlerden takdir görüp görmediğinden tereddüt eder, övülünce bu tereddüdü geçer ve
dolayısı ile zevk alır. Bu durum insana tatlı gelse de, kendisini korkunç tehlikelere attığını fark edemez. Şöyle
ki; bütün gayretini insanların gönüllerini kazanmaya verir. Kendini sevdirmek ve takdir kazanmak için riyâ
yapmakla ömrünü geçirir. Söz ve hareketlerinde halkın gözüne girmek için elden gelen yaltakçılığı
yapmaktan geri durmaz. Hadis-i şerifte; "Mal ve şöhret hırsının insana vereceği zarar, iki aç kurdun bir koyun
sürüsüne vereceği zarardan daha çoktur" buyuruluyor. Methedenle kötüleyen!.. Üçüncü kısım: Onu
methedenle kötüleyen aynıdır. İnsanların görüşüne pek fazla önem vermez. Önemli olan Rabbimizin
yanında iyi olmaktır. Bunu elde etmeye çalışır. Birine bir suç isnat edilse; hakimin nazarında o kişi
suçsuzdur, fakat bütün şehir halkı, "o suçu o işlemiştir" deseler, ne kıymeti var. Hakim, onu beraat ettirir, elini
kolunu sallaya sallaya evine döner. Aksini düşünelim; Hakimin nazarında (yaptığı incelemeler ve
araştırmalar sonucu) suçlu olduğu kanaâti hasıl olsa yine bütün şehir halkı deseler ki; "hayır o yapmamıştır,
o böyle şeyler yapmaz." Yine bir kıymet ifade etmez. Basar cezayı, takarlar kelepçeyi eline ve hapishaneyi
boylar... Bir hakimin kararı bu kadar önemli oluyorsa, bütün kâinatı yoktan var eden ve dilediği anda da yok
etmeye muktedir olanın kararı nasıl önemli olmaz!.. İmam-ı Gazâli hazretlerinin ne güzel tespiti var.
Buyuruyor ki: "Sana ne iyi adamsın sözü, ne kötü adamsın sözünden daha sevimliyse, sen gerçekten kötü
adamsın!" Dördüncü kısım: Methedilmekten hoşlanmaz, zemmedilmekten ise memnun olurlar. Çünkü,
övülmek insanı kibre sevk eder, iki büyük düşmanı olan nefis ve şeytanı sevindirir. Akıllı adam düşmanlarını
sevindirir mi? Üstelik, günâhlarımıza nisbeten zaten az olan sevaplarımızı kibirlenmekle bitiririz. Şeytan, bir
adamın peşine takılır, fakat ona hiçbir günâh işletemez. Bir gün insan suretinde o adama gelir ve kendisini
tanıtır, şeytan olduğunu söyleyince adam kızarak, "bana niçin geldin?" diye sorar. O da; "Seni tebrik etmek
için geldim... Yirmi senedir peşindeyim, bütün imkânlarımı kullandım fakat sana bir tek günâh bile
işletemedim" deyince adam kibirlenerek; "Ee, sen beni ne zannettin?" der. Şeytan, yirmi senede
yapamadığını yapmıştı, adamı bu yolla yenebilmişti, sevinerek uzaklaştı. Böyle bir tehlike ile karşılaşmamak
için dikkatli olmalıyız. Bizi methettiklerinde şöyle düşünmeliyiz: "Bu adam beni tanımıyor, yaptığım
kötülüklerden haberi yok, bilseydi beni övmezdi..." İkinci bir husus, bizi methettikleri şeyin kendimizden
olmadığını düşünmeliyiz. "Bunlar bende varsa da, Rabbimin ihsanıdır, onun vergisidir" demeli. Böylece kibir
tehlikesinden kendimizi korumaya çalışmalıyız... Ebu Bekr-i Sıddık (radıyallahü anh) methedildiği zaman;
"Ya Rabbi! Bunlar beni benim kadar bilmiyorlar, ben de kendimi senin kadar tanımıyorum, kusurlarımı
bilselerdi böyle konuşmazlardı. Onların bilmediği kusurlarımı affet" diye dua ederdi. Onlar için bir tehlike
yok... Nefislerini terbiye etmiş, kibirlenme tehlikesi taşımayanları övmenin bir mahzuru yoktur. Peygamber
efendimizin (aleyhisselam) eshabını öven çok hadisi şerifleri vardır. İsim olarak da methettikleri var. Mesela:
(Ebu Bekr'in (radıyallahü anh) imanı terâzinin bir kefesine konsa, bütün dünyadakilerin imanı da öbür kefeye
konsa, Ebu Bekr'in imânı ağır gelirdi.) (Benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer (radıyallahü anh)
Peygamber olurdu.) (Melekler bile Osman'dan (radıyallahü anh) hâyâ ederler.) (Ben ilmin şehriyim, Ali
(radıyallahü anh) ise kapısıdır.) Bu mübarek ve doğru sözlerle bunlar, en yüksek zirvede övülmüşlerdir.
Fakat nefisleri Resulullah'ın sohbetleri ile o kadar terbiye görmüştü ki; onlar için hiçbir tehlike söz konusu
olamazdı bile...

Mehmet Said Arvas

İkisi de gıdaya muhtaçtır!..

06.12.2007

İnsanlar iki şeyden meydana gelmiştir. Biri "ruh", diğeri ise "ceset"tir. Bunlar beraber oldukça yeryüzünde
yaşama imkânı olur. Ruh bedenden ayrılınca, bedenin hiçbir değeri kalmaz. Ruhsuz ceset kokmaya başlar;
hele sıcak mevsimde ve sıcak yerlerde bu daha çabuk meydana gelir... Ruhsuz ceset bekletilmeden toprağa
verilir. Bekletilecek olsa da, soğuk hava depolarında muhafaza edilir; serin yerlerde bekletilir. İnsan, ruhuyla
insandır. O, ölmez. Bedenimiz, ruhumuz için bir binek olarak yaratılmıştır. Böylece dünya seyahatini
yapmaya devam ediyoruz. Seyahat bitince attan inildiği gibi ruhumuz da beden atından iner. Beden de
topraktan yaratılmıştı, tekrar aslına rücu etmek üzere toprağa girer. Biz öldükten sonra, ister ciğerpareleri
olduğumuz anne ve babalarımız, ister yemeyip yedirdiğimiz, içmeyip içirdiğimiz kendi öz yavrularımız olsun,
isterse candan ve ciğerden bizi seven dost ve kardeşlerimiz olsun, bizi kendi elleri ile bir an önce toprağa
gömmek için yarışırlar!.. Hayret edilecek şey!.. Dünyada yaşadığımız sürece ruhumuz, bedenimizin içinde
beraberdirler. O halde ikisine de önem vermeliyiz. İkisinin de gıdaya ihtiyacı vardır. Gıdalarını temin
etmeliyiz. Bedenimizin gıdasını ihmal etmiyoruz, acıktıkça yemek yiyoruz, hem de imkânlarımız nisbetinde
en güzel ve en lezzetli gıdalarla besleniyoruz. Hayret edilecek şeydir; kendimizi aç bırakıyoruz, ama atımızı
doyuruyoruz! Akıllı olan adam hem kendisini, hem de atını doyurur. İtiraf edelim ki; vücudumuza verdiğimiz
önemi, ruhumuzdan esirgiyoruz. Bundan dolayıdır ki huzur ve mutluluk da bulamıyoruz. Tek kanatlı kuşu
uçurmaya çalışıyoruz, ama uçuramıyoruz, uçuramayız da!.. Ruhumuzun gıdası, Yüce Rabbimizi tanıyıp, ona
bağlanmak, emirlerini yapıp haramlarından sakınmaktır... Bizim memlekette bir adam, kuluçkaya yatan bir
tavuğun altına bir de ördek yumurtası koymuştu. Günleri dolunca yumurtalardan civcivler çıktı. Tabiidir ki,
ördek yumurtasından da ördek yavrusu çıktı. Anne tavuk, civcivlerini dolaştırıyordu. Bahçelerinde küçük bir
havuz vardı, oraya yaklaşınca yavru ördek atlıyor ve yüzmeye başlıyordu. Anne tavuk "yavru"sunun suya
düştüğünü sanarak, onu kurtarmaya çalışıyor, girmeye de cesaret edemiyor, sadece havuzun kenarında
çırpınıp duruyordu. Ev halkı tavuğun çırpınışını duyunca meseleyi anlıyor ve biri gelip o yavruyu sudan
çıkarıyor ve havuzdan uzaklaştırıyordu... Bir zaman sonra tekrar aynı hadise meydana geliyor; suyu gören
ördek yavrusu dayanamıyor, hemen atlıyor ve zevkle yüzmesine, anne tavuk da çırpınışlarına devam
ediyorlardı... Şimdi burada dikkatimizi çeken veya çekmesi gereken bazı hususlar vardır. Birincisi, bu ördek
yavrusu, yüzmeyi nereden, ne zaman ve kimden öğrenmişti?!. Hiç kimseyi yüzerken görmemişti, ne annesini
ve ne de kardeşlerini. Yüzme kabiliyeti onun fıtratında (yaratılışında) vardı, birinin ona yüzmeyi öğretmesine
gerek yoktu. O, öğrenmiş olarak yumurtasından çıkmıştı. İkinci husus; bu yavru ördek, o suyu bulamasaydı,
yüzemeseydi, içinde büyük bir boşluk hissedecekti, bir arayış içinde olacaktı. Bu aradığı şeyin su olduğunu,
bulursa, yüzerse huzur bulacağını belki de bilmeyecekti; ama, bu sıkıntıyı ve arayışı, hep içinde taşımak
zorunda kalacaktı ömür boyu... Dünyanın en güzel bahçesinde dolaştırsaydınız, en güzel kümesinde
yatırsaydınız, ördeklerin en çok sevdiği gıdaları yedirseydiniz, yine de onu mutlu edemezdiniz. Yüzünce,
suya kavuşunca, içindeki sıkıntısı bitebilirdi... Aynen bunun gibi, insanları, Rabbimiz kendi fıtratı üzerine
yaratmıştır. Bunu Rum Suresi 30. âyeti kerime de açıkça bildiriyor. Saâdet kilidinin anahtarı! İnsan da,
Rabbini tanımazsa, onu bulmaz, ona teslim ve tabi olmaz ise, rahat ve huzur bulması mümkün değildir. En
lüks arabanın sahibi olsa, en güzel villalarda otursa, en nefis yiyecekleri yese ve içse, yine de içinde büyük
bir boşluk hissedecek, bir arayış içinde ömrünü geçirecek, fakat mes'ud ve bahtiyar olamayacaktı hiçbir
zaman. Saâdet kilidinin anahtarı budur. Başka anahtarlarla onu açmaya çalışmak, hem zaman israfı, hem de
boşuna uğraşmak demektir. Büyük âlim ve velilerden Mâlik bin Dinâr (rahimehullah) buyuruyor ki: "Ben,
dünya ehline çok acıyorum. Onlar, bu dünyaya geliyorlar, belli bir hayat yaşıyorlar. Sonra da göçüp
gidiyorlar, fakat, dünyanın en tatlı, en lezzetli şeyini tadamadan gidiyorlar!" O en tatlı şeyin ne olduğu
sorulduğunda şöyle cevap verdi: "Marifetullah..." Yani, cenab-ı Hakkı tanımak ve sevmektir. Yahya bin Muâz
hazretleri de şöyle buyuruyor: "İki tane cennet var. Biri peşin, dünyadaki diğeri ise ahiretteki malum cennettir.
Dünyadaki cennet Allahü teâlânın beraberliği ve sevgisidir."

Mehmet Said Arvas

Arefe günü...

13.12.2007

Arefe günü, Kurban Bayramından bir önceki gündür. 19 Aralık 2007 Çarşamba günü (ömrümüz varsa) idrâki
ile şerefleneceğiz... Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: "Arefe gününe hürmet ediniz! Çünkü Arefe, Allahü
tealanın kıymet verdiği gündür." "Arefe günü oruç tutanların, iki senelik günâhları af olunur, biri geçmiş
senenin, diğeri gelecek senenin günâhıdır." "Arefe günü 1000 ihlas sûresi okuyanın bütün günahları af olur
ve duası kabul olur. (Hepsini Besmele ile okumalıdır)" "Arefe günü, Rabbimizin kullarını en çok affettiği
gündür. Senenin hiçbir gününde bugünkü kadar insanlar mağfirete eremezler." "Bunların tamamını affettim"
Enes bin Malik radıyallahü anh rivâyet ediyor: "Arefe günü, Peygamber efendimiz (aleyhisselam) Arafat'ta
vakfe yaparken şöyle buyurdu: (Ey insanlar! Az önce Cebrail aleyhisselam geldi, Rabbimden bana selâm
getirdi ve şu müjdeyi verdi: Arafat ehli tamamen mağfiret olundular.) Hazreti Ömer sordu: "Bu yalnız bize mi
mahsus, yoksa bizden sonrakilere de mi? Bizden sonra vakfe yapacaklar da bu nimete kavuşacaklar mı?
Cevap olarak, (Bu müjde size ve kıyamete kadar gelecek olan bütün hacılaradır) buyurdular. Rabbimiz,
Arefe günü toplanan mü'minleri, meleklere gösterir ve; (Bunlar niçin toplanmışlar biliyor musunuz? Onları
ben davet ettim, benim davetime icâbet ettiler ve dünyanın dört bir yanından çok uzak mesafeler katederek
burada toplandılar. Siz şahit olun ben bunların tamamını affettim, annelerinden yeni doğmuş bebek gibi
günahsız hale geldiler) buyurur. Bu mübarek günde, doğudan, batıdan, güneyden, kuzeyden ve dünyanın en
ücra köşelerinden gelen insanlar aynı yerde bir araya gelmişler, aynı ibadetleri yapıyorlar. Renkleri ayrı,
dilleri ayrı, âdet ve ananeleri ayrı, memleketleri ve ırkları ayrı olan bu insanlar bir mekanda toplanmışlar.
Birbirlerinin konuştuklarını anlamıyorlar, ama birbirlerine bakışları sevgi dolu. Kıtaları ve renkleri ayrı da olsa
yaptıkları iş aynı, aynı duaları okuyorlar. Dünyayı unutmuşlar, makam ve mevkilerini memleketlerinde
bırakmışlar, kefenlerini (ihramlarını) giymişler, gözleri nemli, elleri açık, kıymetli günde, mübarek topraklarda
dua ediyorlar. Bu, eşitlik ve kardeşliğin en canlı bir tablosudur. Bu, lafta kalan kuru bir iddiadan ibaret
değildir. Zenginiyle, fakiriyle, güçlüsüyle, güçsüzüyle bütün hacılar aynı kıyafetler içinde, aynı mahrumiyetleri
yaşayarak görevlerini yapıyorlar. Trilyonlara hükmeden bir zenginle, geçimini zor karşılayan bir fakiri; aynı
kıyafet içinde, Arafat'ta, beraberce el açıp dua ettiren, yan yana tavaf ettiren imandan başka hangi güç
olabilirdi? Böylece de, makam, mevki, mal mülk ile böbürlenmeyi unutturup, mahşer gününü hatırlamış
oluyorlar. Hayaline bile insanın doyamadığı bu muhteşem manzarayı yaşamak ne kadar güzeldir...
Yeryüzünün cenneti... Bu, yazı ile anlatılamaz. Hiç su görmemiş ve içmemiş birine suyun ne kadar güzel
olduğunu nasıl anlatırsınız? İçilmedikçe anlaşılmaz... Hac ibadeti, zor bir ibadettir. Peygamber efendimiz,
hiçbir ibadet için kolaylık duası yapmamışlar. Meselâ Hicaz'ın iklimi çok sıcaktır. Ramazan-ı şerif geldiğinde
"Ya Rabbi oruç tutmamızı kolaylaştır, rahat tutabilelim" diye dua etmediler. Yalnız hac için bu duayı
yapmışlardır. İhrama girdiklerinde, kabul ve kolay olması için dua ettikleri malumdur. İbrahim aleyhisselam
ailesini mübarek topraklara bırakıp döndüğünde şöyle dua buyurdu: "Ya Rabbi buraları insanlara sevdir,
ziyaret için gelsinler, benim evlatlarım ve zürriyetim sebeplensin..." Onun bu duası olmasaydı, hac için,
hacılardan alınan paradan vazgeçilseydi, üstüne bir o kadar da para verilseydi yine de kimse gelmezdi.
Şeytanlar çılgına döner!.. Âdem babamızdan beri bize kin güden, bizim yüzümüzden cennetten kovulduğu,
lânetlendiği için, bizi en büyük düşman olarak gören şeytanlar zaman zaman bize birçok günah işletmişler ve
çok sevinmişlerdir. Bütün bu günahların bir günde affedilmesi onları âdeta çılgına çevirir. En çok üzüldükleri
gün Arefe günü olur. Arefe günü, Arafat'ta bulunma saadetine eren bir insanın, "Benim günahlarım çok,
benim affolunmam çok zordur" demesi ve Rabbinin mağfiretinden ümit kesmesi büyük günahtır. Af
olunacağına inanması gerektir. Günahlarımız ne kadar çok olursa olsun, Rabbimizin rahmetinden daha çok
olamaz. Yeter ki biz, tövbenin şartlarını yerine getirerek ona yalvaralım, O'ndan af dileyelim. Bugün
yapılacak duada "Ya Rabbi hacıları mağfiret et, onların dualarını kabul buyur" demelidir. Çünkü, hacı
kardeşlerimiz hepimize dua ediyorlardır...

Mehmet Said Arvas

Bugün bayram...

20.12.2007

Bugün, dünyanın dört bir yanından binlerce kilometre mesafeyi katederek gelen hacılarımız, gerçekten
bayram ediyorlar. Nasıl bayram etmesinler; yeryüzünün Cennetine kavuşmuşlar. Arafat'ta vakfeye durdular...
Arafat çok mübarek bir mekandır. İlk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâm ile Havva annemizin
yeryüzünde ilk buluştukları yerdir. Bundan sonradır ki; insanlar dünyada, dünyaya gelmeye başladılar... O
günden beri Peygamberlerin tamamı buraya değer vermişlerdir. Böylece hacılar, haccın en önemli farzı olan
Arafat'ta vakfe yaparak hacı olmak için ilk adımlarını atmış bulunuyorlar. Mübarek olsun... Bugün ise; bizim
yüzümüzden Cennetten kovulan, lânetlenen, bizim amansız düşmanımız olan şeytan taşlanacak. Hem de
İbrahim aleyhisselâmın taşladığı yerde. Böylece İbrahim aleyhisselâm'ın sünneti seniyyesi de hatırlanmış
olacak. Hacca gidemeyen bizler de, kalbimizle şeytanı lânetleyelim, onun hiçbir zaman bize dost
olmayacağını, olamayacağını unutmayalım. Kurtuluşun, iki cihan saâdetinin nefis ve şeytan gibi iki azılı
düşmanımızın düşmanlığında olduğunu bilelim. Yine bugün, Peygamberimizden sonra en büyük Peygamber
olan İbrahim aleyhisselâmın yaptığını yaparak, kurban kesilir ve o mübarek insanların hatıraları böylece yâd
edilmiş olunur. Ne büyük saâdet... Kurban kesme işi de sona erince tıraş olunur ve ihrâmdan çıkılabilir. Daha
sonra, yeryüzünün en kıymetli mâbedi ve dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, beş vakit namazda bütün
Müslümanların yüzlerini döndükleri, hepimizin kıblesi Kâbe-i muazzama tavâf edilir. Bu tavâf ve sa'yda
insanlara melekler de eşlik ediyorlar, onlar da, aynı ibadeti yapıyorlar. Ne büyük saâdet... Biz de bedenen o
mübarek yerlerde olma şerefine nail olamadıysak da, hiç olmazsa zihnen ve hayalen orada olalım, oraları
düşünelim, oraların aşkı ile gözyaşı dökmeye çalışalım. Bayramın faziletinden pay alabilmemiz için dikkat
edeceğimiz bazı hususlar var... Günâhlardan sakınacağız, mübarek günlerdeki ibadetler çok sevap
kazandırdığı gibi; günahları da büyüktür. Dargınların mutlaka barışmaları gerekir. Hadis-i şerifte buyuruluyor
ki: "Bir Müslümanın, üç günden çok dargın kalması helâl değildir." Kimin haklı, kimin haksız olduğuna
bakmaksızın barışmak ve sevabın çoğuna sahip olabilmek için daha önce davranmaya önem verelim ve
gayret edelim. Büyüklerimizi ziyaret edelim, dualarını almaya çalışalım. Onların duaları can simidi gibidir.
Küçüklere şefkat gösterelim, fakirlere sadaka vermeyi ihmal etmeyelim. Onlara sıkıntılarını hiç olmazsa bu
günlerde unutturmaya çalışalım. Yetim çocukları araştıralım, onlara baba şefkati gösterelim. Yetimleri
koruyan, onlara yardım edenler cenette sevgili Peygamberimizle beraber olacaklardır. Rabbimiz dileseydi, o
yetim çocukları değil, bizim çocuklarımızı yetim bırakabilirdi. Bunun için de Rabbimize şükür vesilesi olsun
diye onları unutmayalım. Bayram ziyaretlerini yalnız dirilere yapmayalım. Mevtâlarımızı da unutmayalım.
Onların bu ziyarete dirilerden daha çok ihtiyaçları vardır. Bizim yemeye, içmeye olan ihtiyacımızdan daha
çok onların duaya ihtiyaçları vardır. Salih kimseler hürmetine... Bir gün bir hanım, Hasan-ı Basri hazretlerine
gelir ve; "Benim bir kızım vardı, üç sene önce öldü, onun halini çok merak ediyorum, bana bir dua öğretseniz
de yavrumu rüyamda görebilsem" diye yalvarır. O zat da bir dua öğretir, kadıncağız o gece kızını rüyasında
görür. Kızının hali çok perişandır. "Ateşler içinde yanıyorum anne" der. Kadıncağız, ağlayarak uyanır, doğru
Hasan-ı Basri hazretlerine gider ve der ki: "Kızımı gördüm ama, keşke hiç görmeseydim, çok sıkıntıdadır!.."
Bu habere Hasan-ı Basri hazretleri çok üzülür. Çünkü, kadının üzülmesine kendisi sebep olmuştur. "Senin
kızın hangi kabristandadır?" diye sorar ve o da yerini söyler... Birkaç gün sonra aynı kadın yavrusunu tekrar
rüyada görür. Bakar ki kızı çok neşeli. Hayretle sorar: "Nasıl oldu yavrum böyle?" O da şöyle cevap verir:
"Geçen gün, salih bir insan geldi, bize okudu. Rabbimiz onun duası hürmetine hepimizi affetti, ben de
kurtuldum..." Mümkündür ki, bizim de okumamız onların affına sebep olabilir... Bu vesile ile biz de, hepinizin
bayramını en içten duygularla tebrik eder, daha nice bayramlara sıhhat, afiyetle kavuşmanızı Yüce

Rabbimizden dileriz...

Mehmet Said Arvas

Bir sene daha geçti...

27.12.2007

Birkaç gün sonra 2007 yılını geride bırakıp 2008'e girmiş bulunacağız. On gün sonra da Hicri 1428 yılını
bitirip 1429'a gireceğiz... Ömrümüzün bir senesi daha gitti, kabir hayatına biraz daha yaklaştık, ömür
takvimimizden bir yaprak daha düştü. Bırakın seneleri, nefeslerimiz sayılı, öyle bir hayat yaşıyoruz ki; her an
bir nefes daha azalıyor... Dünya hayatının ne kıymeti var ki; rüzgâr gibi geçiyor. Yunus Emre merhum ne
güzel tarif etmiş: "Geldi geçti ömrüm benim/ Bir yel esip geçmiş gibi/ Hele bana şöyle gelir/ Bir göz açıp
yummuş gibi/ Bu sözlere Hak tanıktır/ Canlar bedene konuktur/ Bir gün ola uça gide/ Kafesten kuş uçmuş
gibi..." Bu yeni senenin farkı sadece duvardaki takvimi değiştirmek olmamalı, geçirdiğimiz ve bir daha ele
geçiremeyeceğimiz altın değerindeki senemizin muhasebesini yapmalıyız. Hatalarımızı tespit edelim!.. İnsan
hayatının her saati en kıymetli mücevherden daha kıymetlidir. Bir mücevherimizi kaybetsek ne kadar
üzülürüz, mücevherin değeri ne kadar çoksa, üzüntümüz de o kadar artar. Kaybettiğimiz mücevheri tekrar
alabilme ihtimali var; para biriktirir, gene öyle bir şeye sahip olabiliriz. Fakat, kaybettiğimiz vakit, artık ele
geçmez. Geçirdiğimiz yılda iyi ve yararlı işler yaptıysak onları bu yeni yılda artırmaya çalışmalıyız, "Nasıl
daha başarılı olabilirim, nasıl daha çok güzelliklere imza atabilirim" düşüncesi bizde hakim olmalıdır.
Hatalarımızı da tespit etmeliyiz, onları bir daha hiç yapmamaya veya çok daha az yapmaya şartlanmalıyız.
Yeni yıl böyle kutlanır. Yoksa, içki içmek, çam devirmek, evleri "Noel Ağacı" ile süslemek çılgınlıktan başka
bir şey değildir. Hristiyanların bu tutumunu elbette yadırgamıyoruz. Her toplum, kendi dinine ve töresine göre
yaşar ve yaşamayı sever. Bu, insanların tabii hakkıdır, dolayısı ile onların; dünyanın neresinde olursa olsun,
kendi takvimlerine göre, kendi mukaddes bildikleri günleri, tam gönüllerince değerlendirmelerini normal ve
tabii karşılıyoruz. Bizim yadırgadığımız husus başkadır. Biz, bir taraftan Müslüman olduğunu söyleyip, diğer
taraftan Hristiyanlar gibi Noel kutlayan kimsenin varlığına şaşarız! Her yıl, aralık ayının son haftasında,
bizimle aynı adı taşıyan birçok insanın, çocuklarının ellerinden tutarak, çarşıda pazarda çam ağacı aradığını,
"Noel Baba"lı kartpostallar satın aldığını, irili ufaklı hediye paketleri hazırladığını üzülerek görüyoruz. Son
haftada hindi satışlarının büyük marketlerde hangi boyutlara vardığını herkes biliyor. Hele içki tüketimi...
Yılbaşı gecesinden sonra büyükşehir belediyeleri temizlik işçileri, koca şehri, sarhoş kusmuğundan
arındırmak için, saatlerce seferber oluyorlar. Dînî ve millî bir gelişme karşısında ürpererek "irtica" çığlıkları
basanlar, her nedense bu rezaletler karşısında sessiz kalırlar, hatta memnun olduklarını söylerler.
Şaşmamak mümkün değildir! Her milletin kendilerine mahsus âdet ve ananeleri vardır. Dînî vazifeleri
mevcuttur. Kendi inançlarının vecibelerini bırakıp, kendi örf ve âdetlerini terk eder, başka milletlerin âdet ve
ananelerine uyarsa kendisine olan güvenini kaybeder. Taklidine çalıştığı insanları "kutsal" kabul eder. Bu da
toplumda telafisi mümkün olmayan yaraların açılmasına sebep olur. O millet, artık yok olmuş demektir.
Kendisine güveni olmayan bir pehlivan, bir çocukla güreşirse kaybeder. Taklitçilikten kurtulamaz!.. Bir adam
çocuğuna dese ki: "Bak yavrum şu çocuk nasıl giyiniyorsa sen de öyle giyin. Nasıl oturuyorsa öyle otur, nasıl
yemek yiyorsa sen de öyle ye. Hatta dikkat et, çatalı hangi eline, bıçağı hangi eline alıyorsa sen de aynen
öyle yap!.." Bunları duyan çocuk şöyle düşünmez mi?: Biz yemek yemesini bile bilmiyormuşuz, babam da
bilmiyor, bilseydi, babam o çocuğu değil de kendisini örnek gösterirdi... Şimdi söyleyin Allah aşkına! Bu
çocukta kendine güven diye bir şey kalır mı? Daima kendisini bir "hiç" olarak görür ve ömür boyu
taklitçilikten, kendisine güvensizlikten başka bir şey yapamaz. Bu da, bir milletin örf ve âdetleriyle beraber
erimesi ve yok olması demektir. Bir madde, bir sıvının içinde erimiş ve kaybolmuşsa, meselâ; şeker veya tuz
suda erimiş ve yok olmuşsa, onu bazı kimyevi müdâhalelerle tekrar çıkarmak mümkündür. Fakat bir millet
erimişse, onu, hiçbir kimyevi müdahale tekrar ortaya çıkaramaz!.. Her iki yeni yılın, hepimiz hakkında
hayırlara vesile olmasını temenni ederim...

Mehmet Said Arvas

2008
Türkiye Gazetesi

Makaleleri

Mehmet Said Arvas

Dünyada rahatlık yoktur...

03.01.2008

Dünya, rahatlık, huzur ve saâdet yeri değildir. Bir gün huzur bulsak, birkaç gün huzursuz oluruz. Bizim hiçbir
sıkıntımız olmasa bile, sevdiklerimizin sıkıntıları bizi üzer... Bir adam, arkadaşına şöyle dua eder: "Allahü
teâlâ sana hiç sıkıntı vermesin!" O da, "Sen benim ölümümü istiyorsun" diye cevap verir ve ilave eder:
"Dünyada yaşayıp da sıkıntı çekmemek mümkün değildir..." Hasan-ı Basri hazretleri buyuruyor ki: "Dünyada
rahatlık bekleme, dünya rahatlık yeri değildir. Şayet bir rahatlık görürsen, onu kârdan say, yolda para bulmuş
gibi. Âdem aleyhisselam dünyaya sürgün olarak gönderildi. Terfi ederek, mükafat olarak gelmedi." Bir diğer
tavsiyesi de şöyle: "Yarının sıkıntısını bugüne yükleme, her günün sıkıntısı kendine yeter." Dünya rahatlık
yeri olsaydı, en çok, yaratılmışların en şereflisi Peygamberlere nasip olurdu. Halbuki, en büyük sıkıntıyı onlar
çekmişlerdir. Hemen hemen hepsiyle alay edildi, hakaret edildi. Bilemediler, onlar, insanları ateşte
yanmaktan kurtarıp, ebedi saâdete kavuşturacak yolları göstermek için gönderilmişlerdi. İkisini de ahirete
bıraktı! Yüce Rabbimiz, çok kısa ve çabucak geçiveren dünya hayatını sevdiklerine mükafat olarak az
gördü. Birkaç günün mükafatından ne çıkar. O'nu tanımayan ve O'na isyan edenlere de dünyadaki cezayı az
gördü. İkisini de ahirete bıraktı. Yaptıklarımızın karşılığına dünyada kavuşsaydık, günahkârlara hayat hakkı
tanınmazdı. Hayvanların mideleri dolu olarak doşlaştıkları bu dünyada, Peygamberler (aleyhimüsselam) aç
dolaşmazlardı. Âdem aleyhisselâm asırlarca ağladı, çok gözyaşı döktü. Havva annemizle ikisi yalnız
başlarınaydı bu dünyada. Bütün işler onlara kalmıştı. Onlar ekiyor, onlar suluyor, onlar biçiyor, onlar
harmanlıyor, onlar öğütüyor, onlar pişiriyor... Onlara, bu işlerinde yardım edecek kimseleri yoktu. Çocukları
dünyaya geldi, onlara sevindiler, dünyaya da yavaş yavaş alışıyorlardı. Çocuklar büyüdü, daha çok
sevindiler. Dediler ki; "Artık bu ağır işleri çocuklarımız yapacaklar, biz de oturup rahatımıza bakacağız..."
Nereden bilebilirlerdi ki, dünyada rahatlığın olmadığını!.. Bir oğlu (Kabil) diğer oğlunu (Habil'i) öldürdü.
Bundan sonra rahat edeceğiz derken büyük üzüntüye girdiler. Bir oğulları katil, diğeri ise şehit olmuştu... Nuh
aleyhisselam 950 sene kavmini hidayete davet etti. (O zaman insanların ömrü çok uzundu). İman edenlerin
sayısı çok azdı. İman etmeyenlerden de ümit kesilmişti. Gemi yapması emrolundu, tufan olacaktı. 950 sene
onlara zaman tanınması Rabbimizin bize ne kadar merhamet ettiğinin göstergesidir. Yoksa, on yirmi sene
mühlet tanınırdı, sonra lâyık oldukları cezaya çarptırılırlardı. Gemi yapılırken kâfirler toplandılar. İçlerinden
bazıları; "Peygamberliği bıraktın da marangozluğa mı başladın?" derken bir kısmı da; "Sen aklını mı kaçırdın
bu gemiyi nerede yüzdüreceksin, hani su nerede?" diyerek alay ediyorlardı... Nuh aleyhisselam onlara şöyle
cevap verdi: "Siz bugün bizimle alay edin, ama unutmayın ki bir gün gelecek, bu defa biz sizinle alay
edeceğiz!" Ve nitekim öyle de oldu... İbrahim aleyhisselamı ateşe attılar, yakmak istediler, kendi öz ve biricik
evladını kurban etmesi ile emrolundu. Bu çok ağır bir imtihan idi. Dense idi ki; birine kestir veya dağdan
yuvarla parçalansın, yine bir derece kolaydı. Emir, "kendi ellerinle keseceksin" şeklindeydi... Yakup
aleyhisselam en çok sevdiği ve en mübarek evladı Yusuf aleyhisselamdan ayrı düştü. Bu hasretle o kadar
gözyaşı döktü ki mübarek gözleri kapandı... Yusuf aleyhisselam kuyuya atıldı, ölüme terk edildi, daha sonra
köle olarak satıldı ve köle muamelesi gördü, peşinden zindana atıldı ve yıllarca hapis yattı... Musa
aleyhisselamın Firavun'dan çektikleri malum; memleketinden çıkarılışı, yıllarca gurbette çobanlık
yapması... Bir sabır timsali... Eyyûb aleyhisselamın hastalığı ve gösterdiği sabır dillere destandır. Kendisine
iman eden birkaç kişi tekrar mürted oldular. "Peygamber olsaydı bunlar başına gelmezdi!" dediler. Hanımı
yalnız kalmıştı, bir gün kendisine dedi ki: "Sen Allah'ın resûlüsün, dua edersen kabul eder; bir dua etsen, sen
de kurtulursun bu sıkıntıdan biz de..." O da hanımına sordu: "Kaç senedir hastayım?" "Yedi senedir" diye
cevap alınca tekrar sordu: "Peki kaç sene, sıhhat ve afiyetle hayat geçirdik?" Hanımı bu soruya "Yetmiş
sene" diye cevap verince buyurdu ki: "Hastalığım da yetmiş seneyi bulsun o zaman dua etmeye yüzüm
olur..." İsa aleyhisselamın barınacak bir yuvası bile yoktu. Peygamber efendimiz az mı iftiralara, sıkıntılara
maruz kaldı. Çok sevdiği amcasını ve sevdiklerini şehit ettiler... Demek ki, dünya keyif sürmek, rahat etmek
yeri değildir...

Mehmet Said Arvas

Aklını beğenmek!..

10.01.2008

İnsanlar sahip oldukları nimetleri çoğunlukla "az" görürler. Beğenmez ve daha "çok" olmasını isterler. Bir
kimse İstanbul'un tapusuna sahip olsa, bununla yetinmeyip gözünü bir başka ilin de tapusuna diker. İnsanın
gözünü ancak "toprak" doyurur. Bu husus şu beyitte ne kadar güzel ifade edilmiştir: "Altından ağacın olsa,
gümüşten yaprak/Âkıbet gözünü doyurur bir avuç toprak..." Kanâat de olmayınca zengin olmak mümkün
değildir... Bir adam İbrahim bin Edhem hazretlerine gelir ve kendisine bir cübbe hediye etmek ister. O da "Bir
şartla kabul ederim. Zenginsen tamam, fakirsen kabul edemem!" buyurur. Adam da "ben zenginim" diye
cevap verir. İbrahim bin Edhem hazretleri sorar: "Ne kadar servetin var?" O da "ikibin dinar" der. "Peki sen
bunun dört bin olmasını ister misin?" O da "elbette" diye cevap verir. Bunun üzerine "Cübbeni kabul
edemeyeceğim, çünkü sen fakirsin, daha gözün doymamış" diye karşılık verir... Fakat ne hikmetse; insanlar
kendi akıllarını çok beğenir ve bununla yetinirler. Artırılmasını pek isteyen çıkmaz. Dualarında "Ya Rabbi
aklımı artır!" diyen çok az insana rastlanır. Akıllar taksim edildiğinde, en çok kendisine verildiğini zanneder.
En kıymetli insan Bir gün sevgili Peygamberimize (sallallahü aleyhi vesellem) sordular: "En kıymetli insan
kimdir ya Resulallah?" Cevaben buyurdular ki: (Takvâsı en çok olan, ibadetlerini yapan ve haramlardan
sakınandır.) Daha sonra; "En akıllı insan kimdir?" diye sorduklarında ona da şöyle buyurdular: (Ölümü en
çok hatırlayan ve ölümden sonraki hayat için çalışandır.) Bir gün Peygamber efendimiz Ebudderda'ya
(radıyallahü anh) şöyle buyurur: (Aklını artır, Rabbine yakın olursun.) Ebudderda hazretleri sorar: "Aklımı
nasıl artırayım?" Ona da şöyle cevap verirler: (Fazları yapar, haramlardan sakınırsan akıllıca hareket etmiş
olursun.) İnsanoğlu kendisine bahşedilen "akıl" ile dünyadaki diğer varlıklara hakim olabilmektedir.
Hayvanlarda "akıl" olmadığından, hayatlarında bir değişme, bir gelişme olmamaktadır. Meselâ: İlk yaratılan
karıncalar toprağın altında nasıl yuva yaptılarsa, bugünkü karıncalar da aynı işi yapıyor. İlk karınca da
kendisinden büyük yük taşıyordu, elde ettikleri gıdaları yuvasında biriktiriyordu ve topladıklarının onda birini
yiyemeden ilkbaharda yeryüzüne çıkıyordu. Bugünkü de aynı... İlk yaratılan arılar da; önce petek yapıyor ve
peteğini de altıgen şeklinde meydana getiriyordu, daha sonra içini bal ile dolduruyordu. Bugünkü arının da
yaptığı iş aynı... Fakat insanlarda durum çok farklıdır. Her geçen gün biraz daha ilerleme elde ediliyor. Yüz
sene önce vefat etmiş bir kimse dirilip günümüz dünyasına baksa, hayretler içinde kalır, gözlerine inanamaz.
Aklımızı kullanırsak dünyada da, ahirette de saâdete kavuşuruz. Tebâreke sure-i celilesinin şu ayeti kerimesi
(meâlen) "Dediler ki; eğer bize anlatılanlara kulak verseydik ve aklımızı kullansaydık, bu azabı çekmezdik"
her şeyi açıklıyor. Akıllı insan, ahiret hayatını dünya hayatından daha önemli görür. Birisi, geçici, fani, rüyâ
gibi bir hayat, diğeri ise ebedi ve sonsuz. Akıllı adam, güzel bir hayat yaşamayı gaye edinir, kısa da olsa
ömrünü iyi değerlendirir. Kendisine, ailesine, memleketine, milletine hizmet eder. Akıllı adam, dostunu
düşmanını tanır. En büyük düşmanının nefis ve şeytan olduğunu bilir ve onlardan sakınır. Yırtıcı hayvanlar
bile!.. Akıllı adam, kimseye zulmetmez, hele kendi cinsinden olan insanlara hiç etmez. Yırtıcı hayvanlar bile
hemcinslerine saldırmazlar. Meselâ: Arslan, arslanların içinde arslan değildir. Kaplan, ininde kaplan değildir.
Fakat insanlar çok acımasızdır. Yaptıkları nükleer silâhlar keklik avlamak için değildir, insanları öldürüyorlar.
Hem de acımasızca. İkinci Cihan Harbinde elli milyon insanın öldürüldüğü söylenir. Bu rakam, Âdem
aleyhisselamdan günümüze kadar vahşi hayvanların parçaladığı insan sayısından daha çoktur. ..... Bugün
hicri yeni yıla girmiş bulunuyoruz. Tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dilerim...

Mehmet Said Arvas

Aşûre Günü

17.01.2008

Muharrem ayının onuncu (önümüzdeki cumartesi) günü "Aşûre Günü"dür. Bir önceki (cuma gününü
cumartesiye bağlayan) gece de "Aşûre Gecesi"dir. Muharrem ayı Kur'ân-ı kerimde kıymet verilen "dört
aydan" biridir. Aşûre Günü ve Gecesi de bu ayın içinde en kıymetli olanıdır. Bu ayda "oruç tutmak" çok
sevap kazandırır. Peygamberimiz aleyhisselam Aşûre Günü oruç tutar ve tutulmasını emrederlerdi.
Yahudilerin de bugünde oruç tuttukları öğrenilince; Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Onlara
benzememek için seneye kalırsam, bir gün öncesi veya bir gün sonrasıyla beraber iki gün oruç tutacağım."
Hadis-i şerifte; bu ayda oruç tutmanın fazileti hakkında şöyle buyurulur: "Ramazan orucundan sonra en
faziletli oruç, Muharrem ayında tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra da en faziletli namaz gece kılınan
(teheccüd) namazdır." Duaları kabul oldu Allahü teâlâ birçok duaları Aşûre Günü kabul buyurdu. Âdem
aleyhisselamın "tevbesinin kabul olması", Nuh aleyhisselamın gemisinin "tufandan kurtulması", Yunus
aleyhisselamın "balığın karnından çıkması", İbrahim aleyhisselamın "Nemrud'un ateşinde yanmaması", İdris
aleyhisselamın "diri olarak göğe çıkarılması", Yakub aleyhisselamın "Yusuf aleyhisselama kavuşması" ve
"gözlerindeki 'perde'nin kalkması", Yusuf aleyhisselamın "kuyudan çıkması", Eyyûb aleyhisselamın
"hastalıktan kurtulması", Musa aleyhisselamın "Kızıldeniz'den geçip Fir'avn'ın boğulması" ve İsa
aleyhisselamın "vilâdeti" (doğumu) ve "Yahudilerin öldürmesinden kurtulup 'diri' olarak göğe çıkarılması" hep
Aşûre Günü olmuştur. Birçok peygamberin ve mü'minlerin kurtuluşu bu mübarek güne rastlamıştır. Hazreti
Hüseyin radıyallahü anh bugün şehâdet şerbetini içerek Rabbine ve sevgili dedesine kavuşmuştur. Hazreti
Hüseyin ve ağabeyi Hazreti Hasan radıyallahü anh, Medine-i Münevverede dünyamızı şereflendirmişlerdir.
Mübarek dedeleri başta olmak üzere bütün sahabiler tarafından çok sevilmiş, takdir edilmiş ve el üstünde
tutulmuşlardır. İslâm dini uğrunda pek sıkıntı çekmemişlerdi. Bu da onların derecelerinin Bilâl-i Habeşi
radıyallahü anh, Ammar bin Yasir radıyallahü anh ve diğer imanları uğrunda "eza ve cefa"ya maruz
kalanların derecelerinden daha düşük olmasına sebep olacaktı... Rabbimiz, buna razı olmadı. Onları çok
sevdiğinden makamlarını yükseltmek için ikisine de "şehâdet" rütbesini ihsan buyurdu. Bu iki mübarek
insanın "şehid" olmaları bizler için musibet gibi görünse de onlar için büyük nimet olmuştur. Bizler halen bu
hadiseye üzülsek de, onlar dereceleri yükseldiği için kim bilir ne kadar sevinmişlerdir. "Salih kullarımdandı!"
Musa aleyhisselam bir yerden geçerken, daha önce tanıdığı bir adama rastlar. Bakar ki; bu tanıdığı
adamcağızı vahşi hayvanlar parçalamışlar. Bu zavallının vücudunun bir kısmı yenmiş bir kısmı da o şekilde
terk edilmişti. Bunu gören Musa aleyhisselam taâccüb ederek. "Ya Rabbi, ben bu kulunu tanırdım. Çok salih
bir kimse olup seni de çok severdi. Bu musibetin onun başına neden geldiğinin hikmetini merak ediyorum"
dedi. Rabbimiz de buna karşı; "Ya Musa doğrudur. Bu kulum bizim salih kullarımızdan biri olup, bizi de çok
severdi. Ancak, bizden çok yüksek makâmlar talep etmekteydi. Ne var ki; amelleri ise o makamlara
çıkmasına kâfi değildi. Biz ona bu musibeti, onun istediği makamlara kavuşması için verdik" buyurarak bu
işin hikmetini açıklamıştır. Böylece bizim gördüklerimizle, ilâhi maksat arasındaki fark anlaşılmış oldu. Bu
mübarek Aşûre Gününde Yüce Rabbimizin sevdiklerine ihsan ettiği nimetleri bizlere de ihsan etmesini
temenni eder, Aşûre gününüzü şimdiden tebrik ederiz...

Mehmet Said Arvas

Hastalıklar ve çeşitleri!..

24.01.2008

Hastalıklar iki türlüdür: Birisi bedenimizde meydana gelen "maddi" hastalıklardır. Diğeri ise "manevi" kalp
hastalıklarıdır. Her iki hastalık da tedaviye muhtaçtır. Tedavi olunmaz ise müzminleşir, büyük sıkıntılara
sebep olur. Mikropları tespit edilip yok edilmedikçe tedavisi zorlaşır... Bedenî hastalığımızı çabuk fark ederiz
ve hemen vakit geçirmeden tedavi olmaya çalışırız. Halsizlik, iştahsızlık bunun en açık belirtileridir. Hastalık
halinde çok sevdiğimiz yemekler, tadına doyamadığımız meyveler bize acı gelmeye başlar! Yemek bile
istemeyiz. Hane halkının ısrarı üzerine aldığımız bir lokma bile bize acı gelir. O zaman hasta olduğumuzu
anlarız. Yoksa biz o yemekleri ve o meyveleri büyük bir zevkle yerdik. Ne kadar da hoşumuza giderdi...
Sıhhatimize kavuştuğumuzda da yine aynı lezzeti almaya başlarız... Ancak tadanlar bilir!.. Aynen bunun gibi;
ibadetlerimizden lezzet alamıyorsak, biz manen hastayız, demektir. İbadetlerde o kadar büyük lezzet vardır
ki, tarif edilemez! Bunu ancak tadanlar bilir. Hiç bal yememiş birine balı nasıl tarif edersiniz? Manevi
hastalığımızın tedavisi, bedenî hastalığın tedavisinden çok daha önemlidir. Birisi, üç günlük dünya
hayatımızla; diğeri ise ebedi hayatımızla ilgilidir. Hayâl gibi, rüya gibi bir hayatla, sonsuz, ebedi bir hayat
nasıl mukayese edilebilir!.. Manen hasta olmayıp, ibadetlerinden lezzet alanlardan biri, Ebu Süleyman
Dârâni rahmetullahi aleyhtir. Bu zat buyuruyor ki: "Namazlardaki, hele gece namazlarındaki lezzet
olmasaydı, kendimi dünyadan zevk almış saymayacaktım." Kıldığı namazlardan ne kadar büyük lezzet almış
ki; diğer lezzetleri unutmuştur. O da bizim gibi güzel yemekler yemiş, içmiş, güzel yerlerde dolaşmış, fakat
bütün bunlar bir hiç olup gitmiştir. Ve ilave ediyor: Eğer Rabbim aldığım bu tadı ibadetlerime karşılık saysa

ve dese ki: Ey kulum! Sen bana "ibadet" ettin, ben de sana bu kadar "lezzet" verdim. Bu durumda ben
Rabbime borçlu kalırım... Namazlardan nasıl lezzet alınmaz? Yerde ve gökte ne varsa hepsini ve bütün
kâinatı yoktan var eden ve dilediği anda da yok etmeye muktedir olan Rabbimizin huzurunda duruyoruz.
O'nunla konuşuyoruz. O'na hitap ediyoruz... Bütün namazlarda okunması vacip olan Fatiha suresinde
diyoruz ki, meâlen: "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden medet umarız." Makâmı, mevkii yüksek
birisiyle görüşmek oldukça zordur. Randevular, iltimaslar gerekir. Böyle bir görüşme vâki olunca iftihâr
vesilesi yapılır. "Falanca ile görüştüm!.." diyerek pay çıkarılır. Fakat o görüşmesiyle şereflendiğimiz kişi de
bizim gibi topraktan yaratılmıştır. Tekrar toprak olmaya mahkumdur. Rabbimizin huzurunda durup O'na hitâp
etme "şerefi" ve "makâmı" ne kadar yüksektir! Dünyanın hiçbir "makamı" bu "şerefi" insana kazandıramaz.
Teşehhütte de Sevgili Peygamberimize hitap etme şerefine nail oluyoruz. O'na selâm veriyoruz. Biz,
kendiliğimizden bu makâma çıkmıyoruz. Dâvet olunmuşuz. Rabbimizin huzurunda O'nun daveti ile bulunmak
cennetten bile daha üstündür. "Ölümden mi korkuyorsun?" Büyüklerden biri şöyle buyuruyor: "Ben namaz
kılmayı cennete girmeye tercih ederim. Çünkü, namaz kılmamı Rabbim istiyor. Cennete girmeyi ise nefsim
istiyor. Rabbimin istediğini nefsimin istediğine tercih ederim." Ebu Medyen hazretleri vefât edeceği zaman
çok ağlar, sebebini sorarlar; "yoksa ölümden mi korkuyorsun?" O da "hayır" diye cevap verir: "Ben öldükten
sonra namaz kılanlar olacak fakat ben içlerinde bulunamayacağım. Oruç tutanlar olacak yine ben içlerinde
olamayacağım. İşte ben bunlara ağlıyorum" demiştir... Mânevi hastalıklarımızın hangileri olduğunu ve
onlardan kurtulma çarelerini mânevi tabiplerimiz bize açıklamışlardır. Haftaya inşallah onları arz etmeye
çalışacağız...

Mehmet Said Arvas

Dünya sevgisi...

31.01.2008

Manevi hastalıkların başı dünya sevgisidir. Bütün kötülükler ondan doğar. İnsanları çekememezliğe, birbirine
karşı düşmanlığa ve kibirlenmeye sevk eder... Şüpheli, mekruh hatta haram şeyleri insanlara yaptırır. Dahası
küfre bile girmesine sebep olur. Peygamberlerin çoğuna iman etmeyenler, dünya saltanatları ellerinden
çıkacağı endişesi ile mahrum kalmışlardır. Yoksa bunların hak olduklarını çok iyi biliyorlardı. Fir'avn iman
etseydi; Mısır'a olan hakimiyeti kalmazdı. Nemrut mü'minlerden biri olabilseydi, "Nemrut"luğunu nasıl
yapacaktı?!. Eshab-ı kirâmdan birisi, bir gün sevgili Peygamberimize (aleyhisselâm) sorar: -Bana öyle bir
şey öğretin ki; onu yaptığımda hem Rabbim beni sevsin, hem de insanlar!.. Cevap olarak buyurdular ki:
"Dünyayı sevme Rabbimiz seni sever..." Rabbimiz dünyayı sevmiyor, sevenleri de sevmiyor. Dünyadan
başka hiçbir yerde O'na isyan edilmez. Bundan dolayı dünyayı sevmez. "Başkasının elindekine de göz
dikme, insanlar seni sever..." İnsanlar kendilerinden bir şey istenmesinden hoşlanmazlar. Ebedi saadet için...
Dünya sevgisi, ahireti unutturur. Ne büyük aptallıktır! İnsan, bırakıp gideceği muhakkak olan dünyaya bu
kadar önem veriyor, gidip kalacağı muhakkak olan ahiretini ihmâl ediyor ve unutuyor. Servetinin artmasına
seviniyor ama ömrünün azaldığına üzülmüyor... Neye yarar öldükten sonraki servet?.. Mukaddes dinimiz,
çalışıp kazanmayı, zengin olmayı kötülememiştir. Bilâkis teşvik etmiştir. Zekat ve sadaka vermeyi emrediyor.
Verenlerin ne kadar büyük nimetlere kavuşacakları, ebedi saadete erecekleri bildirilmiştir. Bütün bunlar, para
ile elde edilir. İnsanı annesinden yeni doğmuş gibi günahsız hale getiren "hac" ibadeti de parasız olamaz.
Zenginlere farzdır. Bir oruçluya "iftar" açtıran kişinin oruç sevabına kavuşacağını hepimiz biliyoruz. Musa
aleyhisselam zamanında fakir bir adam vardı ona dedi ki: -Sen Kelimullâhsın, Rabbimizle konuşuyorsun,
durumumu arz et, bana biraz mal versin! O da arz eder. Rabbimiz buyurur ki: "O kuluma söyle, istiyorsa ona
dünyada vereyim, istiyorsa ahirette." Adam dünyada ister. Musa aleyhisselam adamı azarlar ve "Üç günlük
dünyayı ne yapacaksın? Hepsini bir gün bırakıp gideceksin. Sen ahireti iste, orası ebedidir" buyurur. Adam
der ki: -Rabbim bana bıraktı madem, ben dünyada istiyorum... Ve adam kısa zamanda çok zengin oldu. Bir
taraftan gelir, diğer taraftan hayırlı işlere harcar... Nerede bir fakir var, yardım eder. Nerede borçlu var,
borcunu öder. Yetimlere sahip çıkar. Onları sevindirir. Bir müddet sonra adam ölür... Musa aleyhisselam
bakar ona cennette köşk hazırlanmış. Hikmetini merak eder ve sorar: "Ya Rabbi bu kulun dünyada istedi,
sen de verdin. Bu köşk nasıl elde edildi?" Şöyle cevap alır: "Doğrudur, o dünyada istedi, biz de verdik. Bu
köşkü ise parasıyla satın aldı..." Çalışmak ibâdettir... Yüce dinimiz, bir kişinin bakmakla mükellef olduklarının
nafakasını temin için yaptığı çalışmayı beş vakit namazını kılması şartıyla ibadet saymış ve büyük sevaplar
vadetmiştir... Bir memur dairesinde, bir işçi iş yerinde, bir esnaf dükkanında çalışırken; sevap kazanıyor.
Yani hem para hem de sevap kazanıyor... Dünyaya çalışmayı, para kazanmayı ibadet kabul eden dinimiz,
çalışmayı değil, dünya sevgisini çirkin görüyor... Gemi susuz yüzmez. Altında su olmalı, fakat içine su
almamalı. İçine su girerse batar. Abdülkâdir Geylâni hazretleri bir sohbetinde şöyle buyuruyor: "Helâlinden
kazandığınız paraları, kasanızda muhafaza edebilirsiniz. Ceplerinizde de taşıyabilirsiniz, ama kalbinizde
değil."

Mehmet Said Arvas

Gaye dünya olursa!..

07.02.2008

Bir insanın gayesi dünya olursa, tehlike çanları çalıyor demektir. Biz dünya için yaratılmadık. Burada kalıcı
da değiliz. İstesek bile bizi burada bırakmazlar. Dünyaya gönderiliş gayemiz, ahiretimizi kazanmak içindir.
Hulefâ-i Râşidîn'in üçüncüsü Hazreti Osman radıyallahü anh bir hutbesinde şöyle buyuruyor: "Cenab-ı Hak
size dünyayı ve dünyadaki nimetlerini ahiretinizi kazanasınız diye vermiştir. Dört elle sarılasınız diye değil!"
Sonra da devamla: "Dünya para gibidir. Bir adama para verilirse onunla istediklerini alması içindir." Yoksa
para ne yenir ne de giyilir. Onunla yiyecek ve giyecek alınabilir. "Dünyayı gaye edinen, paranın kendisini
yemeye çalışan adama benzer ki, çok aptallık etmiş olur." Dünya sevgisi en büyük tehlikedir. Kulun imansız
gitmesine de sebep olabilir. İnsan sevdiğinden ayrılmak istemez, hep onunla birlikte olsun ister. Sekerat-ı
mevt hâli... Bir ömür durmadan çalışan, biriktiren, servet edinen biri, tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa
yakalansa; doktorları ve kendisi hayatından ümit kesseler ne kadar üzülür. Bir anda bütün her şeyinden -bir
daha kavuşmamak üzere- ayrılmak üzeredir. Kendi kendine düşünür: Beni bu sevdiklerimden kim ayırıyor?
Sonra her şeyin takdir-i ilahi ile olduğunu anlar ve "Yarabbi, bu kötülüğü bana niçin yapıyorsun?" diye bir
düşünce içine girse, onun imanla gitmesi çok zordur! Büyükler, sekerat-ı mevti, uyku haline benzetmişlerdir.
İnsan neye çok değer verir ve ne ile çok meşgul oluyor ise onu rüyasında daha çok görür. Mesela; bir doktor
rüyasında bizden daha çok hastane, ilaç görür. Bir talebe rüyasında bizden fazla okul, ders ve kitap görür.
Bir tüccar bizden daha çok para görür, alışveriş yapar... Aynen bunun gibi, insan da son demlerinde önem
verdiği, değer verdiği şeyleri düşünür ve ruhunu o düşünce ile teslim eder... Sadi-yi Şirazi buyuruyor ki:
"Gönlünü dünyaya bağlama, dünyanın bekâsı yok, geçip gidiyor. Gönlünü halka da bağlama, halkın da
vefası yok... Gönlünü Rabbine bağla! Bir kul için O'ndan daha güzel bir sığınak yoktur." Hazreti Ali
radıyallahü anh buyuruyor ki: "Rabbimizin dünyaya hiç kıymet vermediğinin en büyük delili şudur: En kıymetli
yiyeceği bir böceğin (bal arısının) kusmuğudur. En değerli giyecekleri de bir böceğin (ipek böceği)
salyasıdır." Çoğumuzda mevcut bulunan yanlış bir kanaât vardır. Zengin birini gördüğümüz zaman onun
dünyayı çok sevdiğine hükmederiz. Fakir birini gördüğümüzde de onun dünya ile alakâsının olmadığını
zannederiz. Öyle zenginler vardır ki, dünyayı sevmezler. Öyle fakirler de vardır ki, onlardan daha haris az
insan bulunur. Zihni, fikri, düşüncesi hep paradır. "Nasıl yapsam da zengin olabilsem!" hayaliyle ömrünü
tüketir!.. Dünya sevgisi, insanı dünyada, kabirde ve ahirette sıkıntılara sokar. Dünyada, insanı gece gündüz
çalıştırır. Çeşitli tehlikelere attırır. Kazandığı, malın muhafazası ile huzursuz olur. Kimse çalmasın, kimse
yemesin diye ömrünü harcar. Bir tavuk nasıl civcivlerini koruyorsa o da malına öyle bekçilik yapmaya çalışır.
Kime topladığını, kimin bu malı yiyeceğini de bilmiyor. Belki en sevmediği adam gelir ve eline geçirir. Son
elbise kefendir!.. Dünya malını emânet bilir, sahiplenmez isek, rahat ederiz. Bir çocuğa bir oyuncak verilse; o
da onu emanet bilse, oynar, alındığında da üzülmez. Fakat oyuncağı sahiplense, alındığında çok üzülür. O
oyuncaktan aldığı lezzetin bin katı üzülür, ağlar, feryât eder... İnsanın kabir hayatındaki sıkıntısı ise; kendisi
ile beraber "kefen"den başka bir şey getirememiş olmasıdır. İnsan ne kadar güzel giyinirse giyinsin, son
elbisesi "kefen"dir. Ne kadar ev değiştirirse değiştirsin son gidip kalacağı evi "kabir"dir. Ahirette sıkıntısı ise;
dünyada elde ettiklerinin her kuruşu için hesap vermek mecburiyetidir. Hem kazancın helâl olması, hem de
harcamanın helâl olması gerektir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Ne kadar yaşarsan yaşa, bir gün öleceksin!
Ne kadar seversen sev, bir gün ayrılacaksın! Ne yaparsan yap, ister iyi, ister kötü, karşılığını göreceksin!"

Mehmet Said Arvas

Dünyanın güzel tarafları!..

14.02.2008

Dünya imtihan yeridir. Buraya onun için geldik. Bundan dolayıdır ki; dünyanın kendisi de içindeki nimetleri
de, bir taraftan iyi olsa bile diğer taraftan kötüdür. Kullanmaya bağlıdır. İnsanlar, çok uzun ömürlü olmak
isterler, bunun için çaba sarf eder, dua ederler. Hayat şartları ne kadar sıkıntılı da olsa hepimiz yaşamaktan
memnunuz. Dinimiz de uzun ömürlü olmayı nimet kabul ediyor. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "İnsanların en
hayırlısı ömrü uzun, ameli salih olandır!" Güzel yaşanmaz ise, uzun ömür felâkettir! O da Hadis-i şerifte
şöyle açıklanmıştır: "İnsanların en kötüsü ömrü uzun ameli kötü olandır!" Kötü hayat yaşayan kişi hayatta
kaldıkça günâhlarını artırır. Başta kendisine, akrabalarına ve milletine zarar verir. Böylelerinin kısa ömürlü
olmaları her bakımdan daha iyidir. Dünyanın kendisi de bir bakıma kötüdür. İçindekilerini aldatmış, ahiretini
unutturmuş, cehenneme giden bir yol haline getirmişse felâkettir. Rabbimizi tanıdığımız yer... Dünyanın
güzel tarafları da çoktur. Peygamberlerin namaz kıldıkları, ibadet ettikleri yerdir. Meleklerin ziyaret ettikleri
mekânlardır... Rabbimizi burada tanıyor, O'na yalvarmanın tadını burada alıyoruz... Hazreti Ali radıyallâhü
anh buyuruyor ki: "Çocuk iken ölüp, cennetin en yüksek makamlarına çıkmayı istemem. O zaman Rabbimi
tanımamış olurdum!" Mekhuli Dımışki de, bir arkadaşına soruyor: "Cenneti seviyor musun?" O da "Kim
sevmez ki?" diye cevap verince "Öyle ise ölümü de sevmelisin, çünkü ölmeden cennete girilmez. Cennetin
yolu ölümden geçer" buyuruyor... Cennetin yolu dünyadan geçer. Dünyaya gelmeden Cennete girmek
insanlar için mümkün değildir. Dünyadaki nimetler geçicidir, fanidir. Fakat ebedi nimetleri kazandırır. Onun
için de çok kıymetlidir. Bütün dünyaya hakim olanlardan biri de Süleyman aleyhisselamdır. Hiç kimseye
nasip olmayan saltanat ona verilmişti. İnsanlar, cinler, hayvanlar, rüzgâr hep onun emrinde idi. Bir gün bir
yerden gelirken insanlar sağ tarafında ona refakat ediyor, cinler sol tarafında... Güneşten rahatsız olmasın
diye kuşlar kanat germişler, öylece yol alırken bir adama rastlarlar. Adam ona der ki: -Ey Davud'un oğlu!
Cenabı Hak sana ne büyük saltanat ihsan etmiş, hiç kimseye vermediğini sana vermiş. Süleyman
aleyhisselam şöyle cevap verir: -Bize verilen bu saltanat bir 'sübhanallâh' demek kadar kıymetli değildir.
Çünkü bu saltanat geçicidir. 'Sübhanallâh' demek ise kalıcıdır. Hiç geçici ve fani olan şeylerle, ebedî ve
kalıcı şeyler mukayese edilebilir mi?.. Saadetin anahtarı İbrahim aleyhisselam da; "Ben batan şeyleri
sevmem" buyurmuştur. Gerçekten de Süleyman aleyhisselamın saltanatı geçici idi ve bitti. Ne güzel
demişler: "Seyretti hava üzre denir taht-ı Süleyman, Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!.." Geçici şeylerde
saadet ve huzur aradığımız için bir türlü mes'ut olamıyoruz. Saadet kapısını başka anahtarla açmaya
çalışıyoruz. Bu da bize hem zaman kaybettiriyor, hem de bir netice elde edemiyoruz. Boşuna çaba sarf
ediyor ve yoruluyoruz. İçinde yaşamakta olduğumuz asra, "sürat asrı", "ilim ve teknik asrı" denebilir. Ama bu
asra hiç kimse "huzur asrı", "mutluluk asrı" diyemez. Eshab-ı kirâmdan birisi şöyle dua eder: "Ya Rabbi
nimetin tamamını istiyorum." Bunu duyan Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselam) sorar: "Nimetin tamamı
hangisidir biliyor musun?" O da "Hayır" diye cevap verir. "Nimetin tamamı, cennete girmekle elde edilir. Artık
ebedi saadete kavuşulmuştur" diye tarif eder Allahü teâlânın resulü... Bütün bu nimetler ancak dünyada ele
geçebilir...

Mehmet Said Arvas

Hased, kötü bir hastalıktır

21.02.2008

Hased (çekememezlik) manevi hastalıklardandır ve büyük bir günahtır. Felâk suresinde Yüce Rabbimiz
"Hased ettiği zaman, hased edenin şerrinden kendisine sığınmamızı" emretmektedir... Hased, günahında
hiçbir lezzet de yoktur. Diğer günahlarda geçici, aldatıcı lezzet olabilir. Zehirli bal gibi, ama bunda hiçbir tat
yok. Hiçbir faydası da yoktur. Hased, başkasının sahip olduğu nimetlerin elinden alınmasını temenni
etmektir. Dört kısma ayrılır. Birincisi: Sevmediği kişinin elindeki nimetler gitsin, varsın onun da olmasın. Bu,
hasedin en kötüsüdür. İkincisi: Ondan alınsın kendisine verilsin. Bu da kötüdür. Üçüncüsü: Onun gibi kendisi
de nimetlere kavuşsun fakat başka yerden. Başka yerden olmaz ise sonra ondan alınsın ister. Bu diğerlerine
göre biraz ehven ise de gene de haramdır. Dördüncüsü diyor ki: Ey Rabbim bu kuluna verdiğin nimetlerini
(makâm, mevki, para) bana da ver. Ama ondan alarak değil, başka yerden istiyorum. Bu, günah olmaz.
İnsanın sıhhatini bozar Hased, çok kötü bir huydur. İnsanın sıhhatini bozar, üzüntüsünü artırır, amellerini
yakar. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Ateşin odunu yakıp yok ettiği gibi, hased de sevâpları yer ve
mahveder.) Dünyada rahatlık yoktur. Herkesin kendine göre bazı sıkıntıları vardır. Ya kendisinde veya
sevdiklerinin birinde. Hased edenin ise sıkıntılarına ilave bir de hased ettiği kişi veya kişilerin kavuştukları
nimetlerdir. Onların nimeti arttıkça, hasedcinin üzüntüleri de artar, huzur bulamaz. Daima sıkıntılıdır. Hased
eden kişi Cenab-ı Hakka da itiraz ediyor. Diyor ki: Ey Rabbim! Bu adam, bu nimetlere lâyık değil, sen buna
niçin bu kadar çok veriyorsun?!. Semada ilk işlenen günah haseddir. İblisin Âdem aleyhisselama yaptığı
hased. Yeryüzünde de ilk işlenen günahtır. Âdem babımızın bir oğlunun (Kabil) diğer oğluna (Habil) yaptığı
haseddir. Hased, iyileşmeyen bir yara gibidir. Herkesi memnun etmek mümkündür; yalnız hased edeni razı
etmek zordur. Çünkü o nimetler elden çıkmadıkça razı olmaz. İbni Sirin buyuruyor ki: "Ben dünya makamı,
mevkii ve serveti için hiç kimseye hased etmem. Düşünürüm; hepimiz bir gün öleceğiz, kabre gireceğiz.
Kabir de, hadis-i şerifte buyurulduğu gibi; (Ya cennet bahçelerinden bir bahçedir veya (Allah korusun)
cehennem çukurlarından bir çukurdur.) Nefsimin hased etmemi istediği bu adam da, bu ikisinden birine
girecek. Eğer cennet bahçesine girecekse; bu elindeki nimetlerin ne kıymeti var ki kıskanayım. Cehenneme
girecekse; onu kıskanmak değil ona acımak gerektir. Yani her hâlükârda; dünyanın geçici, fâni, bir gün bile
devam edeceği belli olmayan hayatına hased etmemeliyiz!" Böyle bir hayatın nesini kıskanacağız... Hasan-ı
Basri hazretleri de buna benzer bir örnek veriyor: "Rabbimiz, kendisine birçok nimetler verdiği kulunu ya
seviyor, yahut sevmiyor. Seviyorsa; Rabbimizin sevdiğini ben nasıl sevmeyeyim. Sevmiyorsa, elindeki
nimetlerin ne kıymeti olabilir, ta ki ona hased edeyim!.." "Bir kemik at da gör!" Hasedin ana kaynağı dünya
sevgisidir. Bütün hataların başıdır. Hased, kibir, düşmanlık, kin hep bundan meydana gelir. Mevlâna
Celâleddin rahmetullahi aleyh, Konya'da bir sokaktan geçerken ilkbahar mevsiminin güneşli bir gününde
duvar dibinde iki köpeğe rastlarlar. Köpekler sarmaş dolaş uyuyorlardı, kollarını biribirlerinin boynuna
dolamışlardı. Talebenin dikkâtini çeker ve Mevlâna'ya göstererek der ki: -Efendim ne kadar tatlı bir
manzaradır, ne de çok birbirlerini seviyor bu köpekler, böylece uyuyorlar. Mevlâna hazretleri köpeklere
bakar, tebessüm eder ve buyurur ki: -Kemik, olmadığı için böyle sarmaş dolaştırlar. Yanlarına bir kemik
atarsan o zaman görürsün o dostlukları nasıl düşmanlığa dönüşecektir!..

Mehmet Said Arvas

Hasedin zararları

28.02.2008

Hased büyük günahtır. Aynı zamanda içinde kul hakkı da vardır. Başkalarının elindeki nimetlerin çıkmasını
istemek, onların sıkıntıya girmelerini temenni etmek insana yakışmaz. Bu kötülüğüne rağmen hased
kanunen suç değildir. Çünkü kanun bunu tesbit edemez. Ama Rabbimiz bunu harâm kılmıştır. Yapanları da
tesbit edebilir ve cezalandırabilir. Dünyada huzur içinde yaşayabilmemiz için bilmemiz gerekenleri
yaratıcımız bize bildirmiş. Bilmemiz uygun olmayanları da bize bildirmemiştir... Hased etmek de bunlardan
biridir. Bizim hakkımızda başkalarının düşündüklerini bilebilseydik, hepimiz yaka paça olurduk. Nimete
kavuşup da kıskanılmayan, insan sayısı çok azdır. Perişan olurduk!.. Ölüm vaktinin de bildirilmemiş olması
büyük nimettir. Bildirilseydi elimizden kâğıt kalem eksik olmazdı. "Kaldı şu kadar yıl, ay ve günüm" derdik. 1
seneden daha az kalınca artık elimiz ayağımız bir şey tutmaz olurdu. Perişan olurduk. Hased etmenin
zararları!.. 1- Hased eden Rabbine isyan eder, O'nun emirlerine karşı gelir. Çünkü hasedi haram kılmıştır. 2-
Hayırlarını yakar veya hased edenin defterine yazılmasına sebep olur. 3- Hased eden kâmil bir Müslüman
olamaz. Mü'min mü'minin kardeşidir. Kardeş kardeşe kötülük düşünemez. Yaparsa, şeytanın yaptığını
yapar, ona arkadaş olur. 4- Rabbinin yaptıklarına itiraz eder, beğenmez. Hased ettiği şahsa bir belâ gelirse
sevinir ve Rabbim beni seviyormuş diye memnun olur. 5- Hased eden dünyada ve ahirette sıkıntılara uğrar;
dünyada hased ettiği kişinin nimetleri arttıkça üzülür. Ahirette ise sevapları onun terazisinden alınır,
sevmediği, kıskandığı insana verilir. Sevapları biterse hased edilenin günahları alınır, hased edenin
günahlarına ilave edilir. Hased etmekle insan bu kadar sıkıntılara, felaketlere maruz kalırken, hased edilenin
hiçbir zararı olmaz. Bilakis iki dünyada da kârlıdır. Dünyada kârlıdır; çünkü kendisini sevmeyen, ona kötülük
düşünen kişi devamlı azâb içindedir. Cezası dünyada başlar. Hased edilenin ise kıskanıldığı için
nimetlerinde bir azalma da olmaz. Her hased edilen şahsın nimetleri elinden alınsaydı, dünyada nimet sahibi
kimse kalmazdı. Çünkü her nimetin bir kıskananı bulunur. Akıllı olan adam, hiçbir tadı olmayan, hiçbir yararı
olmayan, büyük sıkıntılara sebep olabilecek hased hastalığından kendini kurtarır. Ahirette hiçbir cezası
olmasaydı bile, insan boş yere kendisini bu kadar sıkıntılara sokmamalıdır. Bir gün Sevgili Peygamberimiz
aleyhisselâm, Eshab-ı kiramına sorar: -Müflis kime derler? Cevap olarak derler ki: -Biz müflis (iflas etmiş) o
kişiye deriz ki; elindeki, avucundaki malına sahip olamamış, hepsini yitirmiş ve zenginken fakirleşmiştir.
"Müflis odur ki!.." Bunun üzerine şöyle buyurdu, fahri kâinat: -Benim ümmetimden gerçek müflis odur ki;
kıyamet günü birçok hayırlarla gelir. Namaz kılmış, oruç tutmuş, zekât vermiş, hacca gitmiş, sadaka vermiş,
fakat birini dövmüş, birini sövmüş, birini gıybet etmiş, birinin kanını akıtmış, birine hased etmiş, birinin malını
yemiş. Hak sahipleri başına üşüşür, sevaplarını alırlar. Sevapları biter, hak sahipleri hâlâ varsa, bu defa
onların günahı alınır, onun günahına ilâve edilir. Sevaplar sıfırlanır, günahlar da artarsa onun gideceği yer
elbette ki Cehennemdir. Rabbimizin merhameti sonsuzdur, fakat kulların merhametine güvenilmez. Mümkün
olduğu kadar üzerimizde kul hakkı ile mahşer meydanında bulunmamaya gayret edelim...

Mehmet Said Arvas

Altın levhadaki nasihatler...

06.03.2008

Kur'ân-ı kerîmin Kehf suresinde, Musa aleyhisselam ile Hızır aleyhisselâmın beraber yaptıkları ve ibretlerle
dolu seyahatleri anlatılır. Karşılaştıkları hadiselerin üçüncüsü ve sonuncusu bizim mevzumuzla alakalı
olduğundan ondan bahsetmeye çalışacağız... İsmail Hakkı Bursevi hazretlerinin Ruh-ul-beyân tefsirinde bu
âyet-i kerime şöyle tefsir edilmiştir: Bu iki mübarek zat, bir şehre gelirler. Yıkılmak üzere olan bir duvarla
karşılaşırlar. Hızır aleyhisselam eliyle duvarı düzeltir. Sebebini ise bilâhare şöyle izah buyurur: "Bu duvar iki
yetim çocuğa aittir. Altında da bir hazine mevcuttur. Düzeltmeseydik yıkılacaktı, altındaki hazine de başkaları
tarafından alınacaktı. Bu yetim çocukların babası salih bir insandı. Rabbimiz, babalarının salih biri olması
sebebiyle onlara acıdı ve bu duvarı düzeltmemi emretti." Babanın salih olması çocuklarına ne büyük faydalar
sağlıyormuş. Bu, dünyadaki; ahirettekiler de başka... KALEMİN YAZDIĞI OLUR!.. Adı geçen tefsirde o
hazinenin altın bir levha olduğu yazılıdır. Levhada Besmeleden sonra şu yedi nasihat vardı: 1- "Kadere, her
şeyin takdiri ilâhi ile olduğuna iman eden bir adam nasıl üzülür?" Hazreti Ali buyuruyor ki: Sabredersen
kalemin yazdığı olur, sevâp kazanırsın. Sabretmez isen yine kalemin yazdığı olur, günâhkâr olursun. İmam-ı
Şâfii hazretleri buyuruyor ki: "Ey Rabbim... Sen ne dilersen o olur, ben istemesem de. Ben istesem bile, sen
istemesen olmaz." Ne kadar doğrudur. Vaki olanda hayır var demişlerdir. Rabbimiz bizi annemizden daha
çok seviyor. İşimizi bilirsek hep kârlı çıkarız. Nimetlere şükretsek sevâp kazanırız. Sıkıntılara, hastalıklara
sabretsek yine sevâp kazanırız. 2- "Rızıkların taksim edildiğine inanan nasıl rızkından endişe edebilir?"
Karada, denizde ve havada yaşayan bütün canlıların rızkını gönderen Rabbimiz bizim rızkımızı da gönderir.
3- "Öleceğine inanan insan nasıl olur da şu kısacık, rüyâ gibi olan bu dünya hayatına gönül verir." Hasan-ı
Basri hazretleri kahkaha ile gülen bir genç adama rastlar. Ona der ki: "Sana birkaç soru soracağım, cevap
ver... Sen de herkes gibi bir gün öleceksin. İmanla gideceğinden emin misin?" "Hayır" diye cevap verir genç.
"Kabirde Münker ve Nekir meleklerinin sorularına doğru cevap verebilecek misin?" Ona da "hayır" der.
"Kıyamet günü amellerin tartılacağı terazinin hayır kefesinin ağır basacağını ve kurtulacağını biliyor musun?"
Onu da "hayır"la cevaplandırınca, "O halde bu kahkahaların ne manası var?" O genci artık kahkaha ile
gülerken kimse görmedi. 4- "Bütün amellerinden hesaba çekileceğini bildiği halde nasıl olur da bugüne
hazırlık yapmaz?" 5- "Cehennemin yakıtının insanlar ve taşlar olduğunu bildiği halde nasıl günah işlemekten
sakınmaz?" DÜNYADAKİ ATEŞ BİLE!.. Yanmak çok zordur. Dünyadaki ateş bile bize ne kadar acı veriyor.
En çok üç beş dakika sürer. İnsan ölünce acı duymaz, kendisini cehenneme attıracak işlerden nasıl
sakınmaz? 6- "Cennetin sonsuz saâdet yeri olduğunu bildiği halde insanlar nasıl ona kavuşmaya, bu
nimetleri elde etmeye gayret etmezler?" Cennete giden yol bellidir. Hangi işleri yaparsak cennetlik,
hangilerini yaparsak cehennemlik olacağımızı çok iyi biliyoruz. Yol ayırımındayız. Birini tercih etmek
zorundayız, birini seçeceğiz. 7- "Âdem babamızdan beri bize düşman olan şeytanı nasıl olur da insanlar dost
edinir ve onun dediklerini yapmaya çalışırlar?" "Altın Levha"daki "altın nasihat"lerden bizler de
faydalanabiliriz. Tabii ki önem verirsek...

Mehmet Said Arvas

Rebi'ul-evvel ayı

13.03.2008

On bir aydan beri hasretini çektiğimiz Rebi'ul-evvel ayına kavuşmuş bulunuyoruz. Rabbimize ne kadar
şükretsek yine de azdır. Bu mübarek ayda kavuştuğumuz nimetler o kadar büyüktür, o kadar kıymetlidir ki;
başka hiçbir ayda kavuşmuş değiliz bu nimetlere. Bu nurlu ayda âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili
Peygamberimiz aleyhisselam dünyamızı ve bütün kâinatı şereflendirdi. Mevlid Kandili bu ayın on ikinci
gecesidir. (19-20 Mart) Mevlid Kandili gecesi Kadir Gecesinden sonra senenin en kıymetli gecesidir. Kadir
Gecesi, bin aydan daha hayırlıdır. Bir uzunca ömre bedeldir. Onu metheden müstakil bir sûre nazil olmuştur.
Şafii mezhebinde ise, Mevlid Kandili gecesi, Kadir Gecesinden daha faziletlidir. Şöyle ki: Kadir gecesini bu
kadar kıymetlendiren şey, Kur'an-ı kerimin o gecede nazil olmasıdır. Mevlid Gecesi olmasaydı, Kur'an-ı
kerim nazil olmayacaktı, dolayısı ile Kadir Gecesi de olmayacaktı... EN KARANLIK ÇAĞ!.. İnsanlık tarihinin
en karanlık, en sıkıntılı çağı altıncı ve yedinci asırlardır. İnsanlık uçuruma yuvarlanan bir araba gibiydi. Onun
bu tehlikeli haline dur diyecek, onu kurtaracak bir el de yoktu. Her geçen gün insanlık âlemi biraz daha
felakete sürükleniyordu. Bu iki asırda, insan, yaratanını tamamen unutmuş, kendini de unutmuştu. Nereden
geldiğini, nereye gittiğini, akılları hayrette bırakan kâinatın yaratılış sebebini düşünmek bile istemiyordu.
İnsanlar artık, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile batılı ayırt edebilecek kabiliyete de sahip değildi.
Peygamberlerin sözleri çoktan unutulmuş, getirdikleri semâvi kitaplara beşer parmağı karışmış ve ilâhi kelâm
olma vasfını tamamen kaybetmişti. İnsanlar, kendi elleri ile yaptığı putlara tapıyor ve onlardan medet
umuyorlardı. Halbuki çok iyi biliyorlardı ki, o cansız varlıklardan hiçbir menfaat gelmez, yerlerinden
kıpırdayacak güçleri yoktu. Yine bu iki asırda putperestliğin yanında bir kısım insanlar taşlara, ağaçlara,
yıldızlara, Ay'a, Güneş'e ve hayvanlara tapıyorlardı... Hasılı Arap Yarımadası'nda zulümler, rezâletler,
hurâfeler ayyuka çıkmıştı. Hak, hukuk, adâlet kavramları tarihe karışmış, güçlü zayıfı eziyor, kız çocukları diri
diri toprağa gömülüyordu. Bu canavarca yapılan işlerden de pişmanlık duyulacağına bilâkis zevk alınıyordu...
Her taraf zulmet içinde iken Yüce Rabbimiz bizlere acıyarak âlemlere rahmet olarak sevgili Peygamberimizi
bu mübarek gecede bizlere gönderdi. Yeryüzündeki bütün Müslümanların, bu nurlu gecenin kıymetini çok iyi
anlamaları ve değerlendirmeleri gerekir. Büyüklerimizi ziyaret etmeliyiz, kandillerini tebrik etmeliyiz.
Çocuklarımıza bu gecenin önemi anlatılmalı ve sebeb-i hayatımız olan Peygamberimizin aleyhisselam
sevgisi aşılanmalıdır. CAN SİMİDİ GİBİ... Bu geceye sevinen kâfirler bile menfaat elde etmişlerdir. İslâmın
azılı düşmanlarından Ebu Leheb kendisine Peygamberimizin doğumunu müjdeleyen cariyesini (kadın köle)
azat edip hürriyetine kavuşturduğu için her pazartesi günü azabının hafiflediğini rüyada kardeşi Abbas'a
radıyallahü anh söylemiştir. Bu geceye olan sevgi, kâfirlere bile fayda sağlamıştır. İman edip onun ümmeti
olan, onun sevgisi ile kalbini dolduran müminler nasıl fayda elde edemezler? Onun sevgisi can simidi gibidir,
tutunan kurtulur. Bu mübarek gecenin hepimize, cümle Müslümanlara ve bütün insanlara hayırlara vesile
olmasını temenni ederim.

Mehmet Said Arvas

"Beni Rabbim terbiye etti..."

20.03.2008

Başlıktaki söz, âlemlere rahmet olarak gönderilen, yaratılmışların en şereflisi ve üstünü Sevgili
Peygamberimize aittir. "Beni Rabbim terbiye etti. Güzel bir şekilde terbiye etti" hadis-i şeriftir... Daha
dünyaya gelmeden ve kâinatı şereflendirmeden birkaç ay önce muhterem babaları Abdullah vefât etmişti.
Yetim olarak doğdular. Melekler sordu: "Ey Rabbimiz binlerce senedir beklenen en son ve en büyük
Peygamber babasını göremedi. Anneler yufka yürekli olduklarından umumiyetle babalar çocuklarını terbiye
ederler. Bu mübarek zatı kim terbiye edecek?" Cevap alamadılar... Altı yaşına geldiklerinde muhterem
valideleri de vefat etti. Melekler yine sordular: "Annesinden de ayrıldı, büsbütün sahipsiz kaldı. Hem yetim
hem de öksüz. Onun terbiyesi ile ilgilenecek kimsesi kalmadı!.." Bunun üzerine Yüce Rabbimiz şu cevabı
verdi: "Onu ben terbiye edeceğim. Onun terbiyesi bana aittir." O, EN GÜZEL ÖRNEKTİR Bizzat Allahü teâlâ
tarafından terbiye edilen birinde hiçbir kusur bulunabilir mi? O bütün insanlara en güzel örnektir. El Ahzab
Suresi 21. ayeti kerimede meâlen: "Resulullah'ta sizin için güzel örnekler vardır" buyuruluyor. El-Kâlem
Suresi 4. ayeti kerimede ise meâlen: "Muhakkak ki sen ey habibim yüksek bir ahlâk üzeresin" hitab-ı ilâhisi,
Onun nasıl terbiye olunduğunu bizlere bildirmektedir. Onu örnek alanlar, Onun gibi yaşamaya çalışanlar,
Onun sünnet-i seniyyesine tabi olanlar, insanüstü güzelliklerle melekleşmeye doğru yükselirler. O mübarek
zatın ümmetinden olma şerefine kavuştuğumuz için ne kadar sevinsek, ne kadar hamd etsek yine de azdır.
Büyük İslâm âlimlerinden Kadı İyad hazretleri buyuruyor: "İki şey bana o kadar şeref bahşediyor ki, tarif
edemem. Bu iki şeye kavuştuğum için kendimi o kadar yükseklerde hissediyorum, sanki yıldızlar ayağımın
altında gibidir. Bunların birincisi; Rabbimin bana hitap etmesidir. Kur'an-ı kerimde insanlara hitâp iki türlüdür.
Umumu ilgilendiren meselelerde; Ey insanlar veya Ey Âdemoğulları... şeklindedir. Yalnız mü'minleri
ilgilendiren kısımlarda ise; Ey iman edenler... tarzındadır. İkisinde de Rabbimin muhatabı olma şerefine ben
de kavuşuyorum. Beni yücelten ikinci sebep de, o büyük şahsiyetin ümmetinden olmamdır. Rabbimiz o
mübarek zatı çok sevdiği için onun sevdiği ümmetini de çok seviyor. Bunu bilen birçok Peygamber Onun
ümmetinden olmayı temenni etmişlerdir. HUYLARINIZI GÜZELLEŞTİRİN Resulullah aleyhisselâm, güzel
ahlâk ve edep timsâli oldukları gibi, güzel ahlâk sahibi olanları da methetmişlerdir. Meselâ bir hadis-i şerifte:
"Sizden en çok sevdiğim kişi ve kıyâmet günü bana en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır"
buyuruldu. Bir diğerinde ise şöyle buyuruluyor: "Kıyamet günü amellerin tartılacağı terâzinin hayır kefesinde
güzel ahlâk kadar ağırlığı olan başka bir ibadet yoktur." Bazıları diyorlar ki: İnsanın nasıl boyu, şekli
değiştirilemiyorsa, huyu da değiştirilemez. "Can çıkar, huy çıkmaz" demişler. "Sütle gelen, kefenle çıkar"
sözleri bunu teyid ediyor. Fakat yanlıştır! Huy değiştirilemeseydi; hadis-i şerifte "Huylarınızı güzelleştiriniz"
tavsiyesi yapılmazdı. Dinimizde hiç kimseye gücünün yetmediği şeyler emrolunmamıştır. Şahin kuşları, av
köpekleri eğitildikten sonra eski huylarını nasıl bırakıyor, sahiplerine sadâkatle hizmet ediyorlarsa, insanlar
bunu daha rahat yapabilir... Akıllıdır, güzel ahlâkın, insanı iki cihanda da saâdete erdireceğini çok iyi bilir.

Mehmet Said Arvas

Beş şey gelmeden önce... -l-

27.03.2008

Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz!.." Bu beş şeyin gelmemesi
mümkün değildir. Mutlaka gelecektir. Bunlar gelmeden önce, diğer beş şeyin kıymeti bilinmelidir. Geldikten
sonra kıymetinin bilinmesinin hasret ve pişmanlıktan başka bir işe yaramayacağı muhakkaktır. Birincisi:
"Ölüm gelmeden önce hayatınızın kıymetini biliniz!.." Ölüm, her insan için mukadderdir. Ölümden kaçmak,
ondan kurtulmak bugüne kadar hiç kimseye nasip olmamıştır. Olamaz da!.. Ölmeyecek biri olabilseydi,
Rabbimiz bunu bütün kâinâtı yüzü suyu hürmetine yarattığı ve yaratılmışların en şereflisi sevgili
Peygamberimiz aleyhisselama nasip ederdi. Zümer suresi 29-30'uncu ayeti kerimelerinde meâlen; "Şüphesiz
sen öleceksin (Ey habibim) onlar (hasımların) da öleceklerdir. Sonra hepiniz kıyamet günü Rabbinizin
huzurunda muhâkeme edileceksiniz!.." buyuruluyor. İnsan, bir şeyden kaçtıkça ondan uzaklaşır. Aradaki
mesafe gittikçe artar. Ölüm hariç! Ondan ne kadar kaçarsak kaçalım, ona doğru koştuğumuzu Azrâil
aleyhisselamla karşılaşınca anlarız... ÖLÜMDEN KURTULUŞ YOK!.. Her geçen gün, biz ölüme, ölüm de
bize biraz daha yaklaşıyor. İnansak da, inanmasak da bu böyledir. Para vererek, yalvararak, araya hatırı
sayılır birini koyarak ölümden kurtulmak mümkün olabilseydi; bunu birçokları elde etmiş olacaktı. Hiç kimse
ne kendisini ve ne de başkasını ölümden kurtarabilir! Azrâil aleyhisselam bir gün insan suretinde Davud
aleyhisselama gelir. Davud aleyhisselam ona kim olduğunu sorar. O da şöyle cevap verir: "Ben hiç kimseden
(Padişahlar dahil) korkmayan, istediği saraylara, köşklere, evlere dilediği zamanda girebilen biriyim." Davud
aleyhisselam ona, "Öyle ise sen Melekül-mevtsin (ölüm meleğisin)" der. O da "evet" diye cevap verir. Ölüm
gelmeden önce hayatın kıymeti bilinmelidir. Bu da, ölümü hatırlamak ve öldükten sonraki hayat için hazırlık
yapmakla olur. Hatırlanmaz ise hazırlık da yapılamaz! Seyahat ederken yolumuzda keskin bir viraj olduğunu
bilirsek; ona yaklaştığımızda süratimizi azaltır ve rahat bir şekilde virajı alarak yolumuza devam edebiliriz.
Unutursak ve aniden virajla karşılaşırsak dönmemiz mümkün olmaz, tepetakla yuvarlanırız. Ölümü
hatırlayan büyük faydalar elde eder. Tövbesini geciktirmez. Ölümün ne zaman ve nerede geleceği bilinmez.
Kanâatkâr olur, sıkıntılara sabreder, ibadetlerini usanmadan ve severek yapar. KUŞ KAFESTEN UÇAR BİR
GÜN Hiç şüphe yoktur ki; insan, içinde ruhu olmayan bir ceset haline gelecektir bir gün. "Can (ruh) kafeste
humâ kuştur, Kuş kafesten uçar bir gün. Bastığımız kara toprak, Boyumuzdan aşar bir gün." Ölüm en büyük
vaizdir. İbret almak gerektir. Kabristandan geçerken mevtâlara okumalıyız. Onların halinden de ibret
almalıyız. Onlar da bir zamanlar bizim gibi canlı ve neşeli idiler. Gülüyorlar, geziyorlar, yaşıyorlardı. Biz de
bir zaman gelecek onlar gibi olacağız. Onlar gibi toprağa girmek zorunda kalacağız!.. Bir gün bir adam
Fudayl bin İyad hazretlerine gelir ve nasihat ister. Fudayl bin İyad rehimehullah sorar: "Baban hayatta
mıdır?" O da "hayır" diye cevap verir. Bunun üzerine ona şöyle söyler: "Babasının vefatından ibret almayana
nasihat kâr etmez." Adamcağıza nasihat etmemiş gibi olsa da bu sözü ile en güzel nasihati böylece
vermiştir. Yani: "Baban öldüğü gibi sen de öleceksin. Babanın gittiği yere sen de gideceksin. Orada işine
yarayacak olan işleri, fırsat elinde iken yapmaya gayret et!" Yoksa o zaman pişmanlığın hiçbir faydası

olmaz!..

Mehmet Said Arvas

Beş şey gelmeden önce -ll-

03.04.2008

Sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm, (Beş şey gelmeden önce, beş şeyin kıymetini biliniz...) buyuruyor.
Bilirsek iki cihan saâdetine kavuşacağımız şüphesizdir. 1- Ölüm gelmeden önce hayatınızın kıymetini biliniz!
2- Hastalık gelmeden önce sıhhatinizin kıymetini biliniz! Sağlık büyük nimettir. Boşuna dememişler: "Olmaya
devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi." İnsanlar, sıhhatli oldukları zaman hem ibadetlerini lâyıkı vechile yapar,
hem de dünya işlerini yapabilme gücünü elde edebilirler. Dinimiz de sağlığa çok önem vermiştir. İnsanı hasta
yapan veya hastalığını artıran helâl ve mubah şeyler bile haram sayılmıştır. Hasta olmamaya çalışmalıyız.
Hasta olup da tedavi olmaya çalışmaktansa, hasta olmamaya çalışmak daha iyidir. "Hastalığın annesi soğuk
algınlığı, babası da çok yemektir" demişler. Mikroplu yerlerden uzak durmalıyız. Hadis-i şerifte buyuruluyor
ki: (Aslandan kaçar gibi cüzzâmlı hastalardan kaçınız.) HER DERDİN DERMANI VARDIR Sıhhatin ne kadar
büyük nimet olduğu hasta olunca anlaşılır. Gece yatağına girince sabaha kadar deliksiz uyku uyumanın
güzelliğini, geceyi sancılarla geçirenler çok daha iyi bilir. Hasta olursak vakit geçirmeden, hastalığımız
müzminleşmeden tedavi olmalıyız. Her derdin bir dermanı vardır. Tedavi olurken doktorun tavsiyelerine
uyacağız. Bir doktor hastasını muayene ettikten sonra ona şöyle demiştir: "Burada biz üç kişiyiz. Ben, sen ve
senin hastalığın. Bana yardım edersen, biz iki kişi oluruz, hastalığın yalnız kalır. İnşaallah onu mağlup
ederiz. Hastalığına yardım edersen, ben yalnız kalırım, sizinle baş edemem!.." Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(İki büyük nimet vardır ki, insanlar onun kıymetini bilmiyorlar. Sıhhat ve boş vakit.) Bu nimetler elden çıkınca
değerleri anlaşılır fakat iş işten geçmiş olur. 3-Meşgûliyet gelip çatmadan boş vaktinizin kıymetini biliniz!
Yaşamakta olduğumuz ömrümüz bizlere tek fırsat olarak verilmiştir. En kıymetli varlığımız vaktimizdir!
Onunla arzu ettiklerimize kavuşabiliriz. Eshab-ı kirâm vakitlerini paradan daha kıymetli bilerek öyle
harcarlardı. Vaktin isrâfının, paranın israfından daha kötü olduğunu çok iyi bilirlerdi. 4-İhtiyarlık gelmeden
önce gençliğinizin kıymetini biliniz. Gençlik, insan ömrünün en kıymetli bölümüdür. Daha öncesi çocukluk
devresidir. Çocuk, sağını solundan pek ayırt edemez. Rabbimiz de onu mükellef kılmamıştır. Ona ibadetleri
farz kılmamıştır. Gençlikten sonraki zaman ise ihtiyarlık, hastalık, takatsizlik dönemidir ki, insanlar isteseler
bile artık gençlikteki gibi çalışma imkânını bulamazlar. Zindeliğini, gücünü kaybedip ihtiyarlayan bir adam
şöyle temenni etmiştir: "Keşke bir gün bile olsa gençliğim geri gelseydi de, ihtiyarlığın benim başıma neler
getirdiğini ona anlatsaydım..." Yani, ihtiyarlığımı, gençliğime şikâyet etseydim. Gençlikte yapılan ibadetler
pek kıymetlidir. Kıyâmet günü Cenab-ı Hakkın rahmet gölgesi altında bulunacak ve o günün sıkıntılarını
çekmeyecek yedi sınıf insandan biri de, genç olduğu halde, Rabbine itaât edenlerdir. BİR GÜN GELECEK
Kİ... 5-Fakirlik gelmeden önce zenginliğinizin kıymetini biliniz. Sahip olduğumuzu zannettiğimiz malımız
bizde emânettir. Bir gün gelecek tamamı elimizden çıkacak, vârislere intikal edecektir. Dünyanın en zengini
öldükten sonra, dünyanın en fakirinden daha fakir hale gelir. Dünyanın en fakirinin sırtındaki elbise gene de
kefenden daha değerlidir. Hiç olmazsa fakirin eli ayağı hareket edebiliyor. Ölen zenginde o da yoktur.
Zenginliğimizin kıymeti ise şöyle bilinir: Kazandığımız her kuruşun helâlinden olmasına ve helâline
harcanmasına dikkat etmeliyiz. Zekât vermeliyiz. Malımızdan kendimize pay ayırmalıyız. Unutmamak gerekir
ki; Allah için harcadığımız bizim malımızdır. Gerisini başkaları yiyecek, belki de en sevmediklerimizden
birileri...

Mehmet Said Arvas

İnsanın en büyük düşmanı...

10.04.2008

İnsan, yaşama savaşı verirken, pek çok güçlüklerle ve tehlikelerle karşılaşır. Yangınlar, depremler, seller,
afetler, salgın hastalıklar, yıldırım çarpmaları, zehirli ve yırtıcı hayvanlar ve daha niceleri hayatımızı tehdit
eder durur. İtiraf etmek gerekir ki, bunların doğurduğu tehlikelerin hiçbiri, insanın insana yaptığı kötülük
kadar büyük olamaz. İnsanlar, diğer canlılara nazaran, çok üstün niteliklere sahip kılınmakla birlikte, bu
kabiliyeti sebebi ile kendi başına belâ kesilmiştir. Görülen odur ki, insan, kendi zekâsını, yüksek idrâkini, akıl
ve mantığını her zaman kendi yararına kullanmamaktadır. Dün olduğu gibi bugün de, yeryüzünde insan için
en büyük tehlike kaynağı, yine insandır. Bu tehlike, bugün, eskilere nazaran daha da büyümüştür ve
büyümeye de devam etmektedir. Haklı olarak insanlık âlemi, yine en çok insandan korkmaktadır. YIRTICI
HAYVANLAR BİLE!.. Zamanımızda insan kitleleri, binbir âlet ve metot geliştirerek birbirlerini kontrol etmekte,
gece gündüz demeden birbirlerini kollamaktadırlar. Yani insanlar, yine insanlar karşısında, her an tetikte
olmak zorundadırlar. İnsanlar, atom bombasını, nükleer silâhları, zehirli gazları keklik avlamak için
yapmamışlardır. Bunların yapılış gayesi insan öldürmektir. Yırtıcı hayvanlar bile, kendi hemcinslerine
saldırmazlar. Ne acıdır ki, insanlar bu yırtıcı hayvanları örnek almak istemiyorlar. Manevi bağlardan ve
samimi sevgiden sıyrılarak çok üstün bir teknolojik güç oluşturan insanlar, bu güçlerini, diğer insanlara karşı
kullanmakta ve vicdanı da muzdarip olmamaktadır. Bu yüksek teknolojik güç, kahredici bir çelik yumruk
haline gelmiş ve diktatörlerin işini kolaylaştırmıştır. Böylece, insanları korkutarak sindirmekte ve onu ölüm
tehdidi altında tutarak alabildiğine sömürmektedir. Ne kadar üzücüdür ki, insanlar, yaşamak için büyük
fedakârlıklara zorlanmakta ve birçok insan korku belâsına, şerefini, haysiyetini, namusunu, hak ve hürriyetini
feda etmektedir. Görünen odur ki, dünya hırsı, makam ve mevki sevdası insanı öyle bir noktaya getirmiştir ki,
artık onun, uğrunda ölebileceği ve hayatından daha değerli bildiği bir şey bırakmamıştır. Allah, vatan, millet,
bayrak, namus, şeref, hak ve hürriyetler için savaşıp ölmektense, bunlarsız da olsa, sürünerek de olsa,
şerefsizce yaşamayı tercih eder hale gelmiş bulunmaktadır. Gayesiz ve hedefsiz yaşayan, dünyadan başka
ebedî bir hayatı hesaba katmayan ve yalnız üç günlük dünya hayatını gaye edinen adamdan ne hayır
beklenir? GAYESİ YALNIZ DÜNYA OLANLAR! Böyle hayatı hayvanlar da yaşıyor. Onların da gayesi yalnız
dünyadır, nefsâni arzularını tatmindir. İnsanlar, birbirlerine düşman olmakla kalmıyor, kendi kendilerine de en
büyük düşmanlığı yapıyorlar. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "En büyük düşmanın içinde taşıdığın nefsindir."
Nefis şeytandan da daha büyük düşmandır. Şeytan bazen insanın kalbine girer, bozmaya çalışır, ama nefis
dâima içindedir. İkincisi ise, "sevimli!" bir düşmandır. Nefsin isteklerini kendi istekleri zanneder, onu yapmaya
heveslenir. Nefis, yalnız insanların değil, hayvanların da başına belâdır. Balığı oltaya taktıran kendi nefsidir.
Balıkların sevdiği yemi oltaya takıyorlar, onu gören balığın nefsi balığı zorluyor ve mahvediyor. Kekliği
tuzağa düşüren de yine onun kendi nefsidir. Yerdeki sevdiği yiyecekleri yemesi için zorluyor ve neticede onu
tuzağa düşürüyor. Nefisini düşman bilmeyenin başı belâlardan kurtulmaz.

Mehmet Said Arvas

Korkulması gereken şeyler...

17.04.2008

1- İmansız ölmek. En çok korkulması gereken şey bu olmalıdır. Bir insan yaşadığı şu dünya hayatında
imanını muhafaza edebilmiş ve imanla son nefesini verebilmişse bahtiyardır. Bu ona kafidir. Bu saâdete
kavuştuktan sonra bütün dünya saltanatını birden kaybetmiş olsa bile, bir kıymet ifâde etmez. Ölünce zaten
hepsini bir anda bırakmış olacaktır. Allah korusun, imansız olarak ölen kişi, yaptığı hiçbir ibadetin, hiçbir
iyiliğin karşılığını göremez, sonsuz olarak Cehnnemde yanacaktır. İnsanoğlu, imkânları nisbetinde herşeyin
en iyisini, en güzelini elde etmeye çalışır. Bütün ömrünü de, buna harcar. Evin en güzelinde oturmak,
arabanın en iyisine binmek ister, elbisenin, ayakkabının ve buna benzer şeylerin en kıymetlisini kedisine
yakıştırır. Bunlara sahip olunca da çocuklar gibi sevinir. Ölümün de en güzeli seçilmelidir. Ölümün en güzeli,
güzel yaşamakla elde edilir. "İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. Nasıl da ölürse öyle haşr olunur." Bunun aksi ise
çok az vâki olur. Rabbimizin bir kuluna verdiği en büyük nimet onun imanla kabre girmesidir. Bundan büyük
nimet ve saadet olmaz. AHİRETTE BİZİ UTANDIRACAK... 2- Günâh işlemekten korkmak, Kirâmen Katibin
melekleri yaptıklarımızı yazıyorlar. Ahirette bizi utandıracak ve azap çekmemize sebep olacak günâhlardan
çok sakınmalıyız. İşlediğimiz günâhları biz unutabiliriz, fakat melekler unutmuyorlar, kaydediyorlar. Kıyâmet
günü amel defterimizde hiç hesabımızda olmayan günahlarımızı görürsek şaşmamalıyız. Muhammed bin
Münkedir hazretleri bir gün evinde Kur'an-ı kerim okurken ağlamaya başlar. Çok fazla ağladığını gören hane
halkı, babalarını teselli etsin diye komşularından Ebu Hazım hazretlerini çağırırlar. O da gelir ve sorar:
"Kardeşim niçin bu kadar çok ağlıyorsun? Çoluğunu, çocuğunu korkuttun!" O da "bir ayet-i kerime okudum
da onun için ağlıyorum" demiş. Hangi âyet olduğunu sormuş, o da Zümer suresi 47. ayet-i kerime olduğunu
söylemiş. Meâlen: "Hiç hesap etmedikleri şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılmıştır." Ebu Hazım da
başlar ağlamaya. İkisi birden hıçkıra hıçkıra ağlarlar. Ev sahipleri ona derler ki, biz seni babamızı teselli
edesin diye getirdik, sen daha çok onu ağlatmaya başladın. YARINA SAĞ OLARAK ÇIKACAK MIYIZ? 3-
Şeytanın amellerimizi bozmasından korkmak, şeytanlar bize yalnız günâh işletmekle kalmıyorlar yaptığımız
ibadetlerimizi de bozmaya, yok etmeye uğraşıyorlar. Yaptıklarımızı beğendirmek ve böylece de bizi kibre,
ucba sevkederek sevâplarımızı silmeye çalışırlar. 4- Azrâil aleyhisselâmın ruhumuzu ansızın almasından
korkmak. İnsan ne zaman öleceğini bilmez, her an ölebilir. Öyle bir günümüz olacak ki, gecesini
göremiyeceğiz. Veya öyle bir gecemiz olacak ki gündüzü olmayacak. Yarına sağ olarak çıkacağına kimse
emin değil. Bir trafik kazası, bir kalp krizi gibi sebeplerle insan hayata vedâ edebilir. Madem ki yarına
çıkmamızdan da emin değiliz, o halde ölüme daima hazır olmalıyız. 5- Dünyanın bizi aldatmasından
korkmak. Bütün kötülüklerin başı dünya sevgisidir. Kibir, hased, kin, düşmanlık, aldatma, yalan söyleme,
başkalarını hakir görme gibi büyük günâhlar hep bundan çıkar. Hasan-ı Basri hazretleri Münafikun
suresindeki meâlen: "Ey iman edenler, dünya hayatı sizi aldatmasın." Ayeti kerimesini okur ve dinleyenlere
sorar: Bu söz kimin sözüdür biliyor musunuz? Bu dünyayı yaratan Rabbimizin sözüdür. O yarattığı için
dünyanın ne mal olduğunu en iyi o bilir. Bu en çok korkulacak şeylerden bizim de korkmamız ve onlardan
uzak durmamız gerekmektedir.

Mehmet Said Arvas

Sebeplere yapışmak...

24.04.2008

Dünyada yaratılan her şey, bir sebebe bağlanmıştır. Rabbimiz dileseydi sebepsiz de yaratabilirdi. Sebebi de,
sebeplere güç ve kuvveti veren de O'dur... Dilerse, sebep olduğu halde yaratmaz. Meselâ: Ateş, yakmaya
sebeptir, fakat İbrahim aleyhisselamı yakmadı. Havasız yaşanmaz. O hayatımızın sebebidir, ama Yunus
aleyhisselam günlerce balığın karnında kaldığı halde hayatı devam etti. İlaç hastalığın gitmesinin sebebidir.
İlaca şifayı veren yine Rabbimizdir. O dilemezse ilaçlar hiçbir işe yaramaz. Nitekim, dünyanın en modern
hastanelerinden de cenazeler peş peşe çıkıyor. Sebeplere yapışacağız ama neticeyi sebeplerden
beklemeyeceğiz. Tedavi olacağız fakat şifaya kavuşursak onu ilaçtan, doktordan değil, Rabbimizden
bileceğiz... BİZ KARINCA DEĞİLİZ Kİ!.. Bir adam kâğıt üzerinde yazı yazsa, bir karınca da kâğıdın üzerinde
bulunsa, karıncanın boyu küçük olduğundan kalemi tutan eli göremez, yazıyı kalemin yazdığını zanneder.
Bakar ki koca bir kalem yaza yaza geliyor. Bilmez ki kalem kendi başına yazamaz. O kalemi tutan bir el
vardır, kaleme yazıyı yazdıran da odur. Lakin biz karınca değiliz; aklımız var, kalemin bir el tarafından
kullanıldığını bilmek durumundayız. Bazen sebepler de meydana gelir fakat netice elde edilemez. Meselâ:
Bir çocuğun dünyaya gelebilmesi için bir anne ve bir de babanın olması ve bunların beraberlikleri gerekir.
Böyle olduğu halde yıllarca evli olan, çocuk hasreti içinde bulunan nice aileler vardır, bunlar bir çocuk sahibi
olabilmek için bütün sebeplere başvuruyorlar, bütün imkânlarını kullanıyorlar ama nafile. Bunun yanında
dilerse annesiz ve babasız yaratabilir Âdem babamız gibi. Annesiz yaratabilir, Havva annemiz gibi. Babasız
yaratabilir, İsa aleyhisselam gibi. Anneli ve babalı yaratabilir hepimiz gibi... Çok yağmur alan, ağacı bol olan
yerlerde bazen aylarca yağmur yağmaz, buna rağmen yağmuru ve ağacı az olan mıntıkalarda da bazen sel
akar. Öyleyse bize yağmuru yağdıran ağaçlar değil, ağaçları, bulutları ve kâinatı yaratan yaratıcımızdır.
Dilediği yere, dilediği kadar yağmur yağdırır. Akıl ve tecrübe, ticaret hayatında başarının başlıca sebebidir.
Fakat bazen oluyor ki; akıllı ve tecrübeli tüccar başarı elde edemiyor, buna mukabil aklı ve tecrübesi az olan
kişiler ise büyük ilerlemeler elde edebiliyorlar. Bunun hikmetini büyüklerden birine sormuşlar o da şöyle
cevap vermiş: "Her akıllı adam kazansa ve her aptal olan zarar etseydi, bu başarı akıldan bilinecekti. O
zaman Rabbimiz unutulacaktı." Yalnız sebeplerle mesele halledilebilseydi, akıllı insan akılsız arıdan daha
güzel bal yapabilecekti. Daha güçlü ve daha kuvvetli olan insan, yerde sürünen böcekten daha mükemmel
ipek dokuyabilirdi. HEPSİNİ RABBİMİZDEN BİLECEĞİZ... İlimde bile, bazı hayvanlar kadar olamıyoruz.
Mesela; ilim ve teknik bu kadar ilerlemiş olmasına rağmen, depremi daha önceden tespit edip bilemiyoruz.
Köpekler ve diğer bazı hayvanlar bunu hissedebiliyorlar. Münbit, toprağı elverişli tarlalarda bazen istenilen
mahsul elde edilemiyor. Beğenilmeyen yerlerden de çok iyi hasılat elde edilebiliyor. Bazı hayvanlar bize
musahhar kılınmış, bazısı da düşman. Meselâ: Köpek ile kurt aynı cinstendir, birbirlerine çok benzerler. Birisi
bize sadık, bize bekçilik yapıyor, biz uyurken o uyumuyor, tehlike anında bizi ikâz ediyor. Diğeri ise düşman;
gördüğü yerde saldırır ve elinden gelse bizi parçalar. Başka bir örnek: Bir çocuk bir at sürüsünü bir deve
sürüsünü güdebilir. Hatta onları dövebilir de. Halbuki o at ve develerden bir tanesi, bir tekme ile o çocuğun
işini bitirebilir. Onların bize böyle itaatkâr olmalarını, bize hizmet etmelerini Rabbimizden bileceğiz ve O'na
şükredeceğiz...

Mehmet Said Arvas

Arkadaş seçmek -l-

01.05.2008

Hayvanlar gibi yalnız başımıza yaşayamayız, beraberce yaşamak zorundayız, birbirimize muhtacız.
Hayvanlar yalnız yaşayabilirler, onların terziye, ayakkabıcıya, berbere, aşçıya ve buna benzer şeylere
ihtiyaçları yoktur. Yakaladığı rızkını yiyebildiği kadar yer, geriye kalanı ise bırakır gider, o başka bir hayvana
nasip olur. Demez ki; ben böyle taze eti nerede bulabilirim, iyisi mi buralardan ayrılmayayım, acıkınca yine
yemeye başlarım... Tevekkülleri bizden fazladır. Her acıktığında rızkı gönderilir. Biz, bir ekmek için en az
otuz kişiye muhtacız. Tarla sahibine, ekene, biçene, harmanlayana, değirmenciye, fırıncıya ve bu aradaki
nakliyecilere ihtiyacımız vardır. Toplu yaşamak zorunda olduğumuzdan, arkadaş edinmek
mecburiyetindeyiz. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Cenab-ı Hak bir kuluna hayır murad ettiği zaman ona
hayırlı arkadaşlar nasip eder." Hazreti Ali (radıyallahü anh) buyuruyor ki: "Hayırlı arkadaş edinin, çünkü onlar
hem dünyada hem de ahirette işinize yarar ve size yardımcı olur. Garip insan, arkadaşı olmayan insandır."
"CAHİLLER MECLİSİNDEN UZAKLAŞ!.." Arkadaş seçerken çok dikkatli olmalıyız. Çünkü insan, istese de
istemese de zamanla arkadaşı gibi olur. Mevlânâ Celâleddin-i Rumi hazretleri Mesnevi kitabında buna işaret
buyurur: Cahiller meclisinden sen her zaman uzaklaş, Dâima ariflerin mutlu semtine yaklaş. Nâ ehil kişilerle
yoldaşlık etme sakın. Yere düşen bir maden paslanır yavaş yavaş... İnsanların çoğu, arkadaşından şikâyet
eder; "Bana, bunu yapacağını hiç tahmin etmemiştim. Ben olsaydım ona bunu yapar mıydım" gibi. Menfaate
dayalı dostluklar, menfaat bitince biter. Arkadaş seçimindeki pişmanlık, dünyadan daha çok ahirette
meydana gelir. Bizim kıyamet günü insanların arasında rezil ve rüsva olmamıza ve neticede cehennemde
yanmamıza sebep olur. Bunun için ne kadar pişmanlık duyacağımız ve üzüleceğimiz kıyamet günü daha iyi
anlaşılır. Bunu ayet-i kerimeden öğreniyoruz. (Furkan suresi 29) Meâlen buyuruluyor ki: "Keşke ben
falancayı arkadaş edinmeseydim." Dünyadaki o sahte dostluk düşmanlığa dönüşür, birbirlerinin yakasına
yapışırlar. İnsan, arkadaşının dini üzerindedir... Arkadaşını bana söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim,
atasözleri meşhurdur. Hazret-i Ömer buyuruyor ki: "Salih ve iyi bir arkadaşın yüzüne bakmak bile insanın
üzüntülerini giderir ve onu ferahlandırır. Her şey para değildir. Birinin parası ne kadar çok olsa yine de,
sıkıntılı zamanında onu teselli edecek, hasta olunca onu ziyaret edecek ve acısını paylaşacak birini arar,
bulunca da çok huzur bulur. Para bunu temin edebilir mi? DÜNYA HAYATI GÖLGE GİBİDİR... Arkadaş üç
kısımdır: Birincisi gıda gibidir. (Hava, su ve diğer yiyecekler gibi) onsuz olmaz. İkincisi ilaç gibidir, insan
hasta olunca lazım olur, başka zamanlarda aranmaz. Üçüncüsü ise; hastalık gibidir, hiçbir zaman talep
edilmez. Her insanın dört türlü arkadaşı vardır: Birincisi ve en kıymetlisi, hem dünyada hem de ahirette
faydası olandır. Dünya işlerinde ona yardım eder, ahirette de şefâat eder. Bu hem gölgesi, hem de meyvesi
olan bir ağaç gibidir. Dünya hayatı gölge gibidir. İkincisi, dünyada bir yardımı olmaz, fakat ahirette faydası
çok olur. Bu da meyvesi olup da, gölgesi olmayan ağaca benzer. Üçüncüsü; dünyada yardım eder ama,
ahirette faydası olmaz. Bu da gölgesi olan meyvesiz ağaç gibidir. Dördüncüsü, ne dünyada ne de ahirette
hiçbir faydası olmaz. Gölgesi ve meyvesi olmayan kupkuru ağaçtan farksızdır. Böylelerinden uzak
durmalıyız...

Mehmet Said Arvas

Arkadaş seçmek -ll-

08.05.2008

Arkadaşımızı seçerken dikkat edeceğimiz bazı hususlar vardır. Bu hususlar göz önünde bulundurulmaz ve
önem verilmezse çok sıkıntılara sebep olur. Birinci husus, akıllı olmasıdır. Akıllı olmazsa bize fayda
vereceğine zarar verir. Yani kaş yapacağı yerde göz çıkarır. Derler ki; bir zamanlar bir adam bir ayı ile
arkadaş olur. Beraber dolaşırlar, insan, ayı kadar güçlü olmadığından yorulur, dinlenmeye ihtiyaç hisseder.
Bir suyun başına gelirler, adam ayıya işaretle "ben burada biraz uzanayım, sen beni bekle" diye anlatır. Ayı
da gene işaretle ona der ki: "Sen uyu, ben beklerim." Adamcağız çok yorgun olduğu için hemen uyuyakalır.
Ayı arkadaşı da başında nöbet tutmaktadır. Aksilik bu ya, adamın başına bir sinek konar, ayı önce eliyle
kovar, sinek uçar ama, tekrar alnına konar, gene kovar, gene aynı yerine gelir ayı kızar, kendi kendine der
ki: "Bu benim arkadaşımı uyutmayacak, iyisi mi ben bu sineği öldüreyim, arkadaşım rahat uyusun!" Büyük bir
taş alır arkadaşının başındaki sineğe atar, sinek kaçar fakat arkadaşının başı parçalanır ve ölür. Boşuna
dememişler; "Akıllı düşman, ahmak dosttan daha iyidir" diye. KENDİSİNE FAYDASI OLMAYAN... İkinci
husus, dindar olmasıdır. Dinini yaşamayan insan en büyük kötülüğü kendine yapar, kendisini cehenneme
hazırlar. Kendisine faydası olmayan, bilakis zararı olan birinin başkasına ne faydası olabilir? Dindar olan
arkadaşın şefâati, insanı yanmaktan kurtarır. Cehenneme atılacaklar kıyamet günü diyecekler ki: "Bize bir
şefâat eden yok mu? Candan bir dostumuz yok mu bizi bu sıkıntıdan, bu acıdan kurtarsın!" Müfessirler, bu
ayet-i kerimeyi tefsir ederken dikkatimizi şu noktaya çekiyorlar: Candan dost, kardeşten daha üstündür.
Onlar, "bir kardeşimiz gelse de bizi kurtarsa" demiyorlar. "Candan bir dost" arıyorlar ve bunun için feryad
ediyorlar. Üçüncü husus, güzel ahlak sahibi olmasıdır. Böyle bir arkadaş dünyanın en kıymetli varlığıdır.
Ondan çok güzel şeyler öğrenilir. Fudayl bin İyad rahmetullahi aleyh buyuruyor ki: "Huyu güzel fasık birinin
arkadaşlığını, huyu kötü salih birinin arkadaşlığına tercih ederim." Dünyayı çok seven, haris insanların
arkadaşlığından sakınmalıyız, insanı menfaati için her zaman satabilir. Hayırlı arkadaş evlattan da,
kardeşten de daha iyidir. "ONLAR BANA DUA EDECEK!" Büyüklerimizden Hasan-ı Basri hazretlerinin
ziyaretçileri ve dostları çoktu. Büyük âlim olduğu için insanlar, kendisine akın ediyor ve faydalanıyorlardı.
Yaşı ilerleyince, bazı hastalıklar da zuhur etti. Artık misafirleri ile sohbette zorlanıyordu. Bunu gören
çocukları, babaları yorulmasın diye önemli olmayan misafirleri kabul etmiyorlardı. "Babamız hasta, müsait
değil, sonra gelirsiniz" diye geri çeviriyorlardı. Hasan-ı Basri hazretleri bunu fark etti ve çocuklarını azarladı:
"Benim misafirlerimi neden almıyorsunuz. Vallahi ben onları sizden daha çok seviyorum. Ben ölünce siz
mirasımı taksim edeceksiniz, onlar ise azaptan kurtulmam için bana dua edecekler." YILANDAN DAHA
ZARARLI! İyi insanlarla arkadaşlık etmek ne kadar kıymetli ise, kötü arkadaş da o kadar tehlikelidir. Kötü
arkadaş yılandan daha zararlıdır. Yılan, insanı sokar, birkaç gün sancılar içinde kıvrandırır, çok zehirli ise
ölümüne sebep olur. Biz zaten bu dünyaya kalmak için gelmemiştik. Fakat kötü arkadaş insanın hem
dünyasını, hem de ahiretini harap eder, dayanılması güç sıkıntılara sokar...

Mehmet Said Arvas

Tarih okumanın faydaları...

15.05.2008

Tarih şuuru insanlara mahsustur. Hayvanlar tarih yapamazlar. Onlarda "zaman ve mekân" kavramı olmadığı
gibi, tecrübelerini biriktirme ve gelecek nesillere devretme kabiliyetleri de yoktur. İnsan toplulukları tarihsiz
kalsa idi, hayvan sürülerinden farksız olurlardı. Bugünkü kültür ve medeniyetimizi şüphe yok ki tarihimize
borçluyuz. Büyük milletlerin, büyümelerinin ana sebeplerinden biri de tarihlerine verdikleri önemdir. Bunun
için, herkes gibi biz de tarihimizi güzel bir tarzda öğrenmek zorundayız. Bu arada, elbette Selçuklu ve
Osmanlı tecrübelerine bilhassa ağırlık vermeliyiz. Çünkü bunlar, tarihimize şanla şerefle dolu sayfalar
açmakla kalmamışlar, günümüzün kültür ve medeniyetine, sosyal, ekonomik ve siyasi hayatına da ışık
tutmuşlardır. Biz sadece tarih araştırmaları ile yetinmemeliyiz. Tarihimize ışık tutan bu dehâların nasıl
yetiştirildiğini öğrenmeliyiz. YARINLARI KURMAK İÇİN MİLLİ TECRÜBE LÂZIM... Milletlere tarihlerini
unutturmak, onları yok etmeğe çalışmak demektir. Milli tecrübelerinden mahrum kalan topluluklar, yarınlarını
kurmak için sağlam bir zemin bulamazlar ve eriyip yok olmaya mahkumdurlar. Tarih okumanın çok faydaları
vardır. Birincisi insan yaratılışı itibariyle çok yaşamak ister. Birine dua ederken de diyoruz ki; çok yaşa,
ömrün uzun olsun... Hayat şartları ne kadar sıkıntılı da geçse, insan yaşamaktan memnundur. Çektiği
sıkıntılar, gördüğü lezzetlerin bin katı bile olsa insanoğlu yine de ölümden hoşlanmaz, hep yaşamak ister.
Tarih okuyan adam, o zamandan beri yaşadığını zanneder, sanki o hadiselere şahit imiş gibi hisseder
kendini ve bundan da büyük zevk alır. ONLARDAN DERS ÇIKARMAYA ÇALIŞIRIZ! İkincisi; insan, yaşadığı
müddetçe birçok hadiselerle karşılaşır, nasıl hareket edeceğini bilemez, kararsızlık içinde bocalar. Bu da
insanı sıkıntılara sokar, yanlış karar vermesine sebep olur. Hepimiz, zaman zaman yaptıklarımıza pişman
oluruz. Bazen de yapmadıklarımıza. Yapanları kârlı görünce, keşke ben de yapmış olsaydım deriz. Tarih
okursak, yapacağımız işlerin aynısına veya bir benzerine şahit oluruz. Bazıları muvaffak olmuş, başarı elde
etmiş, bazıları ise netice alamamıştır. Başaranların nasıl hareket ettiklerini öğreniriz, onlar gibi davranmaya
çalışırız. Böylece umduklarımıza kavuşabilme ihtimali yüksek olur. Üçüncüsü; tarih okumakla dünyaya olan
aşırı düşkünlükte de azalma meydana gelir. Bakar ki dünyaya hükmedenler, saltanat sürenler bugün ne
haldeler. Hepsi toprak olmuş, böceklere yem olmuş, çürümüş gitmişlerdir. Biz de aynı akıbete uğrayacağız
onların gittiği yere gideceğiz, kurtuluşumuz imkânsızdır. "EN GÜZEL NASİHATİ BUGÜN YAPTIN!.."
Dünyanın tamamına hakim olanlardan birisi de İskender-i Zülkarneyn hazretleridir. Peygamber olup
olmadığında ihtilaf vardır. Peygamber değilse bile büyük velilerdendir. Bu zat vefat eder, tabuta konur.
Hikmet sahibi bir adam tabutunun önünde durur ve der ki: "Ey büyük adam! Sen eskiden de bize çok güzel
nasihatler ederdin, ama en güzel nasihati bugün yapıyorsun. Yani diyorsun ki; halimden ibret alınız. Düne
kadar dünyaya sahip idim, bugün tabuttayım, birkaç saat sonra da toprağın altında olacağım. Ne kadar çok
servetiniz artarsa artsın, aynı şeyler sizin de başınıza gelecektir. Mağrur olmayınız, dünyaya bel
bağlamayınız. Çünkü kalıcı değildir."

Mehmet Said Arvas

Dine olan ihtiyaç...

22.05.2008

Rabbimiz, bizi topraktan yarattı, biz dünyaya daha gelmeden önce, hayatımızı devam ettirebilmemiz için
gerekli olanları da yarattı... Havasız yaşayamazdık, havayı yarattı, susuz olmazdı, onu da verdi. Gıdaya
ihtiyacımız olacaktı, yemeden, içmeden yapamazdık, onların tamamını, hiçbir eksik bırakmadan bizlere
ihsan buyurdu. Sütten kesildiğimizde, bizleri ömrümüz boyunca faydalanacağımız iki başka "meme" ile
tanıştırdı. Birisi, hayvanlardan aldığımız gıdalar, diğeri ise topraktan elde ettiğimiz sebze ve meyvelerdir.
Bizim için yaratılan ve bize takdim edilen bu tatlı gıdaları çiğnemeden yutamazdık, bu husus bilindiği için
ağzımızda dişler meydana geldi, hem de etten çıkarılarak sıralanan dişler. Dizilişleri ne kadar mükemmel...
Ön dişler arkada, arkadakiler önde olsalardı işimize yaramazdı, bu kadar faydalanamazdık. Belli bir seviyeye
(tam istenilen miktara) ulaşınca dişlerin büyümeleri durdurulur. Tırnak ve saç gibi uzamaya devam etselerdi,
belli bir zaman sonra ağzımız kapanmaz hale gelecekti... İNSAN ZAYIF YARATILMIŞTIR... Havaya, suya,
gıdaya olan ihtiyacımızdan daha çok dine ihtiyacımız vardır. İnsan zayıf yaratılmıştır. Dünyaya geldiğinden
beri içine düştüğü sıkıntılardan, maruz kaldığı belalardan kendisini koruyacak bir güç, bir sığınak aramıştır.
Bir yerden medet ummaya kendisini mecbur hissetmiştir. Ezelden beri onu titreten, korkutan "Ölüm
muamması"nı ve buna karşı içine düştüğü ümitsizlik karanlığından kurtulmak için çare aramış durmuştur.
Bunun içindir ki; tarihte hiçbir kavim ve kabile yoktur ki, bir ma'budu olmasın!.. En ilkel toplulukların bile,
tapındıkları tanrıları vardı. Kimi ağaçtan, kimi taştan kendi elleri ile yaptıkları ve şekil verdikleri putlara tapıyor
ve onlardan medet umuyorlardı. Halbuki, kendileri de çok iyi biliyorlardı ki; duymayan anlamayan, iyiliği veya
kötülüğü dokunma ihtimali olmayan bu cansız varlıklardan hiçbir hayır gelmezdi. İçgüdülerini tatmin ve
tapma ihtiyaçlarını giderebilmek için bu yolu seçmişlerdi. Bazı insanlar da Güneş'e, Ay'a, yıldızlara, bazı
hayvanlara ve ateşe taparak kendilerini avutuyorlardı. Ne gariptir ki, hâlâ bunlara tapanlar mevcuttur ve
sayıları da az değildir. Rabbimiz bizim bu ihtiyacımızı bildiği için, bize doğru yolu gösteren Peygamberler ve
kitaplar gönderdi. Böylece, bizi sahte ve yalancı ma'butlardan kurtarıp, gerçek ma'buda (kendisine)
kavuşturdu. Bundan dolayı ne kadar hamd etsek yine de azdır. Nimetlerin en büyüğü, iki cihan saadetine
vesile olan iman nimetine kavuşmuş bulunuyoruz. İnsanlar, çağımızda kendisine başka ilâhlar edinmiş,
onlara tapmakla ömürlerini heba etmektedirler. Bu yeni ilâhlar; para, makam, mevki; şan, şöhret ve buna
benzer şeylerdir. KÖLE HÂLİNE GELİR!.. Bir insan, makamını ilâh kabul eder ve ona taparsa, makamı da
onu köle haline getirir. Makam elde etmek veya makamını muhafaza edebilmek için yapamayacağı
fedakârlık yoktur, her şeyini feda etmeye ve her türlü zillete katlanmaya hazırdır. Bu kadar çok değer verdiği
dünya saltanatı ele geçse bile birkaç günlüktür. Belli bir müddet sonra ne hayat kalır ne de saltanat. Dünya
makamı, parası, şan ve şöhreti kabrin kapısına kadardır. Değer mi onu gaye edinmeye? İbrahim
aleyhisselam gibi "Ben batan şeyleri sevmem" demeli ve kalıcı saltanata talip olmalıyız. Sadi-yi Şirazi
buyuruyor ki: "Gönlünü dünyaya bağlama, çünkü dünyanın bekâsı yok. Gönlünü halka da bağlama halkın da
vefâsı yoktur. Gönlünü Rabbine bağla, O'na güven, bir kul için Rabbinden daha hayırlısı yoktur."

Mehmet Said Arvas

Teşekkürümüz tam, fakat şükrümüz azdır!

29.05.2008

Rabbimizin, üzerimizdeki nimetlerini saymaya kalksak bile sayamayacağımız kadar fazla olmasına
rağmen şükrümüz çok azdır... Küçük de olsa bize yapılan bir iyiliğe, bir yardıma hemen teşekkür ederiz.
Her millet kendine mahsus diliyle veya gülümseyerek memnun olduğunu bildirir. Bu insanlık gereğidir. "Bir
fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır" diye bir atasözümüz de vardır. İnsanlardan gelen küçük iyilikleri bile
karşılıksız bırakmadığımız, en azından teşekkür ettiğimiz hâlde, bizleri yoktan var eden, yaşatan Rabbimizin,
sayılamayacak kadar çok olan nimetlerine her nedense çok az şükrediyoruz veya hiç etmiyoruz. Evet, önce
biz yoktuk, yaratmasaydı, hiç kimse niçin yaratmadığının hesabını soramazdı. Yoktuk, bizi o yarattı, kördük,
bize görme nimetini o verdi. Sağırdık, duyma kabiliyeti de ondan. Dilsizdik, konuşamıyorduk onun ihsanı ile
konuşabiliyoruz. Çıplaktık, bizi o giydirdi. Açtık, bizi o doyurdu. Daha biz dünyaya gelmeden gıdamızı
annemizin göğsünde hazırlayarak... Güçsüzdük, elimiz ayağımız bir şey tutmuyordu, bize güç ve kuvveti o
verdi. Dalâlette idik, bizlere Peygamberleri aracılığı ile doğru yolu o gösterdi ve bizi hidayete erdirdi.
Dünyada bizi, nazlı bir misafir gibi besleyen, hayal bile edemeyeceğimiz güzellikte nimetler ihsan buyuran
Yüce Rabbimiz, ahirette de ebedi saadete kavuşmamızı istemektedir. Bize azap vermek, bizi yakmak
istemiyor. "ŞÜKREDEN KULLARIM AZDIR" Rabbimizin, üzerimizdeki nimetlerini saymaya kalksak bile
sayamayacağımız kadar fazla olmasına rağmen şükrümüz çok azdır. Kur'an-ı kerimde de öyle buyuruluyor
meâlen: "Şükreden kullarım azdır." Her dakika, havayı teneffüs etmekle hayatımızı kurtaran Rabbimize ne
kadar şükretsek yine de azdır. Biz niçin az şükrediyoruz?.. Başlıca sebebi; çok olduğu için, kolayca elde
edebildiğimiz için, alıştığımız içindir. Nimet elden gidince kıymeti bilinirmiş. Havanın ne kadar büyük nimet
olduğunu, boğazımız sıkılınca veya uzun süre havasız bir yerde kalınca anlarız. Su nimetinin değerini, onu
istediği zaman bulabilen ve içebilen değil, susuz sahrada suyu bulamayan veya boğazı kanser hastalığı ile
tıkanan, bir damla suyu dahi içemeyenler çok daha iyi bilirler. Su olmazsa yaşamamız mümkün olmaz,
susuzluğumuz arttıkça, hayatımız tehlikeye girer. Bunun için de bütün servetimizi bir bardak su için veririz.
İçtiğimiz suyu dışarı atamazsak, mesanemizde tıkanıklık olsa, sancılar içinde kıvranırız. Bu sıkıntıdan
kurtulmak için yine servetimizin tamamını vermeye razı oluruz. Bu kadar büyük nimetlere insan nasıl
şükretmez? İçinde bulunduğumuz nimetlerin kıymetini anlayabilmek için, kabirleri, hapishaneleri ve
hastaneleri ziyaret etmeliyiz!.. ÖMRÜ BOŞA GEÇİRMEYELİM... Kabristâna girince; hâlâ hayatta olduğumuz,
yaşayabildiğimiz için şükretmeliyiz. Biz de onlar gibi toprağın altında olabilirdik. Onların halinden ibret
almalıyız. Bir gün gelecek biz de onların safına katılacağız, onlar gibi toprağın altına gireceğiz. Her geçen
günün, bizi ölüme bir adım daha yaklaştırdığını unutmamalıyız ve bundan sonraki ömrümüzü boşa
geçirmemeliyiz... Hapishaneleri ziyaret edersek, hürriyetin kıymetini daha iyi anlarız, Rabbimize şükrederiz.
Onlar gibi dört duvar arasında kalmak zorunda olmadığımızı gözlerimizle görür ve hürriyetimizin devamı için
gayret sarf ederiz... Hastaneleri ziyaret ettiğimizde de, sağlığımızın kıymetini biliriz. Hastaların ne büyük acı
çektiklerini, sancılar içinde kıvrandıklarını, gözlerine uyku girmediğini görürüz. Ancak o zaman akşam
yastığa başımızı koyup sabaha kadar deliksiz uyku uyumanın ne kadar güzel olduğunu anlar ve bu nimeti
bizlere ihsan eden Yüce Rabbimize hamd ve şükür ederiz. Böylece de kulluk vazifemizi yerine getirmiş
oluruz...

Mehmet Said Arvas

Şükür nasıl yapılır?

05.06.2008

Rabbimizin bize verdiği nimetlerin şükrünü yerine getirebilmemiz mümkün değildir. O kadar çok nimeti vardır
ki bunların çoğundan haberimiz bile yoktur. Onu hatırlamak, Ona şükretmek de büyük bir nimettir ve
şükrettiğimiz için şükretmeliyiz. Davud aleyhisselâm bir gün Rabbimize şöyle niyazda bulunur: "Ya Rabbi,
başımda hiçbir kıl yoktur ki, altında ve üstünde senin nimetin bulunmasın. Bu kadar çok nimetin şükrü nasıl
yapılır?" Rabbimiz de ona şöyle buyurur: "Ben de biliyorum, kullarım benim verdiğim nimetlere karşılık
şükredemezler. Onlardan bunu istemiyorum, kullarımın buna gücü yetmez. Nimetlerin benden olduğunu
bilmeleri kâfidir." NİMETLER RABBİMİZDENDİR... Nimetler, nereden ve kimden gelirse gelsin onu
Rabbimizden bileceğiz, Ona şükredeceğiz, çünkü veren Odur. Bize iyilik yapan adamı yaratan Odur. Ona,
bize iyilik yapma arzusunu ve imkânını veren de Odur. İnsanlar sebeptir. Onlara da teşekkür edilir fakat
nimetler onlardan bilinmez... Şükür, yalnız dil ile olmaz. Bütün organlarımızla şükretmeliyiz. Kalbin şükrü,
onu Rabbimizin sevmediklerinin sevgisiyle doldurmamaktır. Günahlarla karartmamaktır. Hadis-i şerifte
buyuruluyor ki: "İşlenen her günah kalbe siyah bir leke olarak iz bırakır. Tövbe ile temizlenmez ve günahlara
devam edilirse, kalbin tamamı simsiyah hale gelir." Böyle bir kalbe artık feyizler akmaz. Kalbin şükrü onu
kibirden, hasetten, riyadan ve ucuptan uzak bulundurmaktır. Kalb ile işlenen günahlar, bedenle işlenenlerden
daha tehlikelidir, ibadetleri de bedenle yapılanlardan daha kıymetlidir. Gözün şükrü, Yaratıcısının razı olduğu
gibi kullanmaktır. Haramlara bakmamalı, kimseyi hakir görmemelidir. Olabilir ki; o hakir gördüğü kişinin
şefaatine kavuşabilmek için ona ne kadar yalvaracaktır, ondan medet umacaktır. Kulakların şükrü, onu
haram seslerden muhafaza etmektir. İnsana, günâh değil, sevap kazandıracak sesleri dinlemeye çaba sarf
etmelidir. CEZASI ÇOK AĞIRDIR!.. Ellerin, ayakların ve diğer organların şükrü ise, sahibinin izin verdiği gibi
kullanılması ile olur. Değilse, emanete hıyanet etmiş oluruz, bunun da cezası çok ağırdır. Bir gece Sevgili
Peygamberimiz "aleyhisselâm" yatağından kalkar, abdest alır, namaz kılmaya başlar, çok uzun ibadet
ederler. Aişe validemiz "radıyallahü anha" arz eder: "Efendim sizin zaten günahınız yoktur, olsa da
affedilmiştir. Biraz dinlenseniz ve istirahat buyursanız." Resûlullah efendimiz, "Şükreden bir kul olmayayım
mı?" cevabını verirler. Bundan da anlaşılıyor ki, şükür hareketlerle de olmalıdır, yalnız dil ile olursa az olur.
En büyük şükrü, en büyük nimete yapmalıyız. O da iman nimetidir. Ondan büyük nimet olmaz, iki cihan
saadetine vesiledir... "KALBİMİ SEVGİSİYLE DOLDURDU" Bağdat'ta evi olmayan, duvar diplerinde
yaşayan, üstelik âmâ ve felçli bir adam, devamlı Rabbine hamdediyordu. Bunu gören birisi ona sorar: "Sen
hangi nimetinden dolayı hamd ediyorsun? Hâlin belli, evin yok, elin ayağın tutmuyor, gözlerin görmüyor."
Şöyle cevap verir: "Ben Rabbimin en büyük nimetine kavuştum. Kalbimi sevgisiyle doldurdu. Çok az kuluna
ihsan buyurduğu bu büyük nimete ne kadar şükretsem yine de azdır. Öyle huzur içindeyim ki, daha ölmeden
cennet hayatı yaşıyorum." Nimete şükredilmezse elden çıkar. Kavuştuğumuz nimetlere çok şükredelim ki,
elimizden alınmasın.

Mehmet Said Arvas

Bahtiyar insanlar

12.06.2008

Kıyamet günü çok sıkıntılı bir gündür. Güneş alt tabakalara inmiş, insanlar kan ter içinde, hesaplar görülüyor,
amel defterleri dağılıyor. Cehennem gözler önünde, alevleri göklere yükseliyor... Hesabı iyi çıkmayanlar
herkesin gözü önünde ateşe atılıyor ve cayır cayır yanıyor... Cehenneme atılanlara denilecek ki: "Dünyada
iken sakınmadığınız veya inkâr ettiğiniz, yoktur dediğiniz cehennem var ya, işte budur, girin bakalım ve
müstahak olduğunuz cezanızı çekmeye başlayın!" Korkunç sıkıntılı ve büyük panik yaşanacak bugünde
bahtiyar bazı kimseler vardır. Bunlar hiç sıkıntı çekmeyecek, huzur içinde Rabbimizin rahmet gölgesi altında
bulunacaklardır. YEDİ SINIF İNSAN Hadis-i şerifte bildirilen ve müjde verilen bu insanlar yedi sınıftır: 1- Emri
altındakilere adil davranan idareci. Bu bir müdür, bir işveren, bir aile reisi olabilir. Sevmek ayrı şeydir. Birisini
daha çok seviyor olabiliriz fakat hak hukuk da ayrı şeydir. Herkese hakkını vermeli ve kimseye
zulmetmemeliyiz. 2- Genç olmasına rağmen nefis ve şeytana uymayan, Yaratıcısının emirlerine önem veren,
ibadetlerini yapan ve haramlardan sakınanlardır. Gençlik insan hayatının en kıymetli ve en tehlikeli
bölümüdür. Ondan öncesi çocukluk devresidir. İnsanlar bu çağda mükellef bile değildir. Daha sonrası da
ihtiyarlık, hastalık zamanıdır. İstese dahi insan, ne dünyasına ne de ahiretine yararlı işleri pek yapamaz.
Gençlikte, nefis şeytan ve kötü arkadaş bütün güçleri ile insana musallat olur, kötülüklere yönlendirir.
Düşman, ne kadar güçlü olursa, onu mağlup etmek de o kadar kıymetlidir. Bu başarıyı elde eden gençlere
kavuşacağı nimetler müjdelenmiştir. BEYTULLAHIN ŞUBELERİ... 3- Gönlünü mescitlere bağlayanlar.
Mescitler, camiler Beytullahın şubeleridir. Rabbimizin yeryüzünde en sevdiği yerlerdir. Orada meleklerle
arkadaş olur, namazlarımızdan da yirmi yedi kat sevap kazanırız. 4- Allah için birbirini seven iki kişi. Hiçbir
menfaat düşünmeden, karşılık beklemeden bu sevgiyi elde edenler, bunlar da ebedi saadetin namzetleridir.
5- Makamı, mevkii ve güzelliği yerinde olan bir kadından çirkin bir teklif alan, fakat "Ben Rabbimden
korkuyorum" diye onu reddeden insan. Böyle çirkin bir teklifi reddettiği için Yusuf aleyhisselam dünyada da
büyük nimetlere kavuştu, ahiretteki malum. Yaratılmışların en şereflileri olan Peygamberlerden bir tanesidir.
Yusuf aleyhisselamın imtihanı çok ağırdı. Kendisi çok genç idi, nefsani arzuların en çok galebe çaldığı
zamanıydı. Teklif efendisinden geliyordu. Hiç kimse efendisinin arzusunu istemese bile kırmak istemez,
üstelik davet de güzelliği dillere destan olan birinden geliyordu. Yusuf aleyhisselam garipti... İnsan
memleketinde bazı günahları yapmaktan çekinir, gören olursa ayıp olur, rezil olurum düşüncesiyle. Buna
rağmen Allah korkusu galip geldi ve imtihan kazanıldı. GİZLİ SADAKA VERENLER 6- Sağ elinin
verdiğinden, sol elinin haberi olmayacak kadar gizli sadaka verenler. Böyle sadaka riya olmadığı ve ihlasla
verildiği için, sahibini kıyamet gününün sıkıntısından kurtarmaya vesile olacaktır. 7- Yalnız kaldığı zaman
Rabbini zikreden ve bu zikir esnasında gözyaşı dökenlerdir. Rabbimiz iki damlayı çok sever; bir, dinini
yaymak için muharebe meydanlarında akıtılan kan damlası; iki, O'nun aşkıyla dökülen gözyaşı damlası. Bu
yedi sınıftan biri olmaya çalışmalıyız. Bunun için bütün ömrümüzü buna harcarsak zarar etmeyiz...

Mehmet Said Arvas

Sabır ilaçtır...

19.06.2008

Hastalar, ilaç kullanmaya mecburdur. İlaç kullanmadan sıhhat bulması oldukça zordur. İnsanlar da
sabretmek zorundadır. Sabretmez ise hayatı hep sıkıntılarla geçer... Kur'an-ı kerimde yetmişten fazla ayet-i
kerîme sabretmeyi tavsiye eder, sabredenlere büyük mükafatlar verileceğini müjdeler. Bakara suresi 153.
ayeti kerimede meâlen buyuruluyor ki: "Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allahtan yardım
dileyin. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir." Eyyûb aleyhisselam yıllarca ağır hastalığa müptelâ
olduğu halde sabretti. Onun hakkında Sad suresi 44. ayeti kerimede şöyle buyurulur: "Biz, Eyyûb'u sabreden
bir kimse olarak bulduk. O ne güzel bir kuldu! O, Allaha çok yönelen bir kimse idi." Sabredenler ne güzel bir
kuldur sözünden, sabretmeyenlerin de ne kötü bir kul olduğu anlaşılır. İKİ BÜYÜK DÜŞMAN!.. Sabretmek
insanlara mahsustur. Meleklerde sabır olmaz. Onlarda nefis yoktur, hastalık yoktur. Hayvanlarda da sabır
olmaz. Onlarda akıl yoktur, mükellef değillerdir. İnsan bu iki varlık arasında yaratılmıştır. Akıllıdır melekler
gibi; nefis sahibidir hayvanlar gibi. Aklını üstün tutarsa, melekleşmeye doğru yükselir, melekleri de geçer.
Çünkü melekler ister istemez iyidirler, onlardan kötülük çıkmaz. İnsan ise, iyi olabilmesi için çok büyük
mücadele vermek zorundadır. Bu da, iki büyük düşmanı olan nefis ve şeytana galip gelmesi ile mümkündür.
Nefsini üstün tutarsa, hayvanlaşmaya doğru alçalır, onlardan da daha aşağı iner. Zira hayvanlar mükellef
değiller, sorumlulukları olmadığından yaptıklarından dolayı da cezalandırılmazlar. YANMAK ÇOK ACIDIR!..
Bazı insanların kıyamet günü hesabı iyi çıkmaz ise cehenneme atılacaklardır. Cehenneme atılacak olan
insan ise, dünyada insan olarak değil de, hayvan olarak yaratılmış olmayı temenni edecektir. Çünkü
hayvanlar cehenneme girmezler. Yanmak çok acıdır, hele cehennem ateşinde!.. Dünyadaki yanma sıkıntısı
üç-beş dakika sonra ölümle son bulur, fakat diğeri çok uzundur ve daha yakıcıdır. Böyle insan, dünyada
insan olacağına, yılan, akrep olarak yaratılmayı ne kadar isterdi; ama eline o da geçmez!.. İnsanoğlu,
yaşadığı şu dünya hayatında birçok hadiselerle karşılaşır. Bunlardan bazısı tam istediği gibidir. Bazen de
ummadığı, beklemediği şeylerle karşılaşır. Her ikisinde de sabretmelidir. Arzu ettiklerine kavuşursa; ki onlar,
mal, makam, sıhhat ve buna benzer şeylerdir. Bunlara gönül vermemek, bunları emanet bilmek için
sabretmelidir. Bunların tamamı geçicidir, kibre, ucba, şımarmaya sevk ederse başımıza büyük felâketler
açabilir. Nimetlere sabretmek, sıkıntılara sabretmekten daha zordur. İnsanlar imtihandadır. O, bir taraftan
nefsâni arzuların itici gücü ile, diğer taraftan dinî, ahlâkî ve insana yaraşır bir hayata ulaşabilmek zorundadır.
Bu ise sabır, irade ve terbiye ile mümkün olabilir. DÜNYADA RAHATLIK YOKTUR Son zamanlarda Eshab-ı
kiramın kavuştuğu nimetler artınca dediler ki: "Sıkıntı içinde bulunduğumuz zamanlar sabretmek bugün
içinde bulunduğumuz nimetlere sabretmekten daha kolay idi." Dünyada rahatlık yoktur, rahat ve huzur ancak
cennette ele geçebilir. Hasan-ı Basri merhum buyuruyor ki: "Dünyada rahatlık bekleme, eğer bulduysan onu
kârdan say. Yolda para bulmuş gibi." Âdem aleyhisselam dünyaya terfi ederek, mükafatlandırılarak
gönderilmedi. Dünyaya sürgün olarak geldi. Böyle bilir, sabredersek, hem dünya, hem de ahiret saadetine
kavuşabiliriz...

Mehmet Said Arvas

Sabrın çeşitleri...

26.06.2008

Sabır, üç kısımdır: 1- İbadetleri yaparken karşılaşılan zorluklara sabretmek. Yaz aylarında oruç tutmak, kış
aylarında abdest ve namaz; sabah namazına uyanmak, uykusunu bölmek nefse zor gelen şeylerdir. Yaz
aylarında yatsıyı beklemek de öyledir. Fakat bu ibadetlerimizi yaparken üşenmemeli ve severek yapmalıyız.
Bu ibadetler bize ebedi saadeti kazandıracaktır. İbadetler, ruhun gıdasıdır. Bedenimizin gıdasını alırken,
nasıl çiğnemekten yorulmuyor; mideniz de hazmetmekten bıkmıyor ve bunu yaparken zevk alıyorsak,
ibadetlerimizi yaparken daha çok zevk almalıyız. İbadetlerdeki tat, dünyanın hiçbir zevk ve sefasında yoktur.
Ebu Süleyman Dârânî rahmetullahi aleyh buyuruyor ki: "Namazlardaki lezzet olmasaydı, kendimi dünyadan
zevk almış saymayacaktım." Ne kadar tat almış namazlardan ki, diğer lezzetlerin bir kıymeti kalmamıştır...
İKİ AZILI DÜŞMAN!.. 2- Günâhlardan sakınmak için sabretmek. "Günah işlememek için sabretmek,
cehennemde yanmaya sabretmekten daha kolaydır" demişler. İki azılı ve amansız düşmanımız olan nefis ve
şeytan, bizleri devamlı olarak günahlara teşvik ederler, günahları tatlı gösterir ve bizleri ona yönlendirirler.
Balığın nefsi, oltanın ucundaki yemi tatlı gösterip balığı ona yönlendirdiği gibi... Rabbimizin emirlerini ve
istediklerini, nefsimizin arzularından daha üstün görür ve ona göre hayatımızı devam ettirirsek, ebedi saadet
kapıları bizim için açılmış demektir. Ebu Hazım buyuruyor ki: "İki şeyi yapacağınıza söz verin ve yapın,
cehennemden kurtulmuş ve cennete girmeye layık olmuş olursunuz: Bir, size farz olan ibadetlerinizi
noksansız yapın, nefsiniz istemese bile. İki, Haram olan şeylerden de sakının, nefsiniz istese bile." 3- Belâ
ve musibetlere sabretmek. Hastalık ve belâ istenmez. Rabbimizden afiyet istemeliyiz. Gelirse tedâvi
olmalıyız. Şifa bulursak Rabbimizden bilmeliyiz ve ona şükretmeliyiz. Fakirlik ve hastalığı veren yine O'dur,
bizi kurtaracak olan da yine O'dur. Hastalık, çoğu zaman ilâçtır, insanı kibir, ucub ve dünya sevgisi
hastalığından kurtarır, ahiret hayatını hatırlatır, oraya hazırlık yaptırır. Ki, bize bu ekmek ve sudan daha
önemlidir. Hastalık ve musibetler, günâhlarımızın cezası olarak verilir. Cehennemde yanmaktansa, hasta
olmak daha iyidir. Kıyâmet günü, hasta olup da sabredenlere o kadar çok nimet verilecek ki, onu gören
mahşer halkı diyecekler ki: "Keşke bizim dünya hayatımızın tamamı hastalıklarla, sıkıntılarla geçseydi, biz de
bugün bu nimetlere kavuşabilseydik..." Sabreden dünya ve ahirette büyük nimetlere kavuşur. Dünyada
hastalığı azalır, ahirette büyük sevâp kazanarak ebedi saadete nail olur. Sabretmeyenin hastalıkları artar,
üzüldükçe, hastalık çoğalır, ahirette elde edeceği hiçbir nimet olmaz. Rabbimizden razı olursak, O da bizden
razı olur. "SEN ONDAN RAZI MISIN Kİ!" Bir gün bir adam Rabia-yı Adviye hazretlerinin huzurunda der ki:
"Ya Rabbi benden razı ol!" Bunun üzerine o mübarek hanım ona şöyle söyler: "Sen ondan razı mısın ki,
onun rızasını talep ediyorsun?" Önce biz Rabbimizden razı olacağız, verdiklerine kanâat getireceğiz, sonra
da onun rızasını isteyeceğiz. Hazreti Ali radıyallahü anh buyuruyor ki: "Ben dünya nimetlerini fazla
sevmiyorum, çünkü devam etmiyor, sıkıntılarına da fazla üzülmüyorum, o da devam etmiyor." Ebu Bekir
Verrâk hazretleri buyuruyor ki: "Bir musibet başıma geldiği zaman önce onu çok büyük görüyorum. (Her şey
küçük doğar, sonra büyür, musibetler büyük gelir, sonra küçülür.) Onu günâhlarımla karşılaştırdığım zaman
bakıyorum ki gelen musibet azdır bile. Böylece de başıma gelenlere razı oluyorum..."

Mehmet Said Arvas

Bu gece Regâib Kandili...

03.07.2008

"Regâib Kandili" Receb ayının ilk cuma gecesidir. Peygamberimiz aleyhisselâmın çok rağbet ettikleri, önem
verdikleri gecelerden bir tanesidir. Bunun için de bu adı almıştır. Bu akşam, idrâkiyle şerefleneceğimiz bu
geceden başka, Receb ayında bir kandil gecesi daha vardır; 26'yı 27'ye bağlayan gece Mirac Kandili
gecesidir. Receb ayına girince Sevgili Peygamberimiz aleyhisselam şöyle dua ederlerdi: "Ya Rabbi! Receb
ve şaban aylarını bize mübârek kıl ve bizi ramazan ayına kavuştur." Biz de aynı duayı yaparsak, sünneti
seniyyeye tabi oluruz, hem de bu kıymetli ayların bereketine kavuşmuş oluruz. Diğer dinlerin de kendilerine
mahsus, değer verdikleri gün ve geceleri vardır. Mesela: Hıristiyanlar için Noel haftası ve Yılbaşı gecesi çok
önemlidir. Bu bir hafta için, aylarca süren propaganda, reklam ve hazırlıklar radyolarıyla, televizyonlarıyla,
basın-yayın organlarıyla, okullarıyla, kiliseleriyle, çarşı pazarlarıyla âdeta seferber oluyorlar... Yahudiler için
de durum aynıdır. Onlar da değer verdikleri gün ve gecelerini unutmuyorlar. FIRSATLARI
DEĞERLENDİRELİM Ne kadar gariptir ki biz Müslümanlar kendi öz değerlerimiz karşısında hissiz duruma
düşmekteyiz. Birçoğumuz artık kandillerin, üç ayların, cuma gün ve gecelerinin farkında bile değiliz. Bu da
bizim için telâfisi mümkün olmayan büyük bir kayıptır. Bu fırsatlar bir daha ele geçmeyebilir. Bir daha
"Regâib Kandili" gelebilir ama biz görmeyebiliriz. Yarına çıkacağımızdan emin değiliz. Ölüm her an, her
yerde karşımıza çıkabilir. Öyle bir hayat yaşıyoruz ki, nefeslerimiz sayılıdır. Her an ömrümüzden bir nefes
azalıyor ve kabre biraz daha yaklaşıyoruz. Böyle mübarek gecelerde yapılan dualar, diğer zamanlarda
yapılandan daha çok kıymetlidir. Yaratılan şeyler birbirinden farklıdır. Bazıları bazılarından daha üstündür.
Mesela; küçücük bir altın, yüzlerce kilo demirden daha kıymetlidir. Gece ve gündüzler de birbirlerinden
farklıdır. Örneğin: Kadir Gecesi, bir gecedir. Kur'an-ı kerim o gecede indirildiği için bin aydan daha üstündür.
Bu fazileti de ayet-i kerime ile bildirilmiştir. Günlerin en hayırlısı, cuma günü, arefe günü ve diğer (dinimizce
kıymet verilen) günlerdir. Gecelerin en değerlisi ise, Kadir Gecesi, Mevlid Kandili gecesi, diğer kandil ve
bayram geceleridir. Yaptığımız her işten, konuştuğumuz her sözden hesap vereceğiz. Çalıştığımız iş yerine
on dakika geç kalsak bize hesap sorarlar. Bize maaş ödedikleri için hesap sormakta da haklıdırlar. Bizleri
yoktan var eden, yaşatan, her dakika havayı teneffüs etmekle hayatımızı kurtaran Rabbimiz bize hesap
sormaz mı? A'raf Suresi 6. ayeti kerimede meâlen şöyle buyurulur: "And olsun ki, kendilerine Peygamber
gönderdiklerimize; hesap soracağız. Peygamberlere de soracağız." "KİMLER PEKİ DEDİ?.." Peygamberlere
şöyle sorulacak: Rabbinizin emirlerini ve haramlarını insanlara anlattınız mı? İnsanlar sizi nasıl karşıladı,
kimler peki dedi, kimler karşı çıktı? Rabbimiz, bütün bunları bizden çok daha iyi bilir, kullarına itiraf ettirmek
istiyor. Bu ve buna benzer kıymetli gün ve gecelerin bereketine kavuşabilmemiz için, tövbenin şartlarına
dikkat ederek tövbe etmeliyiz, affımız için Rabbimize yalvarmalıyız. Üzerimizde kul hakkı varsa ödemeli ve
helâllik almalıyız. Bizden büyük olanları ziyaret etmeli, kandillerini tebrik etmeli ve dualarını almalıyız. Fakir
ve yetimleri vereceğimiz sadakalarla sevindirmeliyiz. Onları, sevindirirsek Yüce Rabbimiz de bizi sevindirir.
Bu vesile ile Regâib Kandilinizi tebrik eder, bizlere, bütün İslâm âlemine ve bütün insanlar için hayırlara
vesile olmasını temenni ederim...

Mehmet Said Arvas

Zorlansa da kimse gerici olamaz!..

10.07.2008

İnsanoğlu, her geçen gün biraz daha ilerleme kaydetmekte, yeni buluşlar ve keşifler elde etmekte ve daha
ileri seviyelere ulaşabilmektedir. Bu ise ona ihsan edilen akıl sayesindedir. Aklı olmayan hayvanların
yaşayışlarında hiçbir değişiklik söz konusu olamaz. İlk yaratılan karınca, toprak altında yuva yapardı,
topladığı gıdaları oraya biriktirirdi, kendisinden büyük yükler taşırdı. Bugünkü karınca da aynı şeyi yapıyor...
İlk yaratılan arı, nasıl ki önce peteğini yapıyor ve altıgen şeklinde meydana getiriyordu ve daha sonra içini
çiçeklerden topladığı gıdaları bala çevirip peteğini dolduruyordu ise, bugünkü arı da aynısını yapmaktadır...
Hiçbir gelişme ve değişiklik yoktur onların hayatında. BİZİM HAYATIMIZ FARKLI... Fakat bizim hayatımız
çok farklı. Yüz sene önce ölen bir insan, bugün dirilse, dünyamızda olup bitenlere bir baksa, ne kadar
şaşıracak, âdeta gözlerine inanamayacak. Yaptığı bir aletle, bulutların üstünde seyretme imkânı, dünyanın
öbür ucundaki ile görüşüp konuşabilme nimeti, daha neler neler... Gün yoktur ki, insanlar ilim ve teknik
bakımından yeniliklerle tanışmasın. Artık eskiye dönüş mümkün değildir. Meselâ, asrımızda yaşayan bir
hanımefendiye desen ki: "Eskiden çamaşırlar elde yıkanırdı, sen gene eskiden olduğu gibi çamaşırları elinle
yıka, onlar gibi ol!" İkna edebilir misin? Bir başkasına "Eskiden yaya veya atla seyahat edilirdi. Sen de
ecdadın gibi yap!" desen, kaç kişiyi buna razı edebilirsin? Elektrikle değil, gaz lambası ile aydınlanmayı kime
kabul ettirebilirsin? Dünyanın en yüksek iknâ kabiliyetine sahip olsanız bile, kimseyi yanınıza alamazsınız.
BAZI ŞEYLER DEĞİŞTİRİLEMEZ! Netice olarak; kimse gerici olmaz, olamaz ve olmak da istemez. Bazıları
bundan niçin endişe ediyorlar? Bazı şeyler değiştirilemez, yerlerine bir başkası konamaz. Meselâ "Güneş
milyonlarca sene önceden yaratılmıştır. Bu artık eskidi, bununla aydınlanmak, ise gericiliktir. Biz yeni bir
güneş bulalım, o bizi aydınlatsın. Değilse ilerici olamayız" denebilir mi? İstense bile başka güneş bulunabilir
mi? Bize ışık ve hayat veren bu güneşi beğenmezsek aptallık etmiş oluruz; hayatımızı da sona erdirmiş
oluruz. Mukaddes dinimiz de manevi güneşimizdir. Güneş gibi, eskimez ve alternatifi yoktur. Tarih şahittir ki,
Müslümanlar, dinlerine ne kadar değer vermişlerse, dünya işlerinde o kadar başarılı olmuş, ilerleme
kaydetmişlerdir. Bir aşiretten cihan imparatorluğu çıkaran, altı asır üç kıt'aya hakim olan Osmanlı devletinin
kurucusu Sultan Osman'ın oğluna yazdığı vasiyeti meşhurdur. Bir bölümü şöyledir: "Ey oğlum! Allah için
cihad et. Padişahlığın aslı ve esası İslamiyet'tir. Bizim mesleğimiz Allah yoludur. Maksadımız onun dinini
yaymaktır. Yoksa kuru bir cihangirlik davası değildir..." BİR GÜN GELECEK... Fatih Sultan Mehmed Han,
diğer Osmanlı padişahları gibi çok dindardı, gerici değildi. Çağ kapatıp yeni çağ açmıştı. Beşer tarihinde
benzeri olmayan karadan gemileri yürütmeyi planlamış ve başarıyla tatbik ettirmişti. Zamanının en güçlü
toplarını imâl ettirip, Bizans surlarını delik deşik etmiş ve İstanbul'un fatihi olmuştu. Bir gün gelecek ve
herkes çok iyi anlayacak ki, dindar olmak gerici olmak değildir.

Mehmet Said Arvas

Her geçen gün...

17.07.2008

Her doğan yeni gün ile birlikte hepimize yeni bir dünya kurulur. Her şey bizim için yeniden yapılır... Güneş
ışıklarıyla, kuşlar sesleriyle, çiçekler tebessümleriyle bu hazırlığa katılır. Böylece, imtihan için dünyaya
gönderilen insanın eline 24 saat denilen bir fırsat verilir. Ve zaman sahifesinde hayatımız yazılmaya
başlanır... Alışkanlıklar, dikkatleri öylesine köreltir ki, olup bitenin çok kimse farkına bile varmaz. Bütün gün,
güneşin altında dolaştığı halde, ondan habersiz yaşayanların sayısı yine de az değildir. Gelin biz aynı
duruma düşmeyelim. Belki bu son fasıl, bu son fırsattır. Ömrün, bir akşamını daha geride bırakmak üzere
olduğumuzu unutmayalım. Ölümü, kendi başımıza gelmeden önce, başkalarına ait bir şey zannetmekten
vazgeçelim. Ne kadar gördüysek hep biz cenaze taşımışız, kabre koymuşuz. Hep böyle olacak sanıyoruz...
HEPİMİZ DÜNYADA MİSAFİRİZ... Unutmayalım ki, bugün cenazesini taşıdığımız adam da şimdiye kadar
birçok cenaze taşımıştı, şimdi ise kendisi cenaze oldu. Biz de bir gün cenaze olacağız. Üzerinde yaşamakta
olduğumuz, tatlı ve acı günler geçirdiğimiz dünyamıza ve içindekilere, bir daha buluşmamak üzere veda
edeceğiz. Hepimiz burada misafiriz, buradan başka yerlere gideceğiz. Misafir olan beraberinde
götüremeyeceği şeylere gönül vermez. İstesek de istemesek de bir gün mutlaka öleceğiz. Bu, bütün varlıklar
için mukadderdir. Ölümle ne kadar güreşsek hep o galip gelir. Ayaklarımızın altındaki toprak bir gün
boyumuzu aşacaktır. Öyle bir günle karşılaşacağız ki, gecesini göremeyeceğiz, öyle bir gecemiz olacak ki,
gündüzü olmayacaktır. Ne kadar güzel giyinirsek giyinelim, son elbisemiz kefendir. Ne kadar konforlu
evlerde, villalarda, köşklerde oturursak oturalım son taşınacağımız ev kabir olacaktır. Ölüm kimseye acımaz,
kimseden korkmaz, serveti ne kadar çok olursa olsun önem vermez, rüşvet almaz. Zamanı gelince insanın
işini bitirir, canını alır. Bugüne kadar hiç kimse, ölümden ne kendisini ne de başkasını kurtarabilmiştir.
Cihana hükmedenler bile Azrail aleyhisselam karşısında boyun bükmüş ve ruhunu teslim etmek zorunda
kalmışlardır. Yeryüzünde binlerce din vardır, bunlara inanan milyonlarca insan var, dinsizler de mevcuttur.
Ayrı ayrı şeylere inanırlar. Fakat bunların ortak inandıkları bir şey vardır ki, o da ölümdür!.. Ölümü hiç kimse
inkâr etmez, edemez de. O halde hazır olmalıyız. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Akıllı insan ölümü en çok
düşünen ve ölümden sonraki hayat için hazırlık yapandır." KABRE GİRMEDEN ÖNCE... İnsanoğlu rahat
edebilsin diye dünyadaki evinin bütün eksikliklerini tamamlar, daha sonra taşınır. Elektriği yanmıyorsa, suları
akmıyorsa, kapısı penceresi mazbut değilse sıkıntı çeker. Kabre girmeden önce orasını da mamur hale
getirmeliyiz. Dünyadaki evimizden daha çok orada kalacağız. Dünya evinde huzur bulamadıysak değişme
imkânımız vardır, başka bir eve taşınabiliriz. Fakat kabrimizi değişme şansımız yoktur. "Ben bu kabirde rahat
edemedim, beni başka bir kabirde yatırın" diye yalvarsak, bize kim kulak verir? Kabrimizin içi güzel olmalıdır.
Dışının mamur olmasının bize bir menfaati olmaz. En kaliteli mermerden bile yapılsa içindekine fayda
vermez. Dünya hayatı çok kısadır. Bin sene de sürse, bir gün gibi geçecek. Yüz yaşında olan birine
dünyadan ne anladığını sorsak; büyük bir ihtimalle, gülümseyerek buna senelerinin nasıl geçtiğini
anlayamadığını bizlere söyleyecektir. Sonu ölüm olan bir hayatın kısası veya uzunu arasında fazla bir fark
yoktur...

Mehmet Said Arvas

Mirâc Kandili

24.07.2008

İçinde bulunmakla şereflendiğimiz receb ayının 27. gecesi, 29 Temmuzu 30'a bağlayan gece mübarek Mirâc
Kandili gecesidir... Mirâc merdiven demektir. Resulullahın göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü
gecedir. İnsanlar, aciz yaratıldığı için, bir yerden medet ummaya, bir yerden güç almaya mecburdur. Başka
türlü sıkıntı veren hadiselere, hastalıklara karşı direnemez. Rabbimiz bu ihtiyacımızı bildiği için bize
Peygamberler (aleyhimüsselam) gönderdi. Gerçek ve hak olan mabudumuzu bizlere bildirdi. Peygamberlerin
arasındaki zaman uzadıkça, insanlar bu ihtiyaçlarını temin için başka şeylere tapmaya ve onlardan medet
ummaya başladılar. Sevgili Peygamberimiz dünyamızı ve kâinatı şereflendirmeden önce insanlar bilhassa
Arap yarımadasındakilerin tamamına yakını putlara tapıyorlardı. RABBİMİZ BİZE ACIDI... Bizleri yoktan var
eden, yerde ve gökte ne varsa hepsini bize hizmet ettiren Rabbimiz, bize acıyarak en son ve en büyük,
yaratılmışların en şereflisi olan Resûlünü bizlere gönderdi. Taşlardan, ağaçlardan meydana getirilen cansız
varlıkların ilâh olamayacağını, onlardan hiçbir zaman iyilik ve kötülük meydana gelmeyeceğini çok açık bir
dille onlara anlattı. Onlar da çok iyi biliyorlardı ki, daha dün hiçbir değeri olmayan bu nesneler, bugünde de
fayda veremezler. Ama ne yapsınlar, baba ve dedelerini hep böyle görmüşlerdi. Bu akıl ve mantık dışı olan
yaptıklarında ısrar ediyorlar, yapılan nasihatler bir türlü kâr etmiyordu. Dünyanın en şefkatli kalbine sahip
olan Sevgili Peygamberimiz, putlara tapanların sonunun Cehennem olacağını biliyor ve onlara acıyordu.
Fakat onlar kendilerine acımıyorlardı. Gece ve gündüz durmadan kavmini hidayete davet ediyordu. Dokuz
senede çok az sayıda kimse Müslüman olmuştu. Mekke halkı iman etmiyor, edenlere de vahşice işkence
yapıyorlardı. ONUNLA ALAY ETTİLER!.. Bilselerdi, dünyanın en büyük nimetine kavuşmuşlardı. O mübarek
zâtın elini, ayağını öpecekleri yerde üzüyorlardı... Kureyş kâfirlerinden artık ümit kesilmişti. Civar illere gidip
belki onların ateşten kurtulmalarına vesile olabilirim düşüncesiyle Resûl-i ekrem, hicretten bir yıl önce
yanlarına Zeyd bin Harise'yi de alarak Taif'e gitti. Taif halkına bir müddet nasihat etti. Hiç kimse iman etmedi.
Alay ettiler, işkence yaptılar, çocuklara taşlattılar. Mübarek ayakları kanla doldu. Kalpleri çok kırılmıştı, çok
üzgün idiler. Onları Cehennem'den kurtarmaya uğraşanlar böyle mi karşılık göreceklerdi? Oldukça yorgun
idiler. Hava da çok sıcaktı; biraz dinlenmek için yolun kenarına oturdular. Peygamberimiz aleyhisselam; "Ey
Rabbim! Sen benden razı isen, başıma gelenler önemli değildir" diye dua etti. Cebrâil aleyhisselam geldi,
Rabbimizin selamını getirdi ve dedi ki: "İman etmeyen kavimlerin tamamı helâk oldular. Habibim isterse
kendisi ile beraber iman edenler çıksın! Ben dağlara hükmeden meleklere emrederim, etraftaki iki dağı
birleştirir ve hepsini yok eder." "BİLSELER, BÖYLE YAPMAZLARDI" Âlemlere rahmet olarak gönderilen
Sevgili Peygamberimiz buna razı olmadı. Dedi ki: "Hayır ya Rabbi! Bunlar bilmiyorlar, bilselerdi böyle
yapmazlardı. Belki ileride bu inatlarından vazgeçer ve imanla şereflenirler. Olabilir ki, bunların zürriyetinden
dinimize hizmet eden bir nesil meydana gelir..." Öyle de oldu... Eshab-ı kirâmın sayısı 150 bin civarında
oldu. Onlardan sonra Tâbiinden de büyük âlimler, büyük mücâhidler meydana geldi ve mukaddes dinimizi
bize kadar ulaştırdılar... Hepinizin Mirac Kandilini tebrik ediyor, hayırlara vesile olmasını Rabbimizden
temenni ediyorum...

Mehmet Said Arvas

Mi'rac hadisesi...

31.07.2008

Mi'rac, Resul-i Ekrem aleyhisselamın Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar götürülüp oradan semaya
çıkması olayına denir. Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar gitmesine "İsra" denir. İsra suresinin 1.
ayet-i kerimesi ile sabittir. Buna inanmayan kâfir olur. Mescid-i Aksa'dan semaya çıkmasına da "Mi'rac" adı
verilir. Sahih olan birçok hadis-i şeriflerle sabittir. Bu itibarla mi'racı inkâr eden bir kimse dalâlete sapar, kâfir
olmaz. Mi'rac'ın hikmetleri... 1- Üzücü Taif seferinden sonra yaratılmışların en şereflisinin mübarek kalbi çok
incinmişti. Bunun için Rabbimiz, ona hiçbir Peygambere nasip olmayan, hiçbir melâikenin kavuşamadığı
nimetleri ihsan ederek taltif buyurdu. Böylece, bu nurlu zatın kıymeti herkese gösterilmiş oldu. Allah için
çekilen sıkıntıların sonu rahmet olmuştu. 2- Rabbimiz dileseydi, Musa aleyhisselama Tur-i Sina'da tecelli
ettiği gibi, Peygamberimize de Nur Dağında veya başka bir mukaddes mekanda tecelli edebilirdi. O,
HEPSİNDEN ÜSTÜNDÜR... Onun üstünlüğünü, bütün Peygamberlere, meleklerine göstermek için Mi'rac
hadisesi vukû buldu. Mescid-i Aksa'da toplanan Peygamberlerin ruhaniyetlerine imam olmakla hepsinden
üstün olduğu anlaşıldı. Meleklerin en faziletlisi olan Cebrail aleyhisselam bile belli bir mekandan (Sidretül-
Münteha) daha ileri gidemedi. Musa aleyhisselam Tur-i Sina'da ilk vahyi ilâhiye muhatap olacağı zaman
ayakkabılarının çıkarılması ile emrolunmuştu. Bunu bilen Sevgili Peygamberimiz de ayakkabılarını çıkarmak
istedi fakat Rabbimiz müsâade etmedi. "Hayır sen çıkarma! Senin ayakkabılarının tozuyla Arş-ı âlâ
bereketlensin" buyurdu. 3- Mi'rac gecesi cennet ve cehennem gösterildi. Çok sevdiği ümmetinin
kavuşacakları cenneti görünce çok memnun oldular. Kendilerini üzenlerin de, (Kâfir olarak ölürlerse)
uğrayacakları akıbeti gördüler. Böylece teselli oldular. Bütün ibadetler vahiy ile, yeryüzünde farz kılındı,
namaz ise Mi'rac gecesi farz olundu. Mü'minin mi'racı da namazdır. Bu fazilete kavuşan zat insandır.
Dolayısı ile mi'rac, bütün insanlara şeref bahşeder. Ne kadar iftihar etsek azdır. Mi'rac vaki olduktan sonra
Sevgili Peygamberimiz aleyhisselam Ümmü-Hani'nin evine döndüler ve ilk ona anlattılar. O da tebrik etti ve
dedi ki: "Kureyş kâfirleri sizi çok üzüyorlar, alay ediyorlar, mümkünse şimdilik bunu anlatmayın, ileride
Müslümanların sayısı artar, o zaman anlatırsınız!" Buna şöyle cevap verdiler: "Bunu saklayamam, anlatmam
lâzımdır, emir öyle!" Sabahleyin anlatılınca müşrikler bunu fırsat bildiler ve ev ev Müslümanların kapılarını
dolaşarak, böyle bir şeyin olamayacağını söylediler ve bazı zayıf imanlıları da caydırdılar. Vaki olanda hayır
var, demişlerdir. İslamın binası yeni kuruluyordu. İlk müminler de bu binanın temel taşları idiler. Çürük
taşların temelde olması binayı zayıflatırdı... "O SÖYLEDİYSE DOĞRUDUR" Ebu Bekr-i Sıddık'a geldiler,
dediler ki: "Sen çok defalar Kudüs'e gitmişsin! Kaç günde gidilir?" O da dedi ki: "En az iki ay sürer..." Buna
çok sevindiler. Dediler ki: "Senin Peygamberin bir gecede gidip geldiğini söylüyor, olacak şey midir bu?" Ebu
Bekir radıyallahü anhın cevabı şöyle oldu: "O mu söyledi?" "Evet" dediler. "İnanmıyorsan kendin git sor!" "O
söylediyse doğru söylemiştir" buyurdu. Niçin olmasın! Rabbimizin kudreti her şeye yeter. Bir damla sudan
insan yaratıldığını, et, kemik ve diğer organların teşekkülünü görmeseydik, hangi akıl bunu kabul ederdi?
Bütün dünyadaki insanlar böyle deselerdi, yine de inanmazdık.. Toprak ile ağacın hiçbir benzerliği yoktur. Ne
yaparsanız yapın, toprağı, ağaca çeviremezsiniz. Topraktan ağaç çıkacağına, büyüyeceğine, çamurlu su
içtikleri halde bizlere bu kadar tatlı meyveler vereceğine şahit olmasaydık, hangimiz buna inanırdık? Yüce
Rabbimiz (Celle celalühu) her şeye kadirdir. Dilediğini yaratmaya muktedirdir...


Click to View FlipBook Version