The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by osmannurikul, 2021-04-22 17:41:06

AKADEMİA Sayı 2 MART-NİSAN 2021

AKADEMİA Sayı 2 MART-NİSAN 2021

Aylık Felsefe Derg s Mart-N san 2021

''LİDER'' Sayı:2
yazısı

8 Mart 23 N san İtalyan F lozof
Dünya Ulusal R ta Fulco
Emekç Egemenl k
Kadınlar Ve Çocuk İle Röportajımız
Günü Bayramı

Kamerunlu F lozof
Mb h Jerome Tosam

İle Röportajımız

İtalyan F lozof
Alberto L. S an
İle Röportajımız

YAYIN KURULU

İÇERİK ÜRETİCİLERİ DERGİ EDİTÖRLERİ

Aysunur TUZ 9/A Furkan YILDIZ Berk TERZİ 10/B
Ceren CANDAN 10/B
Ömer Faruk GÖKAÇTI 9/A Ata KUTLU Ceyda ACAR 11/B
Ömer Alp ŞİRİNGÖZ 10/B
Şevval ÇELEBİ 9/A Zeynep Ceren ÖZTÜRK
İÇİNDEKİLER
Işıl Sude SARI 9/A Şevval Nur ÖZTÜRK
3 Öğrenci Çizimleri
Kevser Bengisu KARACA 9/A 4 Kültür Sanat Haberleri
6 Filozof Tanıtımları
Şemun ÇEPE 9/B 9 Kitap Tanıtımları
14 Film Tanıtımları
Ali Ensar ÇANLI 9/C 20 Röportaj 1
24 Psikoloji Deneyleri
Jiyan YILDIRIM 9/D 26 Bilim Köşesi
28 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü
Mert BUDAK 9/D 32 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk
Bayramı
Ömer Faruk DEMİRTAŞ 9/D 34 Lider
36 ŞAL'ın Filozofları
Ceren ULUSOY 9/D 44 Röportaj 2
46 Mağara Alegorisi
Elif Rana ŞEKER 9/E 47 Röportaj 3
48 Ayın Sorusu Cevapları
Azra Ayşe CANKIYMAZ 10/A 52 Ayın Sorusu

Özge KÜÇÜKERSEN 10/A

Nupel Esra ALP 10/A

Ece YEŞİL 10/B 3
4
Berra ERDİNÇ 10/B 5
6
Kübra GÜLMAK 10/B 8
1
Halime AKYÜZ 10/B 1
1
Ömer Alp ŞİRİNGÖZ 10/B 2
2
Berk TERZİ 10/B 3
4
Betül AKSAK 10/B 4
4
Başak Coşkun 10/C

Yusuf Kasım TUNÇ 10/C

Sude Lal KARATAŞ 10/C

Rıza DİNÇER 10/C

İrem ÖZDEMİR 10/C

Öykü SARAY 10/C

Nisa KARATAŞ 10/D

Elif AKYOL 10/D

Zeynep Zeren İPEK 10/D

Simay UYGUR 10/D

Elif Nisan KÖKSAL 11/A

Beril Su ALTUNBAŞ 11/B

Buse AYSAL 11/B

Mahmut TAŞKIRAN 11/C

Deniz Şule ÖZTÜRK 11/D

Murat YÜCE 11/D

Lara ÖZMEN 11/D

Sevgi DOĞAN Scuola Normale Superiore

Dergimize katkıda bulunan ŞAL'ın değerli öğretmenlerine
sonsuz teşekkürler.

2

ÖĞRENCİ ÇİZİMLERİ

Başak COŞKUN 10/C

Sude Lal KARATAŞ 10/C Başak COŞKUN 10/C

3

KÜLTÜR SANAT HABERLERİ

Kültür-Sanat Haberler

Dünyada çokça müze vardır. Ünlü sanatçıların eserlerini sergileyerek
hayatlarını öğrenmemizi sağlayan, bilim insanları ve halk kahramanları
için kurulan müzeler gibi... Ama müzeler sadece bu insanlar için kurulmaz.
Bu yazıda Anadolu köylerimizde vatandaşlarımızın kendi imkanlarıyla
oluşturup halka açtığı müzelerimizden ve içlerinde barındırdıkları tarihten
bahsedeceğim.

Şahin Çakır Müzesi

Tokat'ın Reşadiye ilçesine bağlı Kızılcaören köyünde belediyeden
emekli olan 3 çocuk babası Şahin Çakır 75 yaşında çocukluk
hayalini gerçekleştirdi. Köyünde evinin yanına tek katlı bir bina
yaptıran Çakır, yaklaşık 15 yıldır biriktirdiği eski eşyaları burada
segilemeye başladı. Kapının üzerine ''Şahin Çakır Müzesi'' yazdırdı
ve gününün çoğunu burada geçirmeye başladı. Kurt Gölüne gelen
yerli ve yabancı turistlerin uğrak noktası haline gelen müzede yok yok.
Tarihe karışan tarım aletlerinden, mutfak araç gereçlerine,
aydınlatmada kullanılan lambalar, eski televizyonlar, radyoları görmek
mümkün. Tek başlarına ilgi çekmeyecek eşyalar bir araya gelip bunca
yıllık tarihi göz önüne seriyor ve boş kaldıkça pikap çalıp eski günleri
yad eden Şahin çakır ile sizi geçmişe götürüyor. Çakır, bu eşyaların
bazısını satın aldığını, bazısını çöpten topladığını ifade ederek
''Burada 300 yıllık eşyalar var. Burayı gezmeye çevre köylerden,
gurbetten gelenler var ve burayı gezenler çıkmak istemiyor, burayı
gezmek ücretsiz. Benim baba tarafım Selçuklu' nun oradan bir merak
var bizde. Vallahi ben buraya geldikçe genceliyorum, yaşım yetmiş
beş, on beşime dönüyorum'' dedi. Kendi yaptığı müzesine girdiğinde
nostaji yaşadığını belirten Çakır, '' Buraya girince eskileri hatırlıyorum.
Baba, anam, daha büyüklerimiz nelerle karşılaşmış, neler yapmış,
neler görmüş bunları hatırlıyorum. Bazen ağlamasam da duygulanıyorum.''
diye konuştu.

Şahin Çakır

4

KÜLTÜR SANAT HABERLERİ

Osmanlı Torunu Köy Müzesi
Çanakkale' de yaşayan Mehmet Bul evinin bir bölümünü tarım
aletlerinden oluşan müzeye dönüştürdü. Eski tarım aletlerinden
oluşan parçaları evinde toplayarak ''Osmanlı Torunu Köy
Müzesi'' adıyla sergilemeye başladı. Çan ilçesine bağlı
Çomaklı köyünde yaklaşık bin eşyanın sergilendiği müze
ziyaretçilerini zamanda yolculuğa çıkartıyor, Mehmet Bul,
amacının tarihe ışık tutmak olduğunu söylüyor. Geçmişi
geleceğe taşımak için Osmanlı Torunu Köy Müzesi'ni 2007
yılında oluşturmaya başladığını söyleyen Mehmet Bul, ''Bu
müze; köylülerin, arkadaşlarımızın geçmişte kullandıkları
malzemeleri vermesiyle ortaya çıktı. Müzemiz 3 bölümden
oluşuyor. Anılarımızı burada yaşatıyoruz. Ziyaretçilerimizden
olumlu tepkiler alınca mutlu oluyoruz. Ayrıca gelenlerden hiçbir
ücret almıyoruz, onlara çay, fırın böreği, yayık ayranı ikram
ediyoruz.'' diye konuştu.

Bu topraklarda bu araç gereçleri eline alıp çalışmış hayatlarını geçirmiş onlarca insanın ruhunu
barındırıyor belki de bu eşyalar. Yaşanmış onca anıya şahitlik eden bu eşyalar bizim için tarihe Mehmet
Bul' un dediği gibi ışık tutuyor, Şahin Çakır'ın belirttiği gibi de nostaljik hissettiriyor. Kültürümüzü
yaşattıkları, gereken değeri gösterdikleri ve hiçbir ücret dahi almadan vatandaşlara bu hizmeti
sağladıkları için onlara sonsuz teşekkür ediyoruz.

Lara Özmen 11/D

Osmanlı Torunu Köy Müzesi

5

FİLOZOF TANITIMI

SOKRATES

(MÖ 469 - MÖ 399)

Her zaman yazmak yerine konuşmayı ve sorgulamayı tercih eden Sokrates’in yazılı hiçbir çalışması
bulunmamaktaydı. Bu nedenle yaşamıyla ilgili detaylar konusunda kendi dönemindeki diğer
filozoflarla olan diyalogları referans olarak alındı. Sokrates’ın hayatıyla ilgili olarak en önemli referans
(Eflatun) Platon’du. Zira Platon, ünlü filozofu en çok anlatan, onun kişiliği ve çalışmalarıyla ilgili en çok
bilgiyi veren meslektaşıydı.
Sokrates’in, çocukluğunda, sıradan bir Atinalı olarak o dönemdeki bilimsel ve toplumsal gelişmelere
paralel olarak verilen geometri, aritmetik ve astronomi derslerini aldığı belirtilir. Yunanlı şairleri
okuduğu ve ana dilini en iyi şekilde öğrenmeye çalıştığı söylenmektedir.

Eğitim sürecinden sonra canlı varlıkların ortaya çıkış
nedenleri, varlıklarını sürdürme, üreme ve ölümleriyle
ilgili olarak doğa bilimleri üzerine yoğunlaşan düşünür,
insan hayatını sorgularken düşüncelerini bu temeller
üzerinden değerlendirmeye başlamıştı.

Sokrates, her türlü disiplini reddeden, kutsal ses
olarak tanımladığı aklından geçen fikirler
doğrultusunda hareket eden, dindar ancak dini ve
değerleri yararlılık ölçüsünde değerlendiren bir
yapıdaydı. Dünyevi zevklere aldırış etmez ancak,
güzellikten etkilenirdi. Bilginin temelinin insan mantığı olduğuna inandığı ve insan mantığına bu denli
güvendiği için kesin bir “Akılcı”ydı.

Atina’da, MÖ 5. yüzyılın entelektüel gelişimini derinden etkileyen ve değiştiren Sokrates’in yaşamını
nasıl kazandığına dair net bir bilgi bulunmamaktaydı. Timon of Phlius’a göre babasından öğrendiği taş
oymacılığı işini yaparak geçimini sürdürdüğü belirtilse de (Eflatun) Platon'un da dâhil olduğu daha eski
kaynaklarda, Sokrates’in filozofluk dışında başka bir işle meşgul olmadığı bilgisi yer aldı. Xenophon’un
Symposium’unda Sokrates, hayatını felsefik tartışmalara adamış bir profil çiziyordu. Taş oymacılığı
yaptığını söyleyen kaynaklar, Sokrates’ın orta yaşlarında bu işi bıraktığını ve tamamen felsefeye
adandığını belirtmekteydiler. Bu dönemde, bir zaman sonra filozof olarak oldukça ünlenmesine rağmen
ne inzivaya çekilmiş ne de öğretilerini yaymak için bir okul açmıştı.

6

FİLOZOF TANITIMI

Bir öğretmen olarak anılmak istemeyen Sokrates, Atina sokaklarında, hiyerarşik yapıda hangi
konumda olduğuna bakmaksızın, karşılaştığı herkesle konuşmaktaydı. Sabahın erken saatlerinde
başlayan yürüyüş turlarını, kentin en işlek yerlerinde yaptığı ve gün boyunca Atina halkıyla iç içe
olduğu söylenmekteydi. Hayat ve anlamı hakkında derin sohbetler şeklinde gerçekleşen bu
konuşmalarda, hiçbir görüşe bağlı kalınmaksızın esnek, önyargısız ve aydınlanmacı bir eksende
karşılıklı sorgulamalar yapılırdı. Konuşma sırasında genellikle karşısındaki kişinin kendi düşünce
biçimindeki zayıflıkları ve çelişkileri görmesini sağlardı. Bu şekilde, konuştuğu kişi köşeye
sıkışabiliyor, neyin doğru neyin yanlış olduğunu kendine itiraf etmek zorunda kalıyordu. Sokrates
hiçbir şey bilmiyormuş gibi yaparak, insanları mantığını kullanmaya zorluyor, “Cahili " oynuyordu ya
da olduğundan daha aptalmış gibi davranıyordu. Buna "Sokratesçi İroni" denilmektedir.

Yüzeysel bilgiyi aşma ve gerçek bilgiye ulaşma isteğiyle,
bireylerin davranışlarında ve yaşamlarında temel aldıkları
inançları sorgulamaya yönelen Sokrates, her türlü
edinilmiş bilgiyi yadsıyan bir düşünce yöntemi geliştirmişti.
Diyalog sanatı ya da diyalektikle, insanların aslında
bildiklerini düşündüklerine farklı gözlerle yeniden
bakmalarını sağlıyor, her türlü koşullanmayı bir kenara
bırakarak saf düşünceye ve bilgiye ulaşmanın önemine
dikkat çekiyordu. Batı felsefesine yaptığı en büyük
katkılardan biri olarak kabul edilen ve “Sokrates Metodu”

da denen, diyalektikle bilginin sorgulandığı bu öğretinin temeli “Soruya Soruyla Karşılık Verme”
üzerine kuruluydu. Düşünür, metoduyla, kişilerin ya da grupların bir düşünce ya da kavramla ilgili
bilgilerini, bu bilgilerin oluşmasının altındaki nedenlerle ortaya çıkarmaya çalışıyor, bilginin sınırlarını
anlamaya uğraşıyordu.

Sokrates'in felsefi yaşamına başlangıçlık eden olay Delphoi Tapınağı ziyaretidir.Sokrates yaşam
tarzını ve yaşam tarzı nedeniyle sahip olduğu güçlü düşmanlıkları sergilemek amacıyla dostu
Khairephon’un Delphoi Tapınağı kâhini Pythies’e kendisi ile ilgili ziyaretini aktarmayı gerek
görür.Khairephon, kâhine Sokrates’ten daha bilge birisinin bulunup bulunmadığını sorduğunda
kâhin, ondan daha bilge birisinin bulunmadığını söyler. Bu bilgiyi alan Sokrates önce şüpheye
düşer, çünkü hiçbir şey bilmediğinin farkındadır. Kâhinin yanıldığını kanıtlamak isteyen Sokrates,
kendi düşüncesine göre ve başka insanlar tarafından “bilge” kabul edilen kişilere gitmiş ve onları
sorguya çekmiştir. Aldığı cevaplar onu dehşete düşürmüştür: “Bilgeliğiyle ün kazandığını
düşündüğümüz kişiler neredeyse en yoksulken, sıradan olarak gördüğümüz pek çok insan pratik
zekaları ile onlardan çok daha zekidir.”(Platon, Apology-Sokrates'in Savunması 22) Sokrates bu
kişilerden farklı olarak, bilmediğini bilir; tam da bu noktada onların arasında en bilge olduğu doğru
bir yargıdır. Çünkü kendisi hiçbir şey bilmediğinin farkındadır. "Bildiğim tek şey, hiçbir şey
bilmediğimdir."

7

FİLOZOF TANITIMI

MÖ 399 yılında şair Meletos, Anytos ve Lykon tarafından dinsizlik ile suçlanan Sokrates ölüm cezası
almıştır. Hakkında ele alınan resmi iddianameye göre: “Sokrates ilk olarak toplum tarafından
inanılan tanrıları reddettiği ve onların yerine yenilerini sunduğu için ve ikinci olarak gençlerin aklını
çelerek onları yoldan çıkardığı için suçludur.” “Otuz Tiranlar” belasından daha yeni kurtulmuş olan
ve hala yıkımları onarmaya çalışan Atina’nın Sokrates’e bu suçlamayı kişisel ve siyasi amaçla
yaptığı öne sürülmüştür. Sokrates’in bu rejimle bağlantısı tiranların en kötülerinden biri olduğunu
söyleyen eski öğrencisi Kritias, onu bu işe Sokrates’in sürüklediğini söylemesi ile olmuştur. Ayrıca
Platon, Menon Diyaloğu’nun bir bölümünde Anytos’un, Sokrates’i oğlunu yoldan çıkarmakla
suçladığı iddia edilmektedir. Sokrates’in öğretilerinden etkilenip, siyaseti bırakana kadar Anytos
oğlunu siyasetle ilgilenmesi için yetiştirmişti. Sokrates’i gençliği yoldan çıkarmakla suçlayanlar
Kritias’ı örnek olarak gösterseler de jüri tarafından önceden bilindiği için mahkemede
kullanılmamıştır.Sokrates’in Eusebia tarafından yasaklanan toplumsal kuralları ihlal etmesi,
toplumun önde gelenlerinin tepkisini çekmesine ve bu önde gelenler tarafından yasaları ihlal etme
gerekçesiyle suçlandı.Sokrates savunmasını yaptıktan sonra Atina’daki adalet mercii olan
"Beşyüzler Meclisi”nde, 220’ye karşı 281 oyla, ölüme mahkûm edildi. Hayatı boyunca onurlu olmak
ve herkese bir şeyler öğretmek amacıyla yaşayan Sokrates, MÖ 399'de mahkum edildiği baldıran
zehrini içerek hayata gözlerini yumdu.

İrem ÖZDEMİR 10/C

8

FİLOZOF TANITIMI

CHRISTINE DE PIZAN

Christine de Pizan (bilinen adıyla de Pizan) (d.1363 – ö.1430)
Orta çağ sonlarında Venedik’te doğup, yaygın Orta çağ
kültüründeki kadın düşmanlığı ile mücadele eden kadın yazar,
şair ve filozof. Bir şair olarak, döneminde bilinen ve saygı
gösterilen bir kişiliktir. Pisan, otuz yıllık iş yaşamı boyunca(
1399-1429) 41 adet yapıt vermiş ve Avrupa’nın saygı duyulan
ilk profesyonel kadın şairi olarak bilinmiştir. 1380’de evlenen
şairin evliliği 10 yıl sonra sona ermiştir. Bu dönemde şair, üç
çocuğuna bakabilmek için daha fazla yazarak para kazanmak
zorunda kalmıştır. Çocukluğu peşi sıra gelen olaylarla geçen
de Pizan, yetişkin yaşamının büyük bir kısmını Paris’te
geçirmiş daha sonra Poissy’de bir manastıra yerleşmiştir.
Yazdığı yapıtların tümü Orta Fransızca ile kaleme alınmıştır.

Bazı düşünürler, Pizan’ın dili kullanma gücüyle kadınların toplumsal yapı içindeki önemini vurgulaması
yönüyle; onu feminizmin erken bir temsilcisi görmektedir. Ancak bunun yanında, bazı eleştirmenler onun
karakter özelliklerinin döneminin basmakalıp yargılarıyla biçimlendiğini iddia ederek; bu yargıya karşı
çıkmaktadır.

1405’te de Pisan, yazınsal olarak en başarılı yapıtları olarak görülen Kentli Kadınların Kitabı ve
Hanımefendilerin Değeri adlı eserlerini yazmıştır. Bunlardan ilki kadınların toplumsal var oluşa olan
katkılarını ele almıştır. O kitaplarında kadın düşmanlığının nasıl azalacağını işlemiş ve çözüm önerileri
sunmuştur.

Onun son yapıtları ise, Yüz Yıl Savaşları boyunca
İngiltere’ye karşı ülkesi Fransa’ya memleketi Lorraine’deki
cephelerden başlayarak manevi anlamda büyük destek
olan ve sonradan ünü Fransa’nın dört bir yanına yayılmış
bir Fransız Katolik azizesi Jeanne d’Arc’ın bir övgüsü
niteliğindeki şiirleridir. 1429’da yazdığı Jan Dark Masalı
adlı eseri, de Pizan için; askeri önder durumunda olan bir
kadının, kendi cinsinin yüceliğini savunması temasıyla
kaleme alınmıştır. Ayrıca bu kitap tarihçiler için de bir
önemli kaynaktır. Çünkü bu eser tarihsel belgeler dışında
Jeanne d’Arc’ın yaşamına ışık tutabilecek bilgiler
içermektedir. De Pizan, kendisi için özel saydığı bu şiiri ta-

mamladıktan sonra, 65 yaşında, yazın yaşamını noktalamaya karar vermiştir. Şairin ölüm tarihi tam
olarak bilinmemekle birlikte, ölümü onun eserlerinin değerini azaltamamıştır.

9

FİLOZOF TANITIMI

Dönemin edebi eserlerinde karşılaşılan kadın imgesini temel alarak kadın karşıtlarına karşı yazmış
olduğu “Querelle du Roman de la Rose” adlı yapıtını kaleme almıştır. Bu eser Jean de Montreuil’ bir
yanıt niteliği taşımaktadır. De Pizan, böylece mevcut anlayışın karşıtı olarak “söz söyleme ustalığı”nın
kadının atılgan duyguları veya edebi nüktelere olan hakimiyetiyle ölçülebileceğini savunmuştur. Şair,
eleştirilere karşı “karşıt anlam sanatını” kullanarak, anlam öbeklerini bir yazınsal stratejiye
dönüştürmüştür. Şair, kendi yazınsal strateji yeteneğinin bir tamamlayıcısı olarak, “Querelle du Roman
de la Rose”yi takip eden yeni metinler oluşturmaya başlamıştır.

De Pizan “Kentli Kadınların Kitabı”nda başarıları

takdir edilen ve toplumsal güven içerisinde

yaşayan kentli kadınların varlığını imgesel olarak

betimlenmiştir. Yapıtta oluşturulan üç temel öge:

Sağduyu, adalet ve dürüstlüktür. De Pizan’ın

yapıtlarının içinde toplumsal adalet arayan güçlü

bir kadın sesinin duyulması bunun en büyük

kanıtıdır. Christine, ataerkil toplum yapısının bir

özelliği olarak; erkek egemen toplum yapısının

doğurduğu olumsuzlukların özellikle soylu

hanımların katkılarıyla aşılabileceğini

savunmuştur.

Şair “Kentli Kadınların Hazinesi” adlı eserinde ise,
kadınların hitabeleri ve yaptıkları işlerle toplumsal yaşam
üzerinde etkili oldukları savı üzerinde durmuştur. Pizan
bu çalışmasında, kadınların barışın sağlanması
noktasında söz hakkına sahip olması gerektiğini
savunmuştur. Ona göre kadınların toplumsal ve bireysel
konulardaki yeteneklerinin desteklenmesi gerekmektedir.
O, kadınlardaki bu yeteneğin eşler ve diğer olgular
arasında ara bulucu bir görev üstleneceğini düşünmüştür.
De Pizan “söylem yeteneğinin kadınların moral değer
birikiminin bir parçası” olması gerektiğini savunmuştur.
Ona göre kadının iffet, erdem ve sadakatten oluşan
değer yargılarının önemli bir dökümü kadının
konuşmasından anlaşılabilmektedir. Onun hitabeti konu
alan bu kanıtları, toplum nazarındaki kadın istihdamının
ve kadınlara verilen değerin artması konusunda güçlü bir

araç olmuştur. Genel olarak onun söylemi, somut bir strateji takip ederek ataerkil toplum yapısının
mevcut değerlerine karşı çıkmış ve kadın haklarını dile getirmiştir.

De Pizan özellikle iş kollarının yaratılıp kadınların iş birliği içerisinde iş gücüne katılması gerektiğini
söylemiştir.

Kübra GÜLMAK 10/B

10

KİTAP TANITIMLARI

KIRMIZI PAZARTESİ

Kırmızı Pazartesi, Gabriel García Márquez’e Nobel
Edebiyat Ödülü kazandıran bir roman. Kitabın içeriğinden
bahsederken okuyucuya okur zevkini bozacak nitelikte bir
bilgi verip vermemek beni endişelendirmiyor çünkü kitabın
sonunda ne olacağı daha ilk cümlesinden belli. Üstelik
kitabın arka kapağında tanıtım kısmında da olacaklara yer
veriliyor. Marquez, çocukluğunu geçirdiği Kolombiya’nın
bir kasabasında gerçekleşmiş bir namus cinayetini ele
alıyor. Ortada bir namus davası ve kan borcu var. Kitabın
baş karakteri Santiago Nasar’ın, kitabın daha ilk
cümlelerinden öldürüleceğini idrak edebiliyorsunuz.
“Santiago Nasar, öldürüleceği gün, piskoposun geldiği
vapuru beklemek için sabah saat beş buçukta kalkmıştı.”
cümlesiyle başlıyor kitap. En acıklı kısmı ise cinayeti
önlemek için kasaba halkının kılını dahi kıpırdatmaması.
Hiçbir insan bu olaya müdahale etmek istemiyor ve
müdaheleden de kaçınıyor. Kendinizi defalarca olaya dahil
edip cinayeti engellemeye çalışıyorsunuz kitap boyunca.
Márquez, kitabı yazarken sorgulama ve mülakat tekniğinden yararlanmış. Olaya doğrudan veya
dolaylı olarak dahil olan kişilerle röportaj niteliğinde bir kısa roman oluşturmuş. Kitapta yer alan
olayın başlangıcı ve bitişi arasında yaklaşık bir buçuk saatlik bir zaman dilimi var fakat yazar
kullandığı teknikle zamanda yatay ve dikey hareket ederek olayı birçok kahramanın gözünden
bizlere aktarıyor. Kırmızı Pazartesi kesinlikle polisiye türü arasında bugüne kadar gelen bütün algıları
değiştirecek nitelikte bir cinayet romanı. Bireysel ve toplumsal değerlerin iç çatışmalarını ilmek ilmek
örmüş Márquez adeta. "Keşke hafızam sıfırlansa da tekrar okusam." diyebileceğiniz ender kitaplar
arasında yer alıyor kendisi. Ben kitabı üç kez okudum. Her okumamdan da farklı bir tat, haz aldım.
Kitaplığınızda mutlaka yer vermeniz gereken nitelikte bir baş yapıt.

Ata KUTLU-2020 Mezunu

11

KİTAP TANITIMLARI

SİNEKLERİN TANRISI

Ülkelerinde sürmekte olan ve gelecekte bir atom savaşına
dönüşmesinden korkulan faciadan uzaklaştırılması için bir
grup çocuk(altı ile on iki yaşları arasında), güvenilir bir
yere götürülürken içinde bulundukları uçak düşer.
Sonradan anlaşılır ki uçağın düştüğü bu alegorik (simgesel
anlamları olan) yer, aslında dünyanın cenneti andıran -
insan eli değmediğinden olsa gerek- adalarından biridir.
Ancak başlangıçta neredeyse uçağın düştüğüne sevinen
ve orada olmaktan memnun olan çocuklar, gün geçtikçe
bir cehennemin ortasında bulurlar kendilerini.
William Golding'in yazdığı kitap, bir grup çocuğun hayatta
kalma macerasını anlatıyor gibi gözükse de insanın
içindeki salt iyilik ve kötülükten bahseder. Daha da
önemlisi bir toplumda kötülüğün diğerlerini nasıl etkisi
altına aldığını gözler önüne serer. Kötülük genlerimizde
zaten var mı yoksa çevreden görülüp öğrenilen bir kavram
mı, yazar en çok da bunu sorgular.

‘‘Gerçekte vahşi ve korkunç bir hayvandan başka bir şey değildir insan. Biz onu
evcilleştirilmiş ve dizginlenmiş haliyle tanıyoruz ki uygarlık dediğimiz şey de budur. Bu
yüzden arada bir gerçek tabiatı ortaya çıkarsa dehşete kapılıyoruz." - Arthur Schopanhauer

Mahmut TAŞKIRAN 11/C

12

KİTAP TANITIMLARI

AMCANIN RÜYASI

Dostoyevski’nin acılarla dolu beş yıllık sürgününün ardından
kaleme aldığı bir “edebiyata dönüş” eseridir Amcanın Düşü.
Eser bir taşra kasabasına odaklanıyor. Hayatlarındaki tek
kıpırtının dedikodu olduğu kasaba sakinlerinin monoton
hayatlarında, parası bol ama kalan yılları az olan, Prens
K.nin kasabaya gelmesiyle büyük değişiklikler oluşuyor.
Dostoyevski, bu olayla beraber kasaba sakinlerinin ortaya
çıkan iç yüzünü eğlenceli bir üslupla anlatıyor. Bunu
yaparken de insanların yükselme ve para hırsıyla neler
yapabileceğini bize göstermiş oluyor.

Klasik kitap önyargısı olanlar için kesinlikle bu önyargıları yıkacağını düşündüğüm bir kitap bu.
Ayrıca daha önce Dostoyevski okuyup bu eserini okumayanlar için yazarın daha farklı muzip bir
yüzünü tanıma fırsatı. Kitap benim için akıcı giden ve sayfalarını sıkılmadan çevirdiğim bir
eserdi. Üstelik yazarın okuyucuyla baş başa dedikodu yaparmış gibi olan anlatımı, kitabı
okurken daha keyifli yapan özelliklerden biriydi. Özellikle yaşıtlarımın daha kolay okunduğu için
zevk alacağını düşündüğüm bu kitabı herkese öneriyorum.

Deniz Şule ÖZTÜRK 11/D

13

FİLM TANITIMLARI AWAKENINGS
14
Awakenings, Oliver Sacks’ın kendi hayatını konu aldığı aynı isimli
kitabının filme dönüştürülmüş halidir. Yani filmde anlatılan her şey
gerçek hayatta da yaşanmış, Doktor Sacks bütün bunlara şahit
olmuş ve yaşananları kaleme almıştır. Ayrıca filmde Akademi
Ödüllü Robin Williams ve Robert De Niro baş rolleri
paylaşmaktadır.

“Malcolm Sayer küçüklüğünden beri asosyal olan bir nöroloji
uzmanıdır. İş başvurusu için bir hastaneye gelir ve burada
personel yetersizliğinden dolayı işe kabul edilir. Hastanede birçok
hasta vardır. Ancak bu hastalar normal bir hastalığa sahip değildir.
Bütün bu hastalar yıllardır yatağa bağlı olmasa da bir nevi
bedenlerinin uyku halinde olduğu “comatase” yani koma gibi bir
hastalığa tutulmuşlardır. Hastaların surat ifadeleri hiç değişmeyip
çoğu gezip-konuşamayan hastalardan oluşmaktadır. Doktorlar
bunun çocukken çıkan bir virüsten kapıldığını düşünmektedir.
Doktor Sayer hastalığa bir çare bulmak ister. İlk başlarda onlarla
ilgilenmeye başlar. Televizyon izlemek ve top veya başka bir şey
atıldığında bunu yakalayabilmek gibi şeyler. Ama diğer doktorlar
bunu refleks olarak adlandırmaktadır. En sonunda Doktor Sayer
katıldığı bir konferans yardımı ile de “L-Dopa” denilen bir ilaçla
hastaları tekrar hayata döndürmenin yolunu bulur. Ancak ilaç çok
pahalı ve kullanılması tehlikeli olacağından sadece bir hastada
uygulanmasına izin verilir. Küçükken bu hastalığa kapılıp
hayatının 30 yılını bu şekilde geçiren Leonar Lowe’ yi iyileştirmeye
karar verir ve hastanın annesinden izin alır. Tedavilerden sonra
Leonard bir gece ayağa kalkar ve konuşmaya başlar. Hasta gibi
de olsa normal bir insan gibi davranmaktadır. Daha sonra
çalışanların ve bağış yapan insanların yardımıyla hastanedeki
bütün bu hastalara ilaç verilir ve hastalar Leonard gibi kalkıp
konuşmaya başlar. Ancak ilacın yan etkileri mevcuttur. Uykudan
uyandırılıp hayata getirilen bu hastalar bir süre sonra bu yan etki
nedeniyle tekrar uykuya dalarlar. Film daha çok Lenord Lowe’nin
hayatını, aşık olmasını, özgürlüğü için hastaneden çıkmak
istemesini konu alır.”

FİLM TANITIMLARI

Uyanışlar filminde kişiyi en çok etkileyen şey böyle korkunç
bir hastalıktan çok, 1917 gibi neredeyse yakın bir tarihte
dünyanın pek çok yerinde yaklaşık bir sürü insanın artık
kontrolünü yitirdikleri bedenlerinin kabus gibi bir uykuya
dalmasıdır. Bir süre sonra gizemli bir ilaç sayesinde bu
insanlar iyileşmeye başlıyor ve birden bu uykudan
uyanıyorlar. Ama bundan hiç haberdar olmuyorlar. Sağlık,
hastalık, ilaç, modern tıp, bilim gibi kavramları bize yeni bir
bakış açısıyla kazandıran bu filmin en önemli etkilerinden biri
de unutmak bir yana haberdar bile olmadığımız bir gerçekliği
gözümüzün önüne serip bizim yaşadığımız bu derin
umursamazlık ve yadsımayı da etkili bir biçimde eleştirerek
kendimizi silkeleyip gerçekle yüzleşmemizi sağlamasıdır.

**Filmde öyküsü aktarılan yirmi hastayı pençesine alan
Encephalitis Lethargica, Parkinson hastalığıyla birlikte
seyreden fakat çok daha ağır olan bir hastalıktır. Aslında
iki bin yıllık bir geçmişi olan fakat son olarak 1917 yılında
yeniden ortaya çıkan ve on yıl boyunca aktif kalan bu
hastalık, bedenin bir kısmının bazen de tümünün
katılaşması, düşünme ve harekette tıkanma kimi zaman
da hızlanma, tik nöbetleri, bakışların saatlerce bir yerde
kilitlenmesi, aynı kelimenin onlarca kez tekrar edilmesi,
konuşamama ve kasılıp kalma gibi etkilerle, hastayı
yaşamdan ve hatta kendi benliğinden kopartan bir etkiye
sahiptir.**

Halime AKYÜZ 10/B

15

FİLM TANITIMLARI

Duymaya ne kadar muhtacız?
İşitme duyusunu kaybeden biri hayatında başka neleri
kaybedebilir?
Bu sorular Sound Of Metal filminin bize sordurttuğu ve kısmen cevapladığı sorular. Darius Marder tarafından
yönetilen ve ortak olarak yazılan, işitme duyusunu kaybeden bir davulcunun hayatının yavaş yavaş
parçalanışını anlatan Sound Of Metal, heyecanı asla düşürmeyen bir drama.
Davulcu Ruben (Riz Ahmed) ve sevgilisi Lou (Olivia Cooke) bir grup olarak turnededirler. Ruben’de başlayan
işitme kaybı daha da yükseliyor ve davul çalamayacak hâle geliyor. Hayatını müzik üzerine inşa eden Ruben,
nihayetinde bir işitme engelliler kampına yerleşmek zorunda kalıyor. Joe (Paul Raci) tarafından yönetilen bu
kampta Ruben çok zorlu günler yaşasa da bir şekilde adapte oluyor ve bu topluluğa uyum sağlıyor. Filmin
ilerleyen anlarında Ruben’in, Lou’nun ve Joe’nun geçmişine dair bir sürü şey öğreniyoruz, aynı zamanda
karakterler de bunları öğreniyor.
Filmde Ruben’in başından geçen olaylar sadece onu değil biz izleyiciyi de etkiliyor. Bu durumun en büyük
payı oyuncu Riz Ahmed’e ait. İşitme kayıplarının olduğu sahnelerde kulağına işitme engelleyici sıvılar
konması, sırf bu film için bir metal davulcusundan davul çalmayı öğrenmesi ve daha nicesi bu oyunculuğu
daha da özel kılıyor. Zaten bu filmle aldığı onca ödül ve adaylık bunu kanıtlıyor.

16

FİLM TANITIMLARI
Film ilk dakikalarından itibaren seyirciyi çekiyor ve
asla bırakmayan, son sahnesinde ise derince
düşünmeye teşvik eden bu yoğun dramada
hissettirilen gerilim, filmde kullanılan sinematografi
ve ses miksajı bu filmi ödül sezonunun en iyi
filmlerinden biri yapıyor. Tıpkı bir başka davulcu
draması Oscar En İyi Film ödüllü Whiplash gibi bu
filmin de ileride unutulmayacağını düşünüyorum.
Müzik, drama, gerilim ögeleri içeren bir film izlemek
istiyorsanız, bu film size fazlasıyla istediğinizi
verecektir. İyi seyirler.

“Bu bir uyanışın filmidir. Pek çok insan sağır olmayı fiziki bir engel olarak görüyor. Bu
durumun gerçekte bir yaşam kültürü olduğunu anlamıyoruz."

– Filmin Yönetmeni Darius Marder

Ömer Alp ŞİRİNGÖZ 10/B

17

FİLM TANITIMLARI

Oscar ödüllü Mahershala Ali ile Viggo Mortensen'ın yer aldığı
ve 1962 yılında geçen bu filmde, Afro-Amerikalı entellektüel
birikimi fazla olan başarılı bir piyanist, sürücü olarak işe aldığı
işçi sınıfına mensup İtalyan dobra ve sert bir kişiliğe sahip bir
aile babası ile birlikte Amerika'nın kuzeyinden ırkçılığın yoğun
olduğu güneye doğru uzun ve yorucu bir yolculuğa çıkarlar.
Sürücümüz Tony Lip, evine gelen siyahi tesisatçıların kullandığı
bardakları çöpe atacak kadar olumsuz fikirler geliştirmiş bir
beyazdır. Lakin, Tony ve ailesi geçimini kıt kanaat sağlayan, işçi
sınıfı mensubu bir ailedir. Ünlü Afro-Amerikalı piyanist Dr. Don
Shirley ise geniş bir vizyona sahip, pahalı takım elbiseleri, üst
sınıfa ait şık görünümü ve mükemmel derecedeki İngilizcesi ile
tam bir beyefendidir. Dr. Shirley konser turu için hazırlanmaktadır.
Konser turu ırkçılığın yüksek düzeyde olduğu güneydedir. Don Shirley'ye bu soru işaretleri ile dolu
yolculuğunda özel şoförlüğünü yapması için yeni bir asistan gerekmektedir. Çünkü kendi başına güvenli
bir şekilde seyahat etmesi imkansızdır.

Bu uyumsuz çift, ellerinde bakanlığın
siyahilere özel olarak belirlediği Green Book
‘Yeşil Rehber’ (1960’larda Amerika Birleşik
Devletleri’nin güneyine seyahat etmek
isteyen Afro-Amerikanlar için hazırlanmış
bir kitapçıktır. Bu kitapçıkta, bu kişilerin
kalmasının yasak olmadığı oteller ve daha
güvenli yollar gibi bilgiler yer alıyor.) ile yola
çıkarlar. Ancak bu yolculukta birbirlerini ve
çevrelerini tanımak ve anlamak için küçük
bir kitaptan daha fazlasına ihtiyaçları vardır. Seyahat boyunca Dr. Shirley birçok ırkçı saldırıya maruz kalır;
beyazların yemek yediği yerlerde yemek yiyemeyez, onların girdiği tuvaletlere giremez, belli bölgelerde
gece yarısı seyahat edemez ve hatta filmin bir sahnesinde sırf siyahi olduğu için bir barda bir grup ırkçı
tarafından dövülür, kısacası pek çok ırkçı saldırıya maruz kalır.

18

FİLM TANITIMLARI

Shirley’in gerek siviller gerek resmi yetkililerden ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğü bu anlarda
yanında her zaman Tony Lip vardır ve bu anlar ikili arasında sıcak bir ilişkinin doğmasına vesile olur. Tony
kişilik özelliklerinden dolayı karşılaştığı sorunları çoğu zaman kaba kuvvete başvurarak çözmeye çalışır. Bu
yüzden bir keresinde Shirley ile bir mahalle hapishanesine bile düşmüştür. Filmde her ne kadar ayrı
dünyanın insanları birlikte de olsa bu ayrı dünyalar arasındaki köprü ne yazık ki ırkçılık gibi bir kavramla
bağlanıyor.

Fakat ikili arasında sadece ten rengi farklılığı yok aynı zamanda sınıfsal farklılıklar da var. Bundan dolayı
bir taraf her ne kadar zengin olsa da ten renginden dolayı, bir taraf ise her ne kadar beyaz da olsa işçi
sınıfında olduğundan bir fark yaşanıyor ama bu aradaki fark iyileşerek kapanıyor. Aralarındaki bağ ise
kuvvetleniyor. 2019 yılında En İyi Film Oscar’ını kazanan film her ne kadar çok klişe gibi görünse de
anlatımın doğru noktalar üzerinden şekillendirilmesiyle bize çok iyi bir film olduğunu kanıtlıyor Viggo
Mortensen ve Mahershala Ali’nin çok başarılı oyunculuk performansları, herkesin empati kurabileceği bir
anlatı yapısı ve çok dengeli düşünülmüş bir senaryo, filmin hakkını veren bir yönetim ve belki de en
önemlisi klişelerin doğru kullanımı. Tüm bunların birleşimi olan Green Book, seyirciyi çok doğru yerlerden
yakalayan ve bu noktalar üzerinden kibarca şekillendiren hem dokunaklı hem de eğlenceli bir film.

Yusuf Kasım TUNÇ ve Rıza DİNÇER 10/C

19

RÖPORTAJ 1

RİTA FULCO
İLE

RÖPORTAJ

Kadınlar Ve
Onların

felsefedek yer
üzer ne...

Rita Fulco (Messina Üniversitesi, İtalya)

Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Herkese merhaba ve hayatımla ilgili bir şeyler öğrenmek istediğiniz için size çok teşekkür ederim.
Akdeniz’in ortasında yer alan büyük İtalyan adası Sicilya’nın kuzey-batısında, deniz kıyısındaki
Messina şehrinde doğdum. Ailem bağları çok güçlü olan bir aileydi. Ailede sadece babam
çalışıyordu; demiryolunda işçiydi, annem ise ev hanımıydı. Dolayısıyla ekonomik açıdan çok fazla
imkânımız yoktu ve bugün pek çok kız çocuğunun yaptığı şeyleri yapamadım, yolculuk yapmak, dil
öğrenmek, müzik eğitimi almak veya spor yapmak gibi. Ben ve benden daha küçük olan kız
kardeşim, elimizde olan çok az oyuncakla oynayarak, TV izleyerek, ödevlerimizi yaparak, akrabaları
ve kimi zamanda birkaç arkadaşı görerek evde büyüdük. Çok basit bir yaşamdı bizimkisi. Ama
annem ve babam için önemli olan ikimizin de okumasıydı. Benim her zaman kitaplara ve edebiyata
ilgim olmuştu ve evimizde çok az kitap olduğu için tanıdığım insanlardan onları ödünç alırdım.
Ergenlikten itibaren çok yoksul ve daha az şanslı olan insanlar dikkatimi çekiyordu… nedenini
bilmiyorum; bu yüzden yaklaşık olarak on dört yaşlarımda yaşadığım şehirdeki farklı derneklerde
gönüllü olarak çalışmaya başladım. Karakterimin bu özelliği, üzerinde çalışmak istediğim filozofların
ve felsefelerin seçiminde de çok önemliydi. Yazdığım kitaplar ve makaleler, her zaman
düşüncelerinde ilginç bir şekilde ayrıca tinsellikle/ruhsallıkla (spiritualità) iç içe geçmiş, Emmanuel
Levinas’ın kullandığı sözcüklerle ifade etmek gerekirse, insanın insanlığı üzerine düşünmeyi,
diğerleriyle ilişkiyi, sorumluluğu, etiği ve politikayı merkezi bir yere koymuş düşünürlerle ilgili
olmuştur. Özellikle Simone Weil, Emmanuel Levinas, Sergio Quinzio üzerine yazdım ama aynı
zamanda çok sevdiğim Etty Hillesum üzerine de. Onların düşünceleri—örneğin Hegel veya Kant gibi
—çok sistematik olmasa da öznelliği, iktidarı/gücü, politikayı, insanlığı ve kırılganlığı (vulnerabilità)
anlamak için sınırsız bir fikirler kaynağı sunarlar. Bu meseleleri Soggettività e potere. Ontologia della
vulnerabilità in Simone Weil (Quodlibet, 2020) (Öznellik ve iktidar. Simone Weil’de kırılganlığın
ontolojisi) başlıklı son kitabımda daha derinlemesine ve ayrıntılı olarak ele almaya çalışıyorum.

20

RÖPORTAJ 1

Bize biraz eğitim hayatınızı anlatır mısınız?

Yaşadığım şehirde devlet okuluna gittim. Bu yüzden bütün toplumsal kesimlerden gelen kız ve
erkeklerle iletişim içerisindeydim. On dört yaşında klasik liseye yazıldım çünkü beşerî bilimlerin
konularını bilimin konularından daha çok seviyordum. Lise yılları çok güzeldi. Lisede düzenli bir
şekilde felsefe çalışmaya başladım. Sanırım on beş yaşlarımda Simone Weil’in hayatıyla ilgili bir
kitap okudum ve onun gibi berrak bir zekaya, saf ve sağlam bir ruha sahip olmayı isteyebileceğimi
düşündüm. Onun düşüncelerinden ve hayatından gerçekten etkilendim...Bu şekilde üniversiteye
yazılmayı ve felsefe okumayı seçtim. En nihayetinde lisans tezimi Simone Weil üzerine yaptım. Daha
sonra doktorayı kazandım. Doktora tezimi de Weil üzerine yaptım ve tezim daha sonra basıldı: benim
ilk kitabım Simone Weil üzerineydi! O andan sonra felsefeyi hiç bırakmadım. Ancak çok kısa bir süre
önce, 48 yaşında, üniversitede en nihayetinde araştırmacı olarak bir kadro edinebildim. Bundan
önce, çok uzun yıllar, araştırma yapmaya ve okumaya devam edebilmek adına, orta okulda (11 yaş
ile 13 yaşın aralığındaki çocuklara) ve lisede (14 yaş ile 18 yaş aralığındaki gençlere) İtalyanca, tarih
ve coğrafya dersleri vererek, yaşadığım şehirden uzak ve neredeyse her sene şehir ve okul
değiştirerek çalıştım. Öğretmek çok güzeldi benim için, bilhassa neredeyse her zaman öğrenciyle
yaratılan ilişki açısından. Eğitmenlik ve araştırma yapma aynı anda gerçekten çok zor olmuş olsa da.
O yıllarda Almanya’da Freiburg-im-Breisgau ve Fransa’da Paris’te doktora sonrası araştırma bursları
kazandım. Aynı zamanda İnsan Hakları alanında Palermo Üniversitesi’nde ikinci doktoramı yaptım.

Son olarak bu son yıllarda Pisa’da Scuola Normale Superiore’de doktora sonrası bir burs kazandım
ve çok güzel bir deneyim edindim ve neredeyse beş sene 2016 ile 2020 arasında orada kaldım

Scuola Normale, sadece liyakatın gerçekten ödüllendirildiği olağanüstü bir kurumdur. Bu yıllar, şu
anda en ilginç İtalyan filozoflarından biri olan ve kitapları tüm dünyada tercüme edilen Roberto
Esposito ile çalıştığım güzel yıllardı.

Gençliğim boyunca sık sık şehirler değiştirmem gerçeği, birçok insanı tanımamı, güzel deneyimler
yaşamamı sağladı, ama aynı zamanda özel hayatımdan da çok fedakarlıklar etmeme neden oldu.
Kadınlar için, günümüzde bile ve İtalya’da da aile ile işi bir araya getirmek çok kolay değil. Geçerli bir
yardım yok. Ben çalışmayı seçtim. Ancak bedeli genellikle yalnızlık oldu. Bu hiç iyi bir şey olmadı ve
kadınlar bu durumun radikal bir şekilde değişmesi için mücadele etmeliler.

21

RÖPORTAJ 1

Boş zamanlarınızda neler yaparsınız?

Aslına bakılırsa çok fazla boş zamanım yok yani çalışma, araştırma, yazma neredeyse bütün
zamanımı hatta hafta sonunu bile alıyor. Dinlenmek için de zaman bulmaya kendimi zorlamaya
çabalamak zorundayım…Yine de boş zamanlarımda doğa yürüyüşleri yapıyorum ve geziye
çıkıyorum, yazı yazıyorum, arkadaşlarımla buluşuyorum. Covid-19’dan önce yolculuk da yapıyordum
hem gezmek hem de araştırma yapmak için.

Felsefenin dünyadaki yeri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Felsefenin dünyada çok az bir yeri var. Fazlasıyla az. Genelde felsefe olumsuz anlamda
değerlendirilir veya küçümsenir. Bazı politikacıların, en azından İtalya’da şöyle dedikleri sık sık işitilir:
‘biz felsefe yapmıyoruz!’; felsefenin aptalca bir şey olduğunu ve pratik bir sonucu olmadığını öne
süren bir ifade. Felsefe mesleği aslında metánoia yani aklı (noùs) değiştirmek, zihni dönüştürmek
işidir. Dünyaya bakışı değiştirmek. Dini geleneklerde bu çevirme/dönüştürme (conversione), bakışı
açık olmayan, herkes tarafından paylaşılmayan düşüncelere doğru yönlendirme anlamına gelir. Ama
bugün gerçekten kim kendini sorgulamayı, araştırmayı, kendi zihnini, ruhunu değiştirmeyi arzuluyor?
Güç, zenginlik, şöhret, farklı seviyelerde “performatif” hale gelen, yani çok yakında, sadece
yetişkinlerin değil, çocukların ve ergenlerin yaşamlarına ve arzularına belirli bir biçim veren
hedeflerden sadece birkaçıdır. Felsefe “hiçbir şeye hizmet etmez”, hiçbir şeyin ve hiç kimsenin
hizmetçisi, kölesi olmaması anlamında. Neden zengin olmakla, iktidara/güce sahip olmakla, ünlü
olmakla ilgilenenler felsefenin dünyada bir yere sahip olmasını istesinler? Bu, belki de bu kadar
karanlık bir dönemde, neredeyse tüm beşerî bilimler için söylenebilir…Salgın boyunca—İtalya için
konuşuyorum ama sanırım başka yerler için de aynıdır— hümanist kültürle ilgili her şeyin “gözden
çıkarılabilir” olarak görülmesi hiç de tesadüfü değildir. Okullar ve üniversiteler kapalı, tiyatro, sinema
ve konser salonları kapalı. Kültür ve felsefe bilhassa bilinci sorgular, sorular yöneltir. Felsefe sorular
sormaktır, cevaplar vermek değil. Bu meraklı, huzursuz, istekli kişilerin hem siyasi hem de ekonomik
lobilerin baskın düşüncesinin önerdiğinden daha büyük bir iyilik arayarak, zihinleri değiştirmesini ve
böylece aynı anda toplumu ve politikayı dönüştürmesini sağlar. Bütün dünyada felsefenin sadece
liselerde değil (İtalya’da sadece lisede öğretilir) ve bütün orta okulların eğitiminde yer almaya
başlaması gerekir. Bunun için mücadele etmek şart.

22

RÖPORTAJ 1

Kadınlar ve onların felsefedeki yeri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kadınlar, felsefe tarihinde, en azından yirminci yüzyıla kadar marjinal bir rol oynamıştır. Felsefe okul
kitaplarında (İtalya'dan bahsediyorum, bu durumun başka bir yerde nasıl olduğunu bilmiyorum), en
azından on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar kadınların isimleri yoktur. Bir filozof olmayan, ancak
on sekizinci yüzyılın sonunda kadın hakları için savaşan ve şaşırtıcı olmayan bir şekilde 1793'te
öldürülen Olympe de Gouges gibi biri var. Nadiren izole edilmiş veya soyutlanmış birkaç isimle
karşılaşırız, mesela İskenderiyeli Hypatia veya Margherita Porete, Bingen'den Hildegard, Avila'dan
Teresa veya İskenderiyeli Catherine gibi Ortaçağ rahibeleri sadece birkaç isim. Şimdi felsefe tarihine
giren kadın filozofların isimleriyle karşılabilmek için on dokuzuncu yüzyılı beklemek gerekecektir,
örneğin Rosa Luxemburg (1871-1919), Edith Stein (1891-1942), Simone Weil (1909-1943), Etty
Hillesum (1914-1943), Hannah Arendt (1906-1975), Simone de Beauvoir (1908-1986), Maria
Zambrano (1904-1991), Jeanne Hersch (1910-2000) gibi isimler. Ancak çoğu hala biliniyor değiller ve
sadece daha genç olanları için demiyorum bunu. Ayrıca üniversitelerde bu kadın filozofların
düşünceleriyle ilgili dersler çok az. Oysa bu filozofların düşünceleri dikkate alınmayı ve
derinleştirilmeyi hak ediyorlar çünkü var oluş, siyaset, insan ilişkileri, toplum, adalet üzerine
düşündürücü fikirlerle zengindirler.

Bana kalırsa Simone Weil ve Hannah Arendt gibi kadınlar on dokuzuncu yüzyılın en büyük
filozoflarıdırlar ve okullarda başlayarak onların düşünceleri çalışılmalıdır. Bugün geçmişte kadınların
verdiği savaş sayesinde durum oldukça değişti: kadın filozoflar daha fazla ve onların düşünceleri
uluslararası düzeyde saygı görüyor ve takdir ediliyor. Agnes Heller (1929-2019), Luce Irigaray
(1930-), Luisa Muraro (1940-), Martha Nussbaum (1947-), Adriana Cavarero (1947-), Rosi Braidotti
(1954-), Wendy Brown (1955-), Judith Butler (1956-), gibi isimleri düşünelim, bunlar sadece çok
tanınmış ve bütün dünyada eserleri çevrilmiş bilindik isimler. Ayrıca bu örnekler sayesinde birçok
genç kadın felsefe yapmayı tercih ediyor.

Gelecekleri konusunda gençlere ne gibi önerilerde bulunursunuz?

Kendilerine dikkat etmelerini öneririm ancak bencil bir şekilde kendine geri çekilmekten
bahsetmiyorum ama—bir bitkinin veya bir ağacın yaptığı gibi kendini yetiştirmek—bu dünyaya onu
daha iyi bir yer haline getirecek kendi meyvelerini verebilmek için. Bu nedenle dünyada hem kendi
içinde hem de kendi dışında adaletsizlikleri görmenin ve onları ortadan kaldırmak için savaşmanın
anahtarı olan dikkat kapasitesini geliştirmek adına, kişinin okuma, çalışma ve derin düşünmeyle
ruhunu ve zekasını beslemesini öneriyorum. Simone Weil’in dediği gibi “yarın adaletli olmak için
dikkatli olmayı öğrenmek gerekiyor.”

''Röportajı İtalyanca'dan Türkçe'ye çevirdiği için Sevgi DOĞAN' a teşekkürlerimi sunarım.''
-Rita FULCO

Çeviren: Sevgi DOĞAN

23

PSİKOLOİ DENEYLERİ

PSİKOLOJİ

DENEYLERİ

Leon Festinger ve Bilişsel Çelişki Kuramı
Çoğumuz kendini dürüst, zeki, duyarlı ve iyi bir insan olarak görmek ister. Mantıksız ya da ahlaksızca
davrandığımızı gösteren durumlarla karşılaştığımızda bundan oldukça rahatsız oluruz. Bilişsel Çelişki
Kuramı Leon Festinger tarafından ortaya atılmış bir psikoloji kuramıdır. İnsanların edimlerini ve
düşüncelerini geçmişteki tecrübe ve değerlerine göre -bu değerler futbol takımı taraftarlığı, bir dine
dahil olma, siyasi bir partiyi destekleme gibi değerler olabilir- belirlediklerini savunur. Birtakım
düşünce veya değerlere sahip olan insanlar zaman içinde bu düşünce ve değerlerine muhalif
durumlarla karşılaşabilirler. Karşılaştıkları durumlar, kendi düşünceleriyle -ya da değerleriyle-
çelişirse, bahsettiğimiz bu bilişsel çelişki durumu meydana gelir. Bu durumda "kişiler, kendi inançlarını
-yani değerlerini- terk etmemek adına, sonradan ortaya çıkan uyumsuzlukları (karşı durumu) kabul
etmeme ve görmezden gelme eylemini sergileyebilir." Gerçeklerle yüzleşmekten kaçar ya da
gerçeklere karşı koyarak şedit eğilimine geçer. Karşı görüş hiç var olmamış gibi davranır ve
görmezlikten gelir. Bu durumu daha yalın bir dille şöyle belirtebiliriz: Birey, karşısına çıkan (kendi
düşünce ve değerlerine aykırı) uyumsuzluklarla yüzleşmekten kaçınır ve bilinçaltında kendini
kandırmaya çalışır; fakat bireylerin bilinçaltında gerçekleşen bu durum (bireylerin) bilinçli olarak
yaptığı - ya da farkında oldukları- bir kendini kandırma durumu değildir.

Örnek
Sigara içen bireyin sigaranın sağlığa karşı zararlarının farkında olduğunu varsayalım; fakat buna
rağmen sigara içen kişi, (zamanla) karşıt görüşe -yani sigaranın sağlığa zararlı olduğunu söyleyenlere
karşı- muhalif düşünceler besleyebilir, bilimin yanıldığını, sigara içmenin zararının olmadığını iddia
eder hale gelebilir. Daha önce sigaradan ölen hiçbir tanıdığının olmadığını, hatta sigara içmesine
rağmen 90 yaşında hâlâ sağlam olan bir akrabasının olduğunu söyleyebilir.

Bu ve buna benzer durumları açıklayan Bilişsel Çelişki Kuramı’nı test eden Leon Festinger 1959
yılında bir deney düzenledi:

Oldukça sıkıcı görevleri içeren deneye katılan üniversite öğrencilerine deneyin amacının; görev
önceden ilginç olarak tanıtıldığında insanların daha iyi başarım gösterip göstermeyeceğini test etmek
olduğu söylenmişti. Ayrıca araştırmacı, katılımcıların hepsine kendilerinin kontrol koşuluna atandığı,
bu yüzden onlara önceden bir şey açıklanmadığı ve onlardan sonra deneye girecek katılımcının
deney koşulunda olduğu için onu görevin ilginç ve zevkli olduğu konusunda ikna etmesi gerektiğini
söylemişti. Böylece araştırmacı katılımcıdan görev konusunda bir başka öğrenciye yalan söylemesini
istiyordu. Öğrencilerin yarısına yalan söylemeleri karşılığında 20 dolar diğer yarısına 1 dolar teklif
edildi. Deney bittikten sonra bir görüşmeci öğrencilerin hepsine daha önce gerçekleştirmiş oldukları
görevden ne kadar hoşlandıklarını sordu. Yalan söylemeleri, yani görevin zevkli olduğunu söylemeleri
karşılığında 20 dolar ödenen öğrenciler etkinliklerin gerçekten olduğu gibi sıkıcı ve zevksiz olduğunu
söylemişti. Öte yandan görevlerin zevkli olduğunu söylemeleri karşılığında 1 dolar ödenen öğrenciler
görevi zevkli olarak değerlendirmişti. Yani yalan söylemek için yeterli ödülü alanlar (20 dolar) yalan
söylemişler ancak söylediklerine inanmamışlardı. Buna karşılık yalan söylemek için yeterli ödülü
almayanlar (1 dolar) söyledikleri yalanın gerçeğe yakın olduğuna kendilerini ikna etmişlerdi.

24

PSİKOLOİ DENEYLERİ

İnsanların küçük bir ödül söz konusu olmasına karşın söyledikleri yalana inanmaları biraz şaşırtıcı gelmiş
olabilir. Bilişsel çelişki kuramının getirdiği açıklamalar bu tip davranışları anlamamıza yardımcı
olmaktadır. Günlük yaşamımızda da bilişsel çelişki kuramını destekleyen birçok örneğe rastlayabiliriz.
Örneğin toplu taşıma araçlarını kullanan biri sabahları koltukta oturarak seyahat ettiğinde otobüsün
kalabalıklaşmaya başlamasından rahatsız olur ve daha fazla insan alınmamasını ister. Aynı kişi ertesi
gün dolu olan otobüse binmeye çalıştığı zaman kendisinin bir gün önce verdiği tepkiye benzer bir tepkiyle
karşılaştığında “işe yetişmesi gerektiğini, bu otobüsün ortak bir mal olarak kullanılacağını kimsenin daha
fazla hakka sahip olmadığını’’ iddia edebilir. Benzer durumlar siyasi veya dini görüşlere, spor alanındaki
taraftarlığa uyarlanabilir.

Seligman Deneyi; Öğrenilmiş Çaresizlik

Öğrenilmiş çaresizlik psikoloji terminolojisinde yer alan bir kelimedir. Organizma bir şeyi sürekli dener ve
her seferinde başarısız olursa artık o şeyi denemekten vazgeçer ve durumu kabullenir. Buraya kadar
normal fakat sorun şu ki öğrenilmiş çaresizlik zihnin körelmesine neden olur ve deneme başarılı
olabilecekken de eski deneyimler yüzünden organizma teşebbüste bulunmaz.

İşte Martin Seligman ve Steven F. Maier tarafından 1967 yılında yapılan deneyde bu konuya
değinilmiştir.

24 tane köpek ile gerçekleştirilen bu deneyin ilk aşamasında, köpekler üç farklı gruba ayrılıyor. 1. Şoktan
kaçamayan grup: Köpekler elektrik şokuna maruz bırakılırlar, fakat köpeklere şoktan kaçabilmeleri için
imkan verilmez. 2. Şoktan kaçabilen grup: Bu gruptaki köpekler de şoka maruz bırakılırlar ancak ilk
gruptan farklı olarak şok veren platform üzerindeki bir pedala basarak şoku durdurabilmektedirler. 3.
Kontrol grubu: Bu gruptaki köpeklere elektrik şoku uygulanmaz.

Deneyin ikinci aşamasında ise bütün köpeklere şok verilir. Köpekler bu şoktan önlerindeki bariyerden
atlayarak kurtulabilecek durumdadırlar. Bariyerden sonraki bölge şokun verilmediği bölgedir. Yani,
deneyin ikinci aşamasında, köpeklerin şoktan kaçınma davranışı gözlemlenmektedir. Deneyin ilk
aşamasında herhangi bir şoka maruz kalmamış köpekler bariyerden atlayarak şoktan kurtulabilmiştir.
Ayrıca, yine deneyin ilk aşamasında “şoktan kaçılabilen koşula” atanmış olan köpekler bariyerden
atlayarak şoktan kaçmayı başarmışlardır. Fakat, ilk aşamada “şoktan kaçılamayan koşulda” yer alan
köpekler diğer köpeklerden oldukça farklı davranmışlardır. Bu köpeklerin çoğu, şoka maruz kaldıklarında
büyük bir stresle koşturmaya başlamış, sonra da zemine uzanarak şoka maruz kalmaya çaresizce devam
etmişlerdir. Şans eseri birkaç köpek bariyerden atlasa da, bundan sonraki denemelerde aynı çabayı
göstermemişlerdir. Bu fenomen öğrenilmiş çaresizlik olarak tanımlanmaktadır.

Öğrenilmiş çaresizlik, insanlarla ilgili bazı durumları da açıklayabilmektedir. Örneğin, Dweck ve Repucci,
çözülemeyen problemlerle uğraşan çocukların daha sonra çözülebilen problemleri çözmek için de çaba
göstermediklerini bulmuşlardır. Öğrenilmiş çaresizlik ayrıca, depresyonun bazı yönleri ile de
bağdaştırılmaktadır. Öğrenilmiş çaresizliği yenmek için başvurulabilecek yollar vardır. Bu deneydeki
çaresizliği öğrenmiş köpekler ile deneyin üçüncü aşaması gerçekleştirilir ve bu sefer şok verilen
köpeklere önlerindeki bariyerden atlamalarında yardımcı olunur ve buna köpekler kendi kendilerine
bariyerin üstünden atlamaya başlayana kadar devam edilir. Tepki vermenin işe yaradığını öğrenmek
çaresizliği engellemektedir. Hatta yavruyken bu beceriyi edinmiş olan köpeklerin yaşamları boyunca
öğrenilmiş çaresizliğe karşı bağışıklık kazandıkları gözlenmiştir.
Aynı durumun insanlarda da geçerli olduğu aşikardır.Öğrenilmiş çaresizliği belki de hepimiz hayatımızın
bir evresinde yaşıyoruz veya her gün yaşıyor da olabiliriz. İnsanlarla iletişim kurarken, gelecek için
yaptığımız planlara doğru ilerlerken, kendimize ve kabiliyetlerimize güvenirken, sonuçları tesadüflere
bağlarken, başarının bir süreç olduğunu unuturken yaşıyor olabiliriz. ANCAK şair Behçet Necatigil’in
dediği gibi: çaresizseniz çare sizsiniz.

Murat YÜCE 11/D

25

BİLİM KÖŞESİ

LAPLACE’IN ŞEYTANI: DETERMİNİZM VE KUANTUM MEKANİĞİ

“Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm
güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve
bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük
atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynı
geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.”

Olasılık teorisini ve çan eğrisini ilk kez kullanan bilim insanı Pierre-Simon Laplace, kendi adının verildiği
Laplace Şeytanını bu şekilde açıklıyor.

Laplace’a göre olaylar ve mevcut durum ‘iç içe’ geçmiş Pierre-Simon Laplace (1749-1827)
bağlı nedenler ve sonuçlardı. Ona göre an ya da
evrenin mevcut hali geçmişin bir sonucu aynı zamanda
geleceğin nedeniydi. Laplace evrendeki her atomu,
geçmişi ve geleceği bilen bir varlığın mevcudiyetini ele
alan düşünsel bir deney oluşturmuştu. Laplace,
‘Olasılıklar Üzerine Denemeler’ kitabında bu teorisinin
temelini atmıştı. Bilim dünyası burada sözü edilen, bizim
şans olarak tanımladığımız rastlantısal olayları
açıklamaya yarayan sanal varlığa, Laplace’ın Şeytanı
adını verdi. Eğer bir varlık yaşanmışları ve
yaşanacakları eşit derecede biliyorsa, bu gelecekte
olacakların çoktan belli olduğu, özgür iradenin
olmadığını açıklar. Bu düşünce deneyi determinizmi en
güzel anlatan olgulardandır. Çünkü determinizm akımı
da evrende gerçekleşen her şeyin önceden belirlenmiş
olduğunu ve özgür iradenin olmadığını söyler. Hepimizin
yaşayacağımız anılarının çoktan belirlenmiş olduğunu,
bizim hayatımızda hiçbir kontrolümüzün olmadığını...
Çünkü gelecek aslında şimdi, ve hepsi yaşandı, aslında
biz bir film izliyoruz, senaryosu hazır bir film.

26

BİLİM KÖŞESİ

Ama bilimin de buna bir cevabı var. Kuantum mekaniği:

Schrödinger’in Kedisi ise başka bir düşünce deneyi. Kuantum Fiziği tartışmaları tüm bilim dünyasını
kasıp kavururken Erwin Schrödinger 1935’te bu deneyi ortaya koyar. Schrödinger’in kedisi; bir kedi,
küçük bir şişe zehir ve radyoaktif bir kaynakla kapalı bir kutuya bırakılıyor. Eğer içerideki monitör
radyoaktifliği algılarsa küçük şişe kırılır, zehir kediyi öldürür. Bir süre sonra kuantum mekaniğinin
Kopenhag yorumu kedinin bir dalga fonksiyonu olduğunu anlık olarak hayatta veya ölü olma
ihtimalini vurgular. Kutuya bir kez bakıldığında kedi canlı veya ölü olabilir, ikisi birden olamaz. Ancak
kutuya bakılmadığı sürece kedi hem ölü hem de canlı kabul edilmelidir. Bu parçacıkların
süperpozisyon özelliğinin temel ilkesidir.
Yani yaşanacaklar yaşanana kadar bilinemez, her şey olabilir.

GÜNCEL BİLİM HABERLERİ

Fizik kurallarını değiştirebilecek deney, Yaşamın temelleri DNA ve RNA yerine
bilim insanlarını heyecanlandırdı. XNA ile başlamış olabilir mi?

ABD Enerji Bakanlığı’nın Ulusal Argonne Laboratuvarı ve Japonya'da bir grup bilim insanı, yaşamın temelini
Ulusal Fermi Hızlandırıcı Laboratuvarı’nda çalışan bilim oluşturan DNA ve RNA'nın çok daha öncesinde ne
insanları, Muon g-2 (Müon g eksi 2) adı verilen bu deneyde olduğuna dair önemli bulgular elde etti. Yapılan
fizikçilerin evrenin bileşimi ve davranışını şimdiye kadar en araştırmalara göre RNA'nın bile olmadığı Genç Dünya
iyi açıkladığı Standart Model’de tahmin edilen değerden dönemlerinde, yaşamın temelini spesifik özelliklere
farklı bir sonuç elde etmişler. Fizikçilere göre, doğadaki sahip ‘’Xeno (yabancı) Nükleik Asit’’ (XNA) isimli
muhtemel 5. temel kuvvete ilişkin güçlü kanıtlar ortaya nükleotid zincirler oluşturuyor olabilir. Bilim insanları
çıkmış olabilir. bu tezi güçlü delillerle destekliyorlar.

NASA, Ingenuity adlı helikopterini Kızıl Gezegen'de Ingenuity'nin uçuş anı
ilk kez uçurdu
Ömer Alp ŞİRİNGÖZ 10/B
Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) Mars'a gönderdiği
helikopter Ingenuity'yi (Maharet) 19 Nisan’da ilk kez uçurdu. Bu motorlu
bir hava aracının başka bir gezegende gerçekleştirdiği ilk kontrollü uçuş
oldu. Mars'tan NASA'ya ulaşan ilk verilere göre Ingenuity bir dakikadan
daha az süre havada kaldı. Bilim insanlarının amacı da buydu. NASA,
ilerleyen günlerde helikopterin uçuş süresi ve yüksekliğini kademeli
olarak artırmayı hedefliyor. Ingenuity, 18 Şubat'ta Jezero Krateri'ne inen
Perseverance adlı uzay aracıyla Mars'a taşınmıştı.

27

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ

8 MART DÜNYA
EMEKÇİ

KADINLAR GÜNÜ

Tar hçes

8 Mart 1857 yılında ABD’nin New York kentinde bir dokuma
işçisi; çok ağır çalışma koşulları,çok uzun iş günleri ve buna
karşın çok düşük ücretler nedeniyle greve çıktı ve taleplerini
açıkladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin
fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin
fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması
sonucunda 129 kadın yangında hayatını kaybetti.

Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara
Zetkin, bu olayın ardından 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü
olarak anılmasını öneri olarak sundu ve öneri oy
çoğunluğuyla kabul edildi. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü ilk kez 19 Mart 1911’de Almanya ve İsviçre’de anıldı.
Anmaların 8 Mart olarak değiştirilmesine 1921’de
Moskova’da düzenlenen 3. Uluslararası Kadınlar
Konferansı’nda karar verildi. Türkiye’de ise bu gün ilk kez
1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya
başlandı.

28

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ

NEDEN KADININ İNSAN

İnsan haklarının aslında kadın-erkek bütün bireyleri kapsaması HAKLARI?
gerekir. Eşit, özgür ve onurlu yaşama hakkı diyebileceğimiz ve
doğarken sahip olduğumuz bu temel haklar, ömrümüz boyunca Yasalar bazen kadınlar gibi
kesintisiz olarak sürer, vazgeçilemez ve hiçbir durumda erkeklerin haklarını da
değiştirilemez. Haklarımızı koruma altına alan hukuk sistemine göre korumayabilir. Ne var ki,
herkes cinsiyet, ırk, renk, din, dil, yaş, uyruk ya da toplumsal köken, kadınların hakları ihlal
düşünce farkı, mülkiyet gibi farklara bakılmaksızın yasalar önünde edildiğinde, bu durum çoğu
eşittir. Ancak yasaların zaman zaman gerektiği gibi uygulanmadığı ve zaman kadınlar sırf kadın
haklarımızın yeterince korunmadığı da bir gerçek. olduğu için gerçekleşir.

Örneğin aile içi şiddet veya töre cinayeti dendiğinde, şiddete maruz kalan veya öldürülen kişinin
erkek olduğunu kimse düşünmez veya “eşit işe eşit ücret” talebi dile getirildiğinde, eşit işe eşit ücret
almayanın kadın olduğu açıktır. Cinsel/bedensel şiddeti meşrulaştırmak için erkeklerin değil,
kadınların giyimi veya geç saatte sokakta olduğu konu edilir. Okullaşma kampanyaları “Bütün
Çocuklar Okula!” değil, “Haydi Kızlar Okula!” sloganıyla yapılır. “Erken/zorla evlendirme” dendiğinde
kimsenin aklına yaşlı bir kadınla evlendirilen bir oğlan çocuğu gelmez.

İşte bunlar ve bunlara benzer pek çok ayrımcılığa dayalı uygulama yüzünden, “kadının insan hakları”
kavramına ihtiyaç duyuyoruz.

Kadın Kadının evlilikle ilgili hakları: İstediği kişiyle evlenme
hakkı, eşit miras hakkı, evlilik içinde cinsel birleşmeyi
Hakları reddetme hakkı, şiddete maruz kalmama hakkı, kendi
malına sahip olma hakkı, kumayı reddetme hakkı, resmi
Kadının kamu yaşamındaki hakları: nikâh hakkı.
İstediği zaman kocasından izin
almadan istediği işte çalışma hakkı, Kadının boşanma ile ilgili hakları: Ev tutarak ayrı
eşit ücret hakkı, eşit eğitim hakkı, yaşama hakkı, boşanmak için mahkemeye başvurma
kendi istediği partiye oy verme hakkı, hakkı, çocuklarının velayetini alma hakkı, nafaka alma
siyasi partiye katılma hakkı, ev kadını hakkı, kendi malını beraberinde götürme hakkı.
veya tarımda aile işçisi olarak çalışsa
bile sigortalı olma hakkı, dini yaşama Kadının bedensel hakları: Kendi cinselliğini yaşama
katılma ya da katılmama hakkı. hakkı; tecavüzsüz, tacizsiz, enseste maruz kalmadan
yaşama hakkı; doğum kontrolünü kullanma veya
kullanmama hakkı; sağlıklı yaşama hakkı; kadının
bedeninin yalnızca kendine ait olması hakkı.

Ülkemizde birçok kadın cinayete kurban gidiyor ve hayattan koparılıyor. Buna bir
dur demek bizlerin elinde.Tüm hayattan koparılan o masum kadınlar için
susmamalıyız. Korkmamalı, önümüze çıkan engelleri yine bizlerin yok edebileceğini
kendimize hatırtlatmalıyız. Sadece bugün değil, hergün onları anmalı, onların

!!duyuramadıkları çığlıklar olup yarıda kalan ayak izlerini bizler tamamlamalıyız.
Nisa KARATAŞ 10/D

29

8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ
30

8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

Bu resmi yapan sanatçı Hindistan’ın Trissur şehrinden 9.sınıf öğrencisi
Ajunath sindhu Vinayala. Babası annesinden bahsederken sürekli ‘’O
çalışmıyor, sadece ev kadını’’ dediği için Ajunarh bu tabloyu yaptı.
Annesinin boş durduğunu hiç görmediğinden babasının böyle
konuşmasına çok şaşıran Ajunath, annesinin günlük rutin hayatını
gösteren bir resim çizip öğretmenine gösterdi. Öğretmeni de bunu valiliğe
yolladı. Sonunda resim Hindistan’ın 2020-2021 cinsiyet bütçesinin kapak
resmî olarak seçildi.

Bu resmi ve hikayesini bizimle paylaşan Şeref BOZKURT' a katkıları için teşekkür ederiz.

31

23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI

23 Nisan Ulusal
Egemenlik Ve Çocuk

Bayramı
Kutlu Olsun !

32

23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK
VE ÇOCUK BAYRAMI

"Küçük hanımlar, küçük beyler... Sizler
hepiniz, geleceğin bir gülü, yıldızı, bir
bahtının aydınlığısınız. Memleketi asıl
aydınlığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin
ne kadar önemli, kıymetli olduğunuzu
düşünerek ona göre çalışınız."

M. K. ATATÜRK

“23 Nisan, Türkiye milli tarihinin
başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır.
Bütün bir düşmanlık dünyasına karşı
ayağa kalkan Türkiye halkının, Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ni meydana getirmek
hususunda gösterdiği harikayı ifade
eder.”

M. K. ATATÜRK

Berk TERZİ 10/B

33

LİDERLİDER

Bir lider düşünün ki ‘Hasta Adam’ olarak anılan bir
imparatorluğun küllerinden yeni ve modern Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulmasına öncülük etsin ve yine bir lider
düşünün ki bütün yetkileri kendinde toplamak yerine bütün gücü
halkta yani mecliste toplasın bu lider Mustafa Kemal Atatürk.

Kendisi 1. Dünya Savaşından sonra işgal edilen Anadolu’yu
başta silah arkadaşları olmak üzere Kurtuluş Savaşı'na destek
veren her yüce bireyin katkılarıyla bağımsızlığına
kavuşturmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk asla bağımsızlığından ödün vermemiş,
özgürlükçü bir kişiliktir.

Okumaya, eğitim ve öğrenime her zaman önem vermiştir. Öğrenme
iştahı doyumsuzdu, onun için kitap okumak nefes almak gibiydi.
Trablusgarp’ta, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda, en kanlı
çarpışmaların en kritik günlerinde bile elinden kitap düşürmezdi.

1916’da Bitlis’i düşman işgalinden kurtarırken , Namık Kemal’in Tarih-i Osmani’sini , Mehmet Emin
Yurdakul’un şiirlerini, Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şiksete’sini , Alphonse Daudet’nin Sapho’sunu
okuyordu. 1918’de Karlsbad ‘da tedavi görürken, Balzac okuyordu. Karl Marx’ın Kapital’ine yönelik
eleştirileri takip ediyordu. Lenin’in makalelerinden oluşan Burjuva Demokrasisi ile Proletarya
Diktatörlüğü isimli kitabı okuyup, kütüphanesine koymuştu. Alman düşünür Ludwig Büchner’in Fenn-i
Ruh kitabını okumuştu. Beyin, zihin, hafıza, zeka, düşünme’yle alakalı bölümleri işaretlemişti. John
Stuart Mill’in Hürriyet’ini okumuştu. Ömer Hayyam’ın Rubailerini okumuştu .
Homeros’un İlyada’sını okumuştu.

Descartes’ ın , Kant’ın eserlerini Türkçeye çevirttirdi.
Auguste Comte’un fikirleriyle daha öğrenciyken
tanışmıştı. Durkheim okuyordu. Sözlüklere önem
verirdi. Türkoloji’nin öncüsü sayılan Vasili Radloff’un
dört ciltlik Türk Lehçeleri Sözlüğü’nü masasından
ayırmazdı. Karloviç Pekarskiy’nin Yakut Sözlüğü’ne
sık sık başvururdu.

34

LİDER

Ancak hiç şüphesiz ki aklında derin izler bırakan kitapların
başında Beyaz Zambaklar Ülkesinde geliyordu. Rus yazar
Grigory Petrov tarafından yazılmıştı. 1800’lerde perişan
durumda olan "bataklıklar ülkesi" Finlandiya’nın bir avuç
yurtsever aydın tarafından nasıl "beyaz zambaklar ülkesi" ne
dönüştüğü anlatılıyordu. Ekonomik, siyasi, kültürel devrim
örneğiydi. Bilime ve ulus devlete dayalı topyekün kalkınma
modeliydi. Türk devrimiyle birebir örtüşüyordu. Atatürk’ü
heyecanlandıran, işte bu benzeşmeydi.

Devrimciydi. Tarih boyunca hiçbir lider bu kadar kısa sürede böyle büyük dönüşüm sağlayamadı.
Yaklaşabilen bile yok, peki bundan sonra yaklaşabilen olur mu ? Sanmam.

Ünlü İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee , şaşkınlıkla
ifade ediyordu: "Bir an için tahayyül ediniz ki ,Batı
Dünyasında Rönesans, Reformasyon, 17’nci
yüzyıl sonundaki bilim ve düşünce ihtilali, Fransız
Devrimi, hepsi birden sadece bir insanın
ömrünün içine sığdırılmıştır!" Bu bilgilerinin
yanında kendisinin hem iyi bir siyasetçi hem de
iyi bir asker olmasının dışında halkın sorunlarıyla
iç içe olan tam bir devlet adamı olduğunu
atlamamak gerektiğini belirtmek isterim.

Gazi meclisin kuruluşunun 101.yıl dönümünde saygıyla ve özlemle…

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”

“Bağımsızlık, uğruna ölmesini bilen toplumların
hakkıdır.”

“Özgürlüğün de, eşitliğin de adaletin de
dayanağı ulusal egemenliktir.”

“Dünyada ve dünya milletleri arasında sükun, huzur ve iyi
geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın,

huzurdan mahrumdur.”

Berk TERZİ 10/B

35

ŞAL'IN FİLOZOFLARI

ŞAL' IN

FİLOZOFLARI

HAYATI ANLAMLANDIRMAK: MUTLULUK MU ESENLİK Mİ?

Mutlulukla ilgili en büyük problem bir “Catch 22” durumu olmasıdır. “Catch 22“ çözümü kendinde saklı, paradoksal
olan durumlar için Joseph Heller tarafından türetilmiş bir sözcüktür. Joseph Heller, bir savaş romanı yazmış olsa da
çıkmaz problemler için ürettiği bu sözcüğü kullanarak felsefe literatürüne katkıda bulunmuştur. Örneğin deneyim
kazanmadan iş bulamayız fakat deneyim kazanmak için de çalışmamız gerekir. Ya da evsiz bir kişi bir ev
tutabilmek ve orada yaşayabilmek için iş bulmaya çalışır fakat evi olmadığı için bir iş bulamaz.

Mutluluk bizim kendi içimizde çözümlenebilecek bir problem olduğu için Stoacılardan bu yana “Mutluluğa giden yol
nedir?“ tarzı sorular insanlar arasında oldukça yaygındır. Stoacılara göre mutluluğu arayan kişi ufak sorunlarını
çözmek için mücadele etmeli, doğaya ruhunu teslim etmeli, hayatını evrenin kanunlarına göre düzenlemelidir. Stoa
öğretisinin kökeninde kynik felsefesi yatar. Kynizm felsefesinde insanın erdem ve mutluluğa hiçbir şeye bağlı
olmadan (zenginlik, toplum tarafından dışlanmak gibi) erişebileceğini savunur. Fakat bunu yapabilecek kişinin belirli
bir bilgeliğe ve statüye ulaşmış olabilmesi gerekir. Bilgin kişi kendini doğaya teslim etmiş, dış değerlerin mutluluk
üzerinde etkili olmadığını anlayan ve bunu uygulayan kişidir. Bunu uygulaması oldukça önemlidir çünkü bilgi ile
eylemin birliği düşüncesi Stoa öğretisinin temelidir.

Aynı zamanda ‘ahlakça yetkin olma’ anlayışını Stoa, bilge idealinde canlandırmıştır. Bilgelik, erdemli olmaktır.
Stoacılara göre erdem tek başına bir mutluluktur fakat insanın özünde bulunan ‘istenmeye değecek şeyler’ de
önemlidir bu durumda bunu kabul ederek bilgelik yolunda ilerleyen kişiler için mutluluk kavramını en basite
indirgemişlerdir. Çünkü bilge olan kişi tek başına erdemlikle mutlu olur fakat insan erdemliğin yanında istediği
şeylerin de önemli olduğunu ve ikisi bir arada olduğu takdirde mutlu olacağını düşünmektedir.

Amerikalı yazar Nathaniel Hawthorne mutluluğu şöyle ifade etmiştir: “Mutluluk bir kelebektir. Peşinden koşsanız da
yakalayamazsınız ama eğer sakince oturup beklerseniz, bir gün gelip sizin de omzunuza konabilir. “ Buradan da
anlayabileceğimiz gibi mutluluk geçici ve nadiren başımıza gelebilecek bir duygudur çünkü kelebeğin insanın
omzuna konması neredeyse imkansızdır ve kelebek omzumuza konsa bile bir saniye bile olmadan uçup gidecektir.
Mutluluk da kelebek gibi geçici ve sadece o anlık havalara uçmamızı sağlayabilecek bir duygudur. Bu yüzden ben
bu soruyu yanlış buluyorum.

İnsan, hayatının iyi gitmesini yani devamlı olarak kendini iyi hissetmeyi ister. Devamlı iyi hissetme halini en iyi
karşılayan kelime ise “esenlik“ tir. Teologlar esenliği sonsuz bir gizem olarak, filozoflarsa koşulsuz bir manevi
ihtiyaç olarak yorumlar. Bence de esenlik temel manevi ihtiyaçlarımızdandır. Kelime anlamından da
çıkarabileceğimiz gibi esenliğin “iyilik yapma, sevgi, şefkat, huzur“ üzerine kurulu olduğunu görebiliriz. Bu gibi
duygular Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde fiziksel ve güvenlik ihtiyaçlarımızdan sonra ait olma ve sevgi
ihtiyacı çatısı altında sınıflandırılmaktadır. Bu yüzden insanın esen kalması hayatını büyük ölçüde değiştirir ama
hayatımız boyunca esen kalamayız çünkü esenlik ile acı, et ile tırnak gibidir. Eğer acının karşısında korkmadan
dikilirsek işte o zaman acı, insanı korur.

36

ŞAL'IN FİLOZOFLARI

Nietzsche, insanın korkularına sırtını dönmesindense onları kabul etmesini hatta onlara karşı bağışıklık
kazanmanın kişiye değer katacağını ifade etmiştir. İşte o zaman bir depremin sizi yıkmasına izin vermez, dimdik
ayakta durursunuz. Aynı zamanda çektiğiniz acıların, ızdırapların bir sonucu olduğunu görürseniz acı çekmeye her
zaman hazırlıklı olursunuz. Fakat çektiğiniz acıların anlamsız olduğunu görmek sizi çaresiz bırakır. Anlamsızlık,
insana en ağır gelen durumlardan biridir. Eğer esenlikle kalmak istiyorsak hayatımızda yaptığımız hareketleri
anlamlandırmaya çalışmak en doğrusudur. Aynı zamanda Stoacıların dediği gibi dikkatimizi hayatın pozitif
taraflarına yöneltmeye yönelik ilk adımı atmanın tek yolu hatalı varsayımları, yanlış duyguları hayatımızdan
çıkarmaktır. Yani zihnimizi berrak tutmaktır.

Peter Singer’a göreyse dünyanın mahvolmasına neden olabilecek şeyleri önlemek için çalışmak esenliğe kolayca
ulaşmanın bir yoludur. Singer bunu şöyle ifade etmiştir: “Eğer kendinize gerçekten saygı duymak ve olabileceğiniz
en iyi insan olmak istiyorsanız, kendinizi benliğinizden daha büyük bir amaca adamanız gerekir.“ Bu aşamada tüm
benliğimizi bu çalışmaya adamak için bizi yansıtan işleri, projeleri yaptığımız sürece her eylemin aynı şekilde iyi
olduğu düşüncesine karşı çıkarız ve bazı amaçların diğerlerine kıyasla hayatımıza anlam katmaya daha elverişli
olduğunu görebiliriz. Bence esenliğe erişmek için dünyada özne değil, nesne olduğumuzu; bir yağmur
damlasından farksız olduğumuzu unutmamalıyız ve hayata iyiliğin izini sürerek devam etmeliyiz.

Şevval ÇELEBİ 9/A

Ölü Ozanlar Derneği

Bugün ailece ‘Ölü Ozanlar Derneği’ filmini izledik ve filmde felsefi yönden ve hayata dair çıkarılacak çok fazla
mesaj olduğundan, filmle ilgili çıkarımlarımı sizinle paylaşmak istedim.

Farkındalık yaratmanın, gerektiğinde baş kaldırmanın gücünü; anı yaşamanın ve geçmişle günümüzde takılıp
kalmamanın önemini (CARPE DIEM), öğrencilerine kullanılan methodların DIŞINA ÇIKARAK aşılayan bir öğretmen
ve öğrencileriyle kurduğu güçlü bağı konu alan bir film. Şiirin ve edebiyatın özünü göstererek öğrencilerinin
dünyasını değiştiren fakat sonunda yine herkes gibi olmayışından yargılanan öğretmenimiz…

Özgür olamamış ve kendilerini keşfedememiş öğrenciler filmde eleştirilen düzenin içerisindedirler. Ve bu düzen
okula yeni gelen edebiyat öğretmeni Mr. Keating ile beraber değişmeye başlamıştır. Keating ilk dersten itibaren
farkını ortaya koymuş, ezberci eğitim sistemine olan tavrını kullandığı yöntemlerle göstermiş ve birçok öğrencinin
de kalbini kazanmıştır. Her öğrencinin yeteneğinin farkında olup onlarla özel olarak ilgilenmiş ve kendilerini
keşfetmeleri, hayallerinin peşinden gitmeleri için onları cesaretlendirmiştir. Mr. Keating’in her derste öğrencilerine
kattığı şeyler gibi ben de hayatımızdaki negatif veya pozitif birçok olaydan çıkarabileceğim şeylerin farkına vardım.
Hayatı akışına bırakıp anı yaşayarak, farklılıklarımdan korkmayarak hatta yeri geldiğinde ben farklıyım diyebilecek
cesareti, farklılıklarımın üstüne gidebilecek özveriyi göstererek kendini bulmanın değerini kavradım.

Bazen hayata farklı açılardan bakabilmeli, kalıpların dışına
çıkabilecek cesareti gösterebilmeliyiz. Sonu kötü bitse de dışardan
belki de kaybetmiş görünsek de, biz kendi doğrumuzda yol alarak
kazanmışızdır aslında. Filmin son sahnesinde de açıkça belirtilmiş
bu. Pek öyle görünmese de aslında kazanılan bir zaferin hikayesi.
Öğrencilerin masaya çıkması ile birlikte öğretmenimizin gözlerindeki
gurur, bir şeyler katabilmiş olmanın verdiği mutluluk…

Filmdeki bir başka olay da Neil adlı bir öğrencinin yaşadığı baskılara

dayanamayıp intiharı… Kendi doğrusuna karar verebilmeli, yapmak

istediklerini hayata geçirebilmeli, hayalleri doğrultusunda

yaşayabilmeli insan. Özgürlüğünü deneyimleyebilmeli, kendi için

seçimler yapabilmeli…Başkasının istekleri, yaptırdıkları ya da

emirleri altında yaşarsak KENDİMİZ olabilir miyiz gerçekten?

Babamız, annemiz, amcamız gibileri olmaktan ötesine geçebilir

miyiz?

Elif Nisan KÖKSAL 11/A

37

ŞAL'IN FİLOZOFLARI

KİŞİLİK, DOĞUM, ÖLÜM ve HAYAT ÜZERİNE

Biz, kişiliğini ait olduğu ağacın belirlediği bir yaprak değiliz ya da bulunduğu coğrafyaya ayak uyduran bir kuş…
Hepimiz farklıyız, hepimiz eşsiziz. Peki aramızdan hangimiz kendini tam olarak anlatabilir veya hangimiz nereden
gelip nereye gittiğini bilir? Biz, zihindeki fikir, fiildeki amaç değiliz. Bizi “Ben” yapan yaşantımızdır. İnsanoğlu, dört
ayaklı yaşantısından buraya koşarak gelmedi. Ona bunu öğreten şey anlık düşünceleri olamaz. Onu, yerin dibinden
ayağa kaldıran, yaşanmışlıklarıdır. Herkes öğrenmek için sorular sorar. Tanımak ister, anlamak ve anlaşılmak…
Her şey doğru soruyu sormakla başlar; KİMİZ BİZ ve NEDEN BURADAYIZ? Önce her şeyin başladığı yere gidelim,
en başa… Şu an dünyada yokuz. Daha doğmadık. Peki neredeyiz? Gerçekten yok muyuz? Burada iki ihtimalimiz
var. Ya gerçekten daha önce yaratılmamıştık ve bir istek doğrultusunda YARATILDIK, ya da somut dünyayla ilgisi
ve bağı olmayan başka bir alemde yaşıyorduk. Yani biz, bir tesadüf eseri var olmuş olan mıydık yoksa bir yerlerde
var oluşu bekleyen mi? Bunun cevabını henüz veremem. Her neyse, küçük bir tesadüf, bir ihtimale hayat verdi ve
işte dünyadasın. Dünyada olmamızın bir nedeni yok ve bu var olan olguların içinde nedeni olmayan tek gerçek. Şu
an dünyada olduğumuza göre döngüsel yaşamımıza başlayabiliriz. Neden mi döngüsel? Bence yaşamın
alabileceği en güzel form. Çünkü aradan ne geçerse geçsin, ne yaşarsan yaşa, başladığın noktaya geri
dönüyorsun. Yaşamımızı anlatmaya tek bir söz yeter aslında, DEĞİŞİM. Değişmek yaşamaktır. Yaşamaksa
değişmektir. Biri olmadan diğeri mümkün değildir. “Neye dokunursan değişirsin. Değiştirdiğin her şey seni değiştirir.
Tek bir gerçek vardır, o da değişimdir.” Demiş Octavia E. Butler. Peki ya gerçek denilen nedir? Gerçek denen
kavram, bence nerede olduğunuza göre değişir. İnsanlar gördüğüne inanır. Peki öyleyse karanlık, şüphe çeken bir
kurgu mudur? “Duyduğumuz her şey bir görüştür. Gördüğümüz her şey bir bakış açısıdır, hakikat değildir.” Kısacası
“Her şeyi olduğu gibi görmüyoruz. Onları biz neysek öyle görüyoruz.” Konumuza geri dönelim. Önce, şüpheli bir
şekilde doğduk, sonra da değiştik, değişerek benliğimiz oluştu, yani yaşadık.

Simay UYGUR 10/D

Merhaba, ben Zeynep Ceren Öztürk İstanbul Ticaret Üniversitesinde İngilizce Mekatronik Mühendisliği
okumaktayım. Lise yıllarım benim için çok özeldi, kendimi yetersiz gördüğüm ve geliştirmek için çabaladığım
zamanlarımdı. Bu yolculuğumda her öğretmenim bana bir şeyler kattı her şeyden önce karakterimizin şekillendiği
lise yıllarında her öğretmenimin karakterime büyük etkisi oldu. Örneğin; kitap okumanın tadına, klasiğin, yeraltı
edebiyatının ve hatta Türk edebiyatının tadına lise döneminde Neslihan Bayram Yavuz hocamızın bize kitap
anlatımları ve teşvikleri sayesinde başladım, lise döneminde okuduğum 100’ü aşkın kitap hayata olan bakış açımı
ve her şeyden önce beni başka bir yere taşıdı, tabi ben diğer arkadaşlarım kadar matematikte iyi bir yerde değildim
diğerlerinden daha fazla çalışıyordum ama istediğim notları bir türlü alamıyordum hatta bir gün Hasan Sarıtaş
öğretmenime gidip “neden böyle oluyor?” diye sorup hocamdan tavsiyeler almıştım tabi o zamanlar emeklerimin
karşılığını görememek beni ümitsizliğe sürüyordu, insanoğluyuz sonuçta beklentilere bürünüyoruz. Bir gün okul
arkadaşımın bana "sen sınav sonuçlarından sonra ağladın mı? " diye sorması ve daha sonrasında bana Hasan
hocamızın veli toplantısında beni örnek olarak anlattığını ve azmimi takdir ettiğini söylemesi vazgeçtiğim yerden
tekrar tutunmama vesile oldu diyebilirim. Puanlarımın bir önemi olmadığını, gittiğim yolun daha önemli olduğunu
sevgili hocam Hasan Sarıtaş sayesinde anladım. O veli toplantısına annemin katılamamış olması da beni çok
üzmüştü hayattaki şansımı anlamışsınızdır arkadaşlarım.. Yaklaşan sınav, okul dersleri derken içimdeki bu kaos
ortamından ise sevgili hocam Serap Kıral sayesinde kaçtım, Serap hocam bana kızacak ama Felsefe dersleri beni
başta çok geriyordu çünkü felsefi konuları düşünmeyi çok seven biri değildim ama Serap hocamla ders içinde
yorumlar yapıp farklı bakış açıları getirmek beni fazlasıyla keyiflendirdi. Okulumuzun Felsefe yarışmasına
katılacağını öğrendiğimde bir cesaretle katılmak istediğimi söyledim ve Serap hocamla kısa bir yolculuğa çıktık
bana ilk başta okumam için kitaplar verdi elimden geldiğince hepsini okudum ama felsefe bildiğiniz üzere çok geniş,
her bakış açısı içimi açmıyordu özellikle Nietzsche karamsarlığı hoşuma gitmiyordu, canım Serap hocam onları
eliyordu benim için sadece hoşuma giden alt başlıkları okuyordum bu sürecin çok stresli olacağını düşünmüştüm
ama tam tersine derslerden, yaklaşan sınav tarihinden benim için kaçacak bir alan olmuştu.

38

ŞAL'IN FİLOZOFLARI

Bu süreçte Serap hocamla her şeyi konuşabilmem bana yardımcı oldu kaygılarımı ve çekincelerimi Serap hocam
ile filtresiz bir şekilde konuşabiliyordum ve biz de buna göre bir yol çiziyorduk Serap hocam ile aramızdaki iletişim
benim bu süreçte son dakikaya kadar keyif almamı sağladı çünkü bakış açıma değer veriyordu ve olayı yarışma
algısından çıkartıyordu bu nedenle bir yarışma algısıyla değil de fikirlerimi, bakış açımı merak eden insanlar olarak
baktım olaya, yarışma anında ise sadece Zihnimi Özgür bıraktım gerisi kendiliğinden geldi. Belki 12. Sınıftaki
arkadaşlarıma da bir faydam dokunabilir onların stresini anlayabiliyorum çünkü kendim de en üst safhada
yaşamıştım. Beklentilerinizi bir kenara bırakıp ve kendinizden emin olup ‘Ben elimden geleni yaptım’ diyebilmek
sizin için büyük bir adım olabilir, bu kadar stres yapmama ve çabalamama rağmen mezuna kaldım çünkü sınava ilk
girdiğim yıl "Ben elimden geleni yaptım" diyememiştim kendime. Benim lise hayatımdan çıkardığım ders ise “
önemli olan vardığın yer değil gittiğin yoldur” oldu, bazı sözler tecrübeyle anlam buluyor. Size biraz üniversite
hayatımdan bahsetmek isterim, dünyanın en kararsız insanı olduğum için hayatımda hiçbir zaman ben şu mesleği
icra edeceğim ya da ben bu bölümü okuyup şurada çalışacağım diyemedim bu sürekli değişti hatta ben nasıl karar
vereceğim diye kara kara düşündüğüm çok oldu ama sınav sonuçlarınız elinize gelince o liste ister istemez
daralıyor merak etmeyin Mekatronik Mühendisliğini tercih yapana kadar hiç araştırmamıştım, düşünün öyle
başladım bu maceraya.. hatta en istemediğim alanlardan biri mühendislikti. Sonuç böyle olunca ben de gelecek
açısından önü açık meslekleri listeledim ve bir yandan da mesleğimi yurt dışında yerine getirebilir miyim sorusu da
benim listemi epey daraltmıştı, içimde sürekli tereddüt vardı acaba bu bölümü sever miyim? Mutlu olur muyum? Bu
kafa karışıklığını gidermek için bir sürü yazı okudum videolar izledim içlerinde beni en rahatlatan cümle şu oldu “ Bir
bölümü/mesleği o bölümün içine girmeden tanıyamazsınız, sevemezsiniz anlamaya başladıkça bölüm üzerine
çalıştıkça bölüm hakkında duygularınız oluşur.”

Bu cümleden sonra şu aşamada her bölüme karşı nötr olmamın gayet doğal bir şey olduğunu anladım. İstanbul
Ticaret Üniversitesinden bahsetmem gerekirse biraz, size övebileceğim bir kampüs yok fakat akademik kadromuz
mükemmel buradan bir artı yazabilirsiniz , İstanbul ticaret odasına bağlı olması da diğer vakıf üniversitelerinden bir
tık ayırıyor okulumuzu, öğrenci-öğretmen ilişkileri güzel her hocaya her konuda danışabiliyorsunuz. Tercih
yapmadan alacağınız derslere de bakmanızı öneririm, “ben bunu yapabilir miyim?” diye kendinize sormanızda
fayda var. Kendinizden emin olduktan sonra istediğiniz her şeyin üstesinden gelebilirsiniz yeter ki isteyin ve sabırla
çalışın. Kendimce aklınıza takılabilecek veya sizi strese sokabilecek durumlar hakkında kendi tecrübelerimi sizlerle
paylaştım umarım anlattığım bilgiler sizler için faydalı olmuştur buraya kadar sıkılmadan okuduğunuz için ve
ayriyeten bana bu yazıyı yazma şansı verdiğiniz için teşekkür ederim, umarım keyif almışsınızdır.

Zeynep Ceren ÖZTÜRK İstanbul Ticaret Üniversitesinde İngilizce Mekatronik Mühendisliği

İnsanlar olarak haklarımız bizim için çok değerli, haklarımızı savunmak için mahkemeleriz var.İnsanlar için bu hak
savunmalar MÖ 1850 yıllarına kadar dayanıyor.Ancak kendi haklarını bu kadar savunan varlıklar olmamıza rağmen
başka insanların ve diğer canlıların haklarına saygı duyan çok az.Bunun en belirgin özellikleri cinayetler,sokaktaki
savunmasız hayvanlara yapılan zulümler, ormanlarımızı yok etmemiz... İnsanın kendini bu kadar beğenmesi,hatta
kendinde başka bir canlıyı öldürme hakkını bulması çok yanlış.Tabi birde işin şu boyutu var.Biz insanız doğaya bir
yararımız yok;oksijen üretemiyoruz,başka canlılar yani bitkiler ve hayvanlar olmadan gıda ihtiyacımızı bile
karşılayamıyoruz.İnsanlardan çok daha önce bulunan ve muhtemelen biz olmasak çok daha uzun süre bulunacak
canlıları öldürüyoruz.Peki bu hakkı kendimizde nereden buluyoruz?

Bunun cevabını vermek çok zor çünkü aslında böyle bir hakkımız yok.Hepimiz bir annenin çocuğuyuz bu dünya ne
bizim ne diğer canlıların. Bu dünya hepimizin eğer bizden önceki canlılar dünyayı yok edecek bir şey yapmadan
yaşamlarını sürdürdüyse biz de sürdüreceğiz, sürdürmek zorundayız. Eğer canlıların yaşam alanlarına zarar
verdiysek bu bir kaç derneğin işi değil, hepimizin borcu. Biz dünyaya zarar veriyorsak bu zararı telafi etmek
zorundayız. Bizim yaşadığımız dünya sadece bizim hakkımız, biz her yere sahip olabiliriz diye bir şey yok. Bu
dünya bizim hakkımız olduğu kadar onların da hakkı ve biz kendi haklarımızı savunduğumuz kadar, sesini
çıkaramayan diğer canlıların da hakkını korumak zorundayız.

Asil ve haysiyetli insan, hak ve adaleti her şeyin üstünde tutar. Azra Ayşe CANKIYMAZ 10/A
- Confucius (Konfüçyus)

39

ŞAL'IN FİLOZOFLARI

ÖZGÜRLÜK

Özgürlük, başka birinin özgürlüklerini ve haklarını, engellemeden veya kısıtlamadan istediğini yapabilme,
düşünebilme, seçebilme, eyleme geçirebilmedir. İnsanlar birçok alanda bireysel özgürlüklere sahiptir. Düşünce ve
ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü, yerleşme ve seyahat özgürlüğü bireysel
özgürlüklerin başlıcalarıdır.

Örneğin düşünce ve ifade özgürlüğünü ele alırsak; bütün insanlar istediği herhangi bir konuda her şeyi düşünme
hakkına sahiptir, Anayasamızın 25. maddesinde “Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir .” şeklinde
bahsedilmektedir. Kimse düşüncelerinden dolayı suçlanmamalı veya küçük düşürülmemelidir. Ancak ifade
özgürlüğü için bazı kısıtlamalar vardır; devlet sırlarının açıklanması durumu, suçların önlenmesi ve suçluları
cezalandırma durumu, özel ve aile hayatların korunması durumu bazı örnekleridir. Din ve vicdan özgürlüğünde ise
insanlar istediği dine inanma ibadetlerini yerine getirme konusunda özgürdür. Hiçbir insan yaptığı din
seçimlerimden dolayı yargılanma durumunda değildir. Haberleşme özgürlüğünde ise gizliliğin esas alınması ile
güvence sağlanır. Kimsenin birbiri ile haberleşmesi gerekli görülmediği sürece engellenemez. Yerleşme ve seyahat
özgürlüğü, insanlar istediği herhangi bir şehre yerleşebilir ve seyahat edebilir, ancak bazı durumlarda sınırlandırma
söz konusu olabilir. Örneğin; gecekondulaşmayı önlemek, kent düzenini sağlamak, suçlu konumundaki bireylerin
seyahat etme özgürlüklerini önleyerek suç işlenmesini önlemek, kamu mallarını korumak .
Benim için özgürlük, bir başka bireyin haklarını ve özgürlüklerini kısıtlamadığı sürece insanların vazgeçilmez ve en
önemli hakkıdır. Özgürlüğümüz kısıtlandırılır veya engellenirse toplum içinde sınıf ayrılıkları, huzursuzluk gibi
olumsuz etkileme yol açabilir .

“ Gerçekten önemli ve ilham verici her şey özgürce çalışan birey tarafından üretilir. ”
~ Albert Einstein

Özge KÜÇÜKERSEN 10/A

Edgar Degas sanat hakkında “Sanat sizin gördüğünüz değil, başkalarının görmesini sağladığınız şeydir.” demiş,
Tolstoy ise bu konudaki düşüncelerini şöyle özetlemiştir: “Sanat; düşünebilen, gerçeği görebilen, toplumu
anlayabilen insanların işidir.”

Asırlardır sanat, insanlar için hem uğraş hem de düşünce kaynağı olmuştur. Öyle ki tarih öncesi çağlarda bile
insanlar sanata ihtiyaç duyup ortaya eserler çıkarmışlardır. Sanat insanlık için önemli bir ihtiyaçtır. Çünkü insan
düşüncesi yalnızca dışarı yansıdığında önem kazanabilir. Bizim bu düşünceyi yansıtma biçimimiz de bizim kendi
sanatımızı oluşturur. Sanat aynı zamanda algılamaktır. Etrafımızda gelişen olayları nasıl anlayıp yorumladığımızı
yine bu şekilde ifade ederiz. İnsanın gördüğü bir eseri kendi düşünce süzgecinden geçirerek algılaması ise bizim
bakış açımızdır. İşte bu bakış açılarındaki farklılıklar toplumları ve kültürleri oluşturur.

Sanat da diğer her şey gibi zamana ve mekana göre değişen ve gelişen bir yapıdır. Bu yüzdendir ki sanat
dediğimiz zaman tek bir eser veya tek bir zaman aklımıza getiremeyiz. Sanatın bu çok yönlü ve bağımsız oluşu
onu hayatımızın kaçınılmazı haline getiriyor. Çünkü sanat sayesinde duygu ve düşüncelerimizi estetik bir biçimde
dışa yansıtabiliyoruz. Atatürk’ün de dediği gibi “Sanat güzelliğin ifadesidir...” Duygulara, fikirlere hatta yaşama bile
anlam kazandıran bir ifadedir. Bu yüzden sanatsız kalmış bir birey kendini tamamlayamamış ve anlam
kazanamamıştır. Sanatsız kalmış bir toplum ise geri kalmaya mahkumdur.

Öykü SARAY 10/C

40

ŞAL'IN FİLOZOFLARI

Fareli Köyün Kavalcısının Peşinde Olmak

“Bana her şeyi açıklayan öğretilerin aynı zamanda beni zayıflatmalarının nedenini şimdi anlıyorum. Kendi
yaşamımın ağırlığından kurtarıyorlar beni oysa onu yalnız başıma taşımam gerek.”

- Albert Camus

İnsanın öğrenebilmesinin temelinde merak duygusunun olduğu söylenir. Gerçekten de dünyadaki ilk yıllarımız
daima bir merak duygusuyla, bir arayışla geçer. Peki, bu arayışlar bizi hakikate ulaştırabilir mi? Gilles Deleuze,
Proust ve Göstergeler adlı eserinde “Arayış, aslında aranan hakikatin üretimidir.” der. Bu sözle anlatmak istediği,
aradığımız, peşine düştüğümüz hakikatin bize özel olduğudur. Dolayısıyla kendi hakikatimizin ne olacağını yine
bizim arayışımız belirler. Buradan hareketle Camus’nün sözünün de aynı doğrultuda olduğunu söylemek
mümkündür. Bizleri hakikate ulaştırmak amacıyla düşünürlerin ortaya koyduğu doktrinler, aslında bizleri hakikate
değil, düşünürlerin kendi hakikatlerine ulaştırır. Bu nedenle de bizleri sadece zayıflatırlar.

Bilgiye ulaşmada entüisyonizm (sezgicilik) akımını savunan Henri Bergson, duyuların bizleri yalnızca gündelik
yaşamla ilgili bilgilere ulaştırabileceğini savunur. Hakikate, özdeki bilgiye ulaşmamızı sezgilerimiz sağlar. Hakikate
ulaşma isteğimizi de yaşamanın bir gereği sayar ve bunu “elan vital” yani yaşama atılımı kavramıyla açıklar. Özetle
“Sezgi hakikattir.” der. Peki, sezgiler asla aynı olamayacakken hakikat nasıl aynı olabilir? Burada septik bir filozof
olan Gorgias’ı dinlemekte fayda var: “Hiçbir şey yoktur. Olsaydı da bilemezdik. Bilseydik de başkalarına
aktaramazdık.” Gorgias’ın bu sözleri eleştirmek için şu cümleler yeterlidir: Hiçbir şeyin olmadığı söyleniyor ancak
ortada bir fikir var. Olsaydı da bilinemeyeceği söyleniyor ancak bilerek bir fikir beyan edilmiş. Bilinseydi de
başkalarına aktarılamayacağı söyleniyor ancak bizlere aktarılmış. Bu cümlelerle eleştirebildik fakat Gorgias’ın son
sözüne geri dönecek olursak bize aktardığının, gerçekten aktarmak istediği olduğunu nasıl bilebiliriz? Dil şüphesiz
ki kendimizi ifade edebilmenin en etkili yoludur ama yeterli değildir. Duygu ve düşüncelerimizi birebir anlatabilmek,
anlatsak bile karşımızdakinin birebir anlayabilmesi gerçekten imkânsızdır. Bunun sebebi de determinist bir
yaklaşımla açıklanabilir: Evrendeki her şey, bir diğer şeyi etkiler. Dolayısıyla aynı olan hiçbir şey yoktur. O halde
düşünürlerin doktrinleri bizleri zayıflattığı (kendi hakikatimizi bulmamıza engel olmaları nedeniyle) gibi, düşünürlerin
birebir fikirlerini de yansıtmazlar.

Nihilist bir filozof olan Nietzsche de başka filozofların doktrinlerinin kendisini bulmasına engel olduğunu düşünür.
Bu doktrinler bize mantıklı ve tutarlı geldiğinde arayışımızı sonlandırmamıza sebep olabilirler. Bu yüzden de
sadece bebeklikteki merak duygusunu hiç kaybetmeyenler, arayışın peşinden ayrılmayanlar filozof olabilir.
Kierkegaard, “Bizim çağımızda eksik olan şey düşünce değil, tutkudur.” der. Çoğumuz hayatımızın en az bir
döneminde “Ben kimim?” sorusuna cevap aramaya çıkmıştır. Bunun için araştırma yapanlar belki daha azdır. Peki,
kaçımız bu soru’nun peşini asla bırakmamıştır? Kierkegaard’ın ne kadar haklı olduğunu kendimizden yola çıkarak
görebiliriz. Önemli olan arayışı sürdürecek tutkuya sahip olabilmektir.

İnsan daima bir sonuca ulaşmayı hedefler, bu hedef için yola koyulur. Sonuca ulaşınca da asıl öğretmenin hedef
değil, yol olduğunu kavrar. İnsanı iyi tanıyan hümanist yazar Stefan Zweig, “Kaderimiz yolda olmaktır.” der. Zaten
felsefe de yolda olmak değil midir? Camus, alıntıladığımız sözünde bu yolda tek başımıza olmamız gerektiğini
savunmuştur. Yolda bize kendi doktrinlerini aktaracak kimseler olursa öğretmen artık yol değil, o kişilerdir.
Böylelikle yine başta değindiğimiz “kendi hakikatimiz” kavramından uzaklaşırız. O halde Camus, yaşamının
ağırlığını yalnız başına taşımak istemede son derece haklıdır.

Bizler her zaman farklı bir ses ararız, filozofları araştırır, okuruz. Bunu yaparken de birçoğumuz kendi içindeki sesi
unutur, merakını gidermek için hep başkalarını kaynak edinir. Arayışımız kendi hakikatimizi bulmaya yönelik
olmadıkça hep başka seslerin peşi sıra koşarız. Kendimize karşı esas görevimiz, işte bu fareli köyün kavalcılarının
peşinde olmak değil, içimizdeki filozofu keşfetmektir.

Şevval Nur ÖZTÜRK

41

ŞAL'IN FİLOZOFLARI

Her şey 1 mi yoksa değişken mi?

“Her şey, sonsuz değişim” 1 dir. Değişir 1’in içinde ve bulur karşılığını, tepkisi olmayan bir değişim olamaz. Peki biz
bu değişimi nasıl gözlemleyebiliriz? Gözlerimizle bakmaya çalışır isek sadece doğanın önümüze koyduğunu
görürüz. İşte burada işin içine felsefe girer, doğayı felsefe ile desteklemeden anlamak mümkün değildir. Bilim
doğanın hadiselere karşı değişkenliğini yeterince açıklayamaz. Doğa ne kadarını gösterirse bilim bize sadece o
kadarını yansılar. Ama felsefe üçüncü bir gözümüzdür, evet bizler sonsuzluğu algılayamayız ancak felsefe, doğanın
yani 1’in içindeki değişimi az da olsa anlamamıza yardımcı olabilir. Eğer onunla yüzleşebilseydik tüm değişkenliği
ve onların doğurduğu sonsuz kolları, tüm varlığı görebilirdik belki. Bu değişim dünyamız değildir. Burası yalnızca
gösterilendir. Öz burası değildir fakat değişkenliğin doğurduğu kollardan biridir burası. Oradan kopmamışızdır ve
kopamayız. Düşünelim, en başından beri hakikati bulmak bizim için imkansızdır, hiçbir zaman tamamen bilemeyiz.
Hatta basit gündelik olaylarda üzerine fazla düşündüğümüzde, doğru kabul ettiğimiz basit şeyleri sorgulamaya
devam ettiğimizde bir şeyin daha ilerisine gidemeyiz ve hepimizin bu konuda sınırları farklıdır. O şey hakkında
düşündükçe ardından daha fazla soru gelir, sonunda değerinden kaybedebilir. Daha fazla kafa karışıklığı ve belki
sonucunda düşünceden uzaklaşıp ileriye gidemeeden unutma. İşte bu doğanın, özün gizem ve düzenini koruma
şeklidir. Ne kadar yaklaşırsak o kadar düşünce doğacaktır ve ne kadar düşünce doğar ise bir o kadar değişkenlik
artacak ve sonucunda bu sonsuzluk, ve sonsuz değişkenlik var olmaya devam edecektir.Yani bu aynı zamanda şu
demektir ki; eğer varlığın her zerresi sorgulamayı ve düşünmeyi bir an bırakacak olsa değişkenlik durur ve hiçbir
yaşam alternatifi kalmazdı. Belki de “Düşünüyorum, o hâlde varım.” (Cogito, ergo sum) göründüğünden daha fazla
anlam içeriyordur.

Öğrenme, bilme arzusu tetikler değişimi. Evrende de böyledir 1’in içinde. Tek ulaşımı olan zihin ise sorgular,
yanılmış hisseder, gösterilen yüzünden. O, onun kuşkusundan alır değişim gücünü hemde yaklaştırmaz onu
yakınına, (işte tam olarak anlayamadığım bir nokta) sadece zihin anlar onu bir parçası olarak, emin olursa eğer.
Onun en büyük kozu yanıltmadır çünkü onu belirsiz tutar, yani var eder. Bu yüzden emin olmak, şüphe etmemek
korkusudur en büyük.

Hiç düşündünüz mü dünyada ilk var olan insanlardan olmayı? Her birimiz dünyaya yapay ve kurulmuş bir düzenin
içine doğduk. İnsanlar çoktan her şeye bir isim koymuştu, anlam yüklemişti. Doğduğumuz andan itibaren sadece
toplumun öğretilen genel değerlerini benimsedik. Eğer dünyada az zaman geçirmişsek ve bir şeyleri eleştirmeye
başlamışsak her şekilde küçük olduğumuz için doğruyu tartamayacağımız ve anlayamayacağımız söylenerek en
başında varlığımızın temel ihtiyacı olan sorgulamadan uzak, düzenin sınırlarına yavaş yavaş sokuladuk. Kendi
bildiği kalıplaşmış doğruları aktardı herkes küçük farklılıklarla dünyanın her yerinde. Düşüncelerimiz nereden doğdu
öyleyse? Aslında onlar kendi zihnimizde bağımsızlaşmaya başladığımız, var oluşumuzu sorgulama zamanımız
gelene dek tam anlamıyla doğmamıştı bile. Düşüncelerimizin kaynağı toplumun gösterdikleri idi. Hatta bir kere bu
toplumun içine doğdu isek öz, tamamen arındırılmış dünyada doğduğunu varsaydığımız bilincimize ve düşünce
şeklimize sahip olmak bizim için imkansız.

Kim ve ne kadar özgür olduğumuzu nasıl bilebiliriz?
Eylemlerimizin neler tarafından yönlendirildiğine baktığımızda
gerçekten özgür iradeden bahsedebilir miyiz?

Zeynep Zeren İPEK 10/D

42

ŞAL'IN FİLOZOFLARI

Aslında tarihte “ilkeli” fakat gözü kara olmakla “yeterince cesur” olmak arasında farkı anlatan bir örnek var. Bu,
birbirlerini hiç tanımamış olmakla birlikte ilkinin öğrencisi, ikincisinin ise öğretmeni olan Platon ile ortak ilişkilerinden
dolayı aralarında bir bağlantı bulunan Sokrates ve Aristoteles ile ilgili. Soru şu: Atina Konseyi sizi dinsizlikle suçlayıp
ölüm cezasıyla tehdit ettiği zaman ne yapmalı?

Sokrates’in hapisteki “son günlerini” kayıt altına alan Platon’un Phaedo diyaloğundan çok iyi bildiğimiz gibi, Sokrates
Atina’da kalmayı ve eylemleri ile inançlarını ilkeli bir şekilde savunmayı seçmişti. Aynı suçlamalarla yarım yüzyıl
sonra karşı karşıya kalan Aristoteles ise kaçmayı tercih etmişti; ya da asil bir ruha yaraşır bir şekilde söylediği gibi,
Atina’yı “felsefeye karşı ikinci kez günah işlemekten” kurtarmayı seçti.

Böylece Sokrates, kendisini bir kupa baldıran zehrine çıkaran kısa, korkusuz yolu seçti; Aristoteles ise yurtdışında
inzivaya giden ihtiyatlı yolu seçti ve kısa bir süre sonra bir mide rahatsızlığından öldü. Fakat şurası kesin ki
Aristoteles Anadolu’ya yerleşmeyi tercih ederek kütüphanesini ve mirasını korudu. Ölüm biçimi Sokrates’in
nüfuzunu arttırsa da ve Aristoteles’in adı ve etkisi kısa bir üre içinde Avrupa’dan silinse de, Aristoteles külliyatı Orta
Doğu’daki İslami kültürlerde çok büyük saygı gördü. Bu kültürler Aristoteles’i “Filozof” diye bildiler ve çalışmaları
Avrupa’nın uzun “karanlık çağı” boyunca güncelliğini korudu. Diğer taraftan, Sokrates’in etkisi dostlarının,
öğrencilerinin ve hemşerilerinin yazılarında gölgeler ve “mağara duvarındaki” yansımalardan ibaret kaldı.
Buna göre kazanan kimdir?

Furkan YILDIZ
Şişli Anadolu Lisesi TM Mezunu
İstanbul Arel Üniversitesi-İletişim Fakültesi-Çift Anadal Programı
2.Sınıf Öğrencisi Görsel İletişim Tasarımı- Bölüm Birincisi/Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Görünmez Duvarlar
Zaman zaman görevlerimizi yerine getirecek gücü kendimizde bulamayız, üstelik
bütün koşulların yerinde olmasına rağmen bu gücü bulamayız, işte tam bu anda
beynimiz bizi görünmez duvarların etkisi altına alır.
Görünmez duvarlar bizi yorgunlaştırır, bir şeyi yapmak için gerekli olan isteği ve
inancı bizlerden söküp alırlar.
Peki kim mi bu görünmez duvarlar: Kaygı, stres, mental yorgunluk ve gün içinde
karşılaştığımız can sıkıcı etkenlerdir görünmez duvarlar.
Görünmez duvarlardan kaçış yoktur biz nerdeysek onlar da bizimledir ve günün
her anı bizim yanımızdadırlar, bizi etkilerler. Giriş cümlelerimde de bahsettiğim
gibi bizi görevlerimizden alıkoyabilirler ve hatta sadece görevlerimizi etkilemezler
gün içindeki bire bir insan ilişkilerinde de etkili olabilirler ya da kendimize olan öz
saygımızı bile etkiliyebilirler ancak zor olan kısım bu değil zor olan kısım bu
görünmez duvarları yıkma cüretini göstermek, onları aşmak için ne kadar
çabalarsak onlar o kadar üstümüze gelir, önemli olan bu duvarların bize bıraktığı
alanda ne kadar parlayabildiğimizdir...

Berk TERZİ 10/B

43

RÖPORTAJ 2

Mb h Jerome
Tosam İle
Ropörtaj

1) Bize kendinizden bahseder misiniz?
Ben Kamerunlu'yum ve ülkenin İngilizce konuşan iki bölgesinden biri olan Kuzeybatı bölgesindeki
Kom'dan geliyorum. Bir Felsefe doçenti ve Bamenda Üniversitesi'nin Sanat Fakültesi'ndeki Felsefe
Bölümü'nün şu anki başkanıyım.

2)Bize eğitim hayatınızı anlatabilir misiniz?
Öğretim görevlisi olmadan önce ilk ve ortaokul eğitimlerimi Ndop'ta, Bamenda'dan yaklaşık 40 km
uzaklıkta küçük bir yer olan , Kuzeybatı Kamerun'un başkentinde yaptım. 1998'te ileri düzey
sertifikamı elde ettikten sonra Yaoundé Üniversitesi'ne kaydoldum ki orada 2001'de felsefede lisans
derecemi aldım. 2002'de Yaoundé Üniversitesi'nin Yüksek Öğretmen Yetiştirme Koleji giriş
sınavlarını geçtim ve oradan felsefede yüksek lisans diploması ile mezun oldum, 2004'te ise sertifikalı
bir lise öğretmeni oldum. Aynı zaman diliminde (2004-2006) felsefede Maîtrise elde ettim ki bu felsefe
yüksek lisansına denk oluyor. 2006'ta felsefede Diplome d'Etudes Approfondies (D.E.A) , bu sosyal
bilimler yüksek lisansına denk, elde ettim ve doktoramı ahlak ve politika felsefesinde uzmanlaşıp
biyoetikte "Biyoteknoloji ve İnsan Yaşamının Başlangıcı" konusuna odaklanarak 2011'de yaptım.
2004-2011 arası Kamerun'un merkezindeki Mbalmayo Devlet Lisesi'nde felsefe öğretmenliği yaptım.
2011 Aralık'tan beri Bamenda Üniversitesi'nde felsefe bölümünde kalıcı bir öğretim görevlisiyim.
Öğretme ve araştırma konularım biyoetik, ilaç felsefesi, Afrika felsefesi ve kültürlerarası felsefe
üzerine.
3) Boş vakitlerinizde ne yapmayı seversiniz?
Boş vaktimde müzik yapıyorum ve Youtube gibi sosyal medya platformlarında JM Tosam adı altında
bulabileceğiniz birkaç şarkı kaydettim. Şarkılarımdan birini ve daha birçoğunu bu link üzerinden
bulabilirsiniz: https://youtu.be/YPCJJBXc8sU. Bence müzik iletişim ve eğitim için güçlü bir araç.
Ağırlıklı olarak reggae türünde olan müziğim toplumumu, Afrika'yı ve bütün dünyayı etkileyen sosyal
ve politik konuları ele alıyor. Müzik bana daha güçlü bir ses ve kapalı bir izleyici kitlesinin önünde,
ayakta durduğun sınıf ortamından daha geniş bir açık seyirci kitlesi veriyor.

44 Şarkı için QR kodu okut! :)

RÖPORTAJ 2

4) Felsefenin dünyadaki yeri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Başarının öncelikli olarak ekonomik verimlilik ile ölçüldüğü neoliberal bir dünyada, felsefe gibi liberal
bir sanat disiplini ekonomik verimliliğe bir katkısı olmadığı için küçümseme ile bakılmaya meyilli
oluyor. Bugün dünya üzerindeki birçok toplumda hükümetler ekonomik büyümeye olası katkısı
yüzünden STEM (fen, teknoloji, mühendislik, matematik) eğitimine öncelik vermeye eğilimli oluyor.
Mesela bir STEM diploması ile ne yapılabileceği herkes için açık ama bir felsefe diplomasıyla,
ekonomik ve maddi açıdan konuşmak gerekirse, ne başarabileceğiniz aşikar değil. STEM sizi
büyük sermaye potansiyeli olan iş pazarına hazırlıyor. Ruhsal ve ahlaki doğrular üzerinde olan bu
maddi saplantılarla, modern dünya gelişimi sadece maddi olarak görmeye meyilli bir hale geldi.
Ulusal değerler neoliberal siyasetçi ve politikacıların düşündüğü gibi sadece ekonomik veya maddi
değil. Felsefe öğrenenlerini eleştirel düşünme, iletişim becerileri, empatik hayal gücü ve
problemlere birer dünya vatandaşı olarak yaklaşmak yeteneği ile donatıyor. Bu özellikler sadece iyi
vatandaşlığa ve hayatta başarıya olumlu katkıda bulunmakla kalmıyor aynı zamanda ekonomik
büyümeye de yardımcı oluyor.

Bir felsefe öğrenimcisi eleştirel düşünme ve problem çözme yeteneklerini geliştirir. Düşünce
özgürlüğü insanların hareketleri ve düşünceleri için sorumluluk almasına, meydan okuyup
sorgulamasına, sadece otoriteye itaatkar biri olmamasına izin veriyor. Daha da fazlası eleştirel
düşünme bireyi dar görüşlülük ve geleneklerin tiranlığından kurtardığı için demokratik vatandaşlar
için çok önemli. Böyle entelektüel bir bakış, insanların kültürlerinin, dinlerinin ve dünya görüşlerinin
sadece birçoğundan bir tanesi olduğunu anlamasını sağlıyor ve bu yüzden insanların başkalarını
yargılamadan önce kendilerini eleştirip kendi kültürleri, pozisyonları ve dünya görüşleri hakkında
içlerine bakmalarını sağlıyor. Bu yetenekler hayattaki herhangi bir iş için gereken özellikler. Bu
temel sosyal beceriler olmadan hayatta başarılı bir doktor, mühendis, iş adamı/kadını olamazsınız.
Bundan dolayı felsefe eğitimi STEM gibi herhangi bir maddi servete yol açmasada ekonomik
büyümeyi teşvik etmede, ekonomik malların nasıl etkili ve insancıl bir şekilde ticarileştirilebileceğine
entelektüel ve ahlaki bir yol göstererek temel bir rol oynar.

5) Gençlere gelecek için neler önerirsiniz?
Gençler zamanla eleştirel düşünce ve felsefe ile tanıştırılabilir. Sorgulayan ve kabul edilen normlar
için haklı sebepler talep eden genç akıl, anlamı arayan içsel bir arayışı gösterir. Bu anlama
yoluculuğu etkili bir şekilde cesaretlendirilip yol gösterilebilir. İşte burada gençlere felsefeyi tanıtmak
büyük önem arz ediyor. Araştırmalar felsefe çalışan gençlerin ve çocukların iyi akademik sonuçlar
almasının daha olası olduğunu gösterdi*. Buna ek olarak çalışanlar daha yüksek bir özgüven ve
diğerline sevgi gösterme gibi toplumsal fayda ve ilişkisel yeteneklerin tadını çıkarıyorlar.

Gençler eğitimli bir felsefe öğretmeni tarafından yol gösterilerek; soru sormada, zıtlaşmada ama
akranlarıyla medeni ve saygılı bir şekilde fikir alışverişinde bulunmada ilgilendirildiğinde bu, genç
öğrencilerde eleştirel ve yaratıcı ruhu uyandırıyor. Bu önemseyen, demokratik ve sorumlu bir
vatandaşlık için esastır.

Mbih Jerome Tosam
*Stephen Milet and Alan Tapper, "Benefits Of collaborative Philosophical Inquiry in Schools",
Educational Philosophy and Theory, Volume 44, Number 5, 2012, PP 546-567

Çevirmen: Beril Su ALTUNBAŞ 11/B

45

MAĞARA ALEGORİSİ

MAĞARA ALEGORİSİ

Mağara alegorisi, Yunan filozof Platon'un Devlet adlı kitabındaki bölümlerden ve Antik Çağ
felsefesinin en önemli alegorilerinden biridir. Platon bu bölümde insanlık durumu ile ilgili
düşüncelerini ve bunların gerçeklikle olan ilişkisini bir bütün halinde sembolik olarak anlatır.

Alegoriye göre bazı insanlar güneş ışığından ırak bir geçit ile dünyayla bağlantı kuran bir
mağaraya sadece kol ve bacaklarından değil, kendilerini dahi göremeyecek şekilde
boyunlarından zincirlenmişlerdir ve bu insanlar başlarını sağa ve sola çeviremezler sadece
karşılarındakini görebilmektelerdir. Doğuştan beri bu mağarada bulunan insanlar mağaranın
girişinden yansıyan nesnelerin gölgelerini görür ve bunları gerçeklikleri olarak algılarlar.
Platon mahkumların bu noktada algılayabildikleri bütün varlıkların bu gölge ve yankılardan
ibaret olduğunu söylemektedir. Mahkumlar bu durumda var olan bütün gerçekliği gölge ve
yankılarda arayacaktır. Nihayet bir gün bu insanlardan bir tanesi zincirlerinden kurtulur ve
mağarayı terk eder. Mağarayı terk eden bu insan mağaranın dışında yeni bir gerçeklik ile
tanışır ve duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin gerçek olmadığının farkına varır. Bunu
mağaradaki arkadaşları ile paylaşmak üzere mağaraya geri döner. Mağaradaki arkadaşları
ise mağaranın dışında farklı bir gerçeklik olduğuna inanmazlar. Ve bu insanlara mağaranın
dışındaki gerçekliği aktarabilmek de imkânsızdır.

Bu alegoriyi anlamanın en güzel yolu insanları bedenlerine hapsolmuş, kendi benliğinin
bilincine varamayan varlıklar olarak algılamaktan geçer. Yaşantıladığımız şeyler gerçek değil,
kafamızda tasarlanan şeylerdir.

Daha bilimsel açıdan bakılırsa;
Mağara 3 boyutlu olan bir dünyayı, zincirler ise 5 duyuyu simgeliyor diyebiliriz. Gölgeler ise bu
5 duyu organı ile algılanan sınırlı gerçekliği temsil etmektedir. Aslında 5 duyu insanları
evrende sınırlıyor. Duyulan frekans aralığı, görülen renk çeşitleri bunların en basit
örnekleridir. Platon'un bu alegorisini farklı şekilde yorumlamak için Matrix ile bağdaştırabiliriz.
Matrix filminde de insanlar kendi gerçekliklerini ya da algı düzeylerini yaşamaktadır. Hatta
gerçeği bilmesine rağmen geri dönmek isteyen bir karakter bile vardır.

Betül AKSAK 10/B

46

RÖPORTAJ 3

ALBERTO L. SİANİ

İLE RÖPORTAJ

1. Bize kendinizden bahsedebilir misiniz?
İtalya, Pisa Üniversitesi’nde Estetik Doçent Doktoru ve
Uygarlık ve Bilgi Çeşitleri Bölümünde Müdür
Yardımcısıyım. İtalya ve Almanya’da felsefe üstüne
çalıştım. Almanya’daki doktoram sonrasında İstanbul
Yeditepe Üniversitesinde üç sene boyunca Felsefe dersi
verdim. Estetik, Alman idealizmi ve politik felsefede
uzmanlık yaptım.

2. Eğitim hayatınızdan bahsedebilir misiniz?
Scuola Normale Superiore di Pisa ve Universita di Pisa’da felsefede lisans ve yüksek lisans yaptım.
Scuola Normale Superiore di Pisa ve Almanya, Hagen’da FernUniversität’ta estetik ve Hegel politiği
üstüne doktora yaptım. Ayrıca değişim programları aracılığyla Tübingen, Berlin ve Münih’te eğitim
aldım.

3. Boş vakitlerinizde ne yapmaktan hoşlanırsınız?
Seyahat etmek, motor sürmek, yüzmek, kayak yapmak ve doğa yürüyüşü yapmak hoşuma gidiyor.

4. Felsefenin dünyadaki konumu hakkında ne

düşünüyorsunuz?

Felsefe genellikle soyut, hatta gereksiz bir aktivite olarak

düşünülüyor, ve muhtemelen sorun da bu. Buna rağmen,

felsefenin dünyada kendine özgü bir yeri olduğuna

inanıyorum. Hem mümkün olduğunda savunmamızı hem de

gerektiğinde inançlarımızı ve hayat tarzımızı zorlamamızı

sağlıyor. Bir önermenin neden doğru, davranışın neden iyi

veya sanat eserinin neden güzel olduğuna inandığımızı

keşfetmek, örneğin, somut şekilde konuşmamızı,

davranmamızı ve evrilmemizi değiştirebilir veya

onaylayabilir. İki türlü de düşündüklerimizin, yaptıklarımızın

ve hayata bakış açımızın daha çok bilincinde, dolayısıyla

daha özerk oluyoruz. Felsefe her daim bizi gerçeklikle

karşılaştırmasa bile en azından niçin kendimizde veya

gerçeklikte bir şeyin eksik olduğunu hissettiğimize dair Doç.Dr. Alberto L. Siani

nedenler sağlayabilir. Sorunlarımızın çoğunu çözemese de Pisa Üniversitesi Estetik Bölümü

büyük sorunlara karşı duyularımızı keskinleştirir, aynı Öğretim Üyesi
zamanda küçük sorunların gözden kaybolmasını sağlar. Uluslararasılaşma Alanı Sorumlusu
Medeniyetler ve Bilgi Formları Bölümü
5. Gençlere gelecek konusunda ne önerirsiniz?

Tutkuları ne olursa olsun onlar için azimli ve hırslı olmalarını. Kendilerine hedefler koymalarını, onları

için sıkı çalışmalarını ve hedeflerinin kendileri için iyi veya tam tersi olması konusunda kendilerine

karşı dürüst olmalarını. Mola zamanında gerçek anlamda molalar vermelerini ve tadını çıkarmalarını.

Sorumluluk sahibi ve bağımsız olmalarını ve arada bir uzaklaşmalarını. Mümkün olduğu kadar

seyahat etmelerini, farklı diller öğrenmelerini ve dizlerine iyi bakmalarını öneririm.

47 Çevirmen: Buse AYSAL 11/B

AYIN SORUSU CEVAPLARI soru:
BİLDİKLERİMİZİN
Ayın Sorusu DOĞRU OLDUĞUNU
Ve Cevapları NASIL BİLEBİLİRİZ?

1.Seç len Yazı:

Bildiklerimizin doğru olduğunu nasıl bilebiliriz?
O bilginin doğru olduğuna inanmamız yeterlidir, Biz neyi doğru kabul ediyorsak doğru odur çünkü
doğru diye bir kavramın gerçekliği net değildir. Doğru diye bir şey varsa da biz bunu şu anda
bilemeyiz, aynı Tanrının varlığı sorunsalı gibidir. Bilimsel olarak kanıtlanıp herkes tarafından kabul
edilen şeyler de buna dahildir. Doğru sanılan çokça şey dünya tarihi boyunca yalanlanmış ve yerlerini
başka doğrulara bırakmıştır ve böyle olmaya devam etmeyecek midir? Ama o zaman şöyle bir soru
akla gelebilir; Mesela hepimiz Cumhuriyetin ülkemizde 29 Ekim' de ilan edildiğini bilmiyor muyuz?
Evet, hepimiz bu tarihi Cumhuriyetin kuruluşu olarak kabul ediyoruz ama nasıl tamamen emin
olabiliriz? Fotoğraflar, belgeler, ta o günleri görmüş bir insanın şahitliği... O fotoğraf hangi tarihin,
veya şahidin söyledikleri gerçek mi bilemeyiz. Şimdi kameralar, telefonlar fotoğraf çekilince çekilen
tarihi kaydediyor ama ne zaman kanıtlanabilecek bir doğruya yakınlaşsak bunu engelleyecek şeyler
ortaya çıkıyor. Bu durumda da hackerlar yani bilgisayar korsanları. Orada yazan tarihi değiştirebilirler
ve biz yine gidip başka bilgisayar korsanı bulsak onun da doğruyu söylediğini bilemeyiz, gidip
kendimiz ''hacklemek'' hakkında şeyleri öğrensek öğrendiğimiz kaynağın doğruluğundan emin
olamayız.Yani bir şeyin doğru olduğunu ancak kanıtı varsa bilebiliriz ama bu kanıtın da doğru
olduğunun ispatlanması gerekir ve bu sonsuz kanıt demektir, İnsanlar bir kere yalan kavramını
öğrendikten sonra her yeni bilgiye şüpheyle yaklaşacaktır, yalan hakkında hiçbir tecrübesi olmayan
küçük çocuklar için ise her öğrendikleri şey doğrudur. ilk başta dediğimiz gibi neyin doğru olduğuna
inanırsak o bizim için doğrudur. Daha yaşadığımız dünyanın bile gerçek mi yoksa yanılsama mı olup
olmadığını bilemezken onun üzerindeki şeylerin doğruluğundan nasıl emin olabiliriz? Aslında soru
belki de şöyle sorulmalıydı; Bir şeyi gerçekten bilebilir miyiz? Zira bir bilginin doğruluğundan emin
olamıyorsak bu aslında onu bir bilgi olmaktan çıkarmaz mı? Bu şunun gibidir; ''Frida Kahlo 6
Temmuz 1907' de doğmuştur''. Bunun doğruluğundan emin olamıyorsak bu ''Frida Kahlo 6 Temmuz
1907' de mi doğmuştur?'' formunu alır. Sorular bilgi değil, bilgiye ulaşmaya çalışmanın bir
basamağıdır. Doğruluğu kanıtlanabilecek bir şey yoksa bilebileceğimiz bir şey de olamaz o halde,
demek mümkün değil midir? Uzun lafın kısası bir şeyi bilemeyiz ancak bildiğimize inanabilir veya onu
kabullenebiliriz.

Lara ÖZMEN 11/D

48

AYIN SORUSU CEVAPLARI

Bence yanlışlarını bilerek demek istediğim bir şeyin doğru olduğunu aslında yanlış olmadığını bilerek
anlarız bundan dolayı yanlışlar doğrumuzu gösterir.

Şemun ÇEPE 9/B

Bildiklerimizin doğru olduğunu nasıl bilebiliriz?
Bu soru aslında “Doğru bilgi var mıdır?” sorusuna dayanıyor bence. Bildiklerimizin doğruluğundan
asla emin olamayız çünkü herkesin doğrusu kendinedir. Herkes kendi içinde doğru ve yanlışı ayırır
ama asıl doğrunun doğru olduğuna kim karar verebilir ki? Bu yüzden inanırız. Öyle çok inanırız ki
inandığımız şey bizim doğrumuz olur. Ama o şeyin bizim doğrumuz olması yetmez. Doğrumuzu
başkalarına da aşılarız. Öyle çok aşılarız ki bizim doğrularımızı kendi doğruları sanmaya başlarlar. Bu
doğru zamanla kişiden kişiye aktarılır, bir toplumun doğrusu olur.

Toplum zamanla kendisine başkası tarafından aşılanmış bilgiyi kendi doğrusu kabul eder ama bu
doğru herhangi biri tarafından ortaya çıkmış bir düşüncesinden fazlası değildir. Bu doğrultuda
kendimize bildiklerimizin doğruluğunu soracak olursak ortaya şöyle bir sonuç çıkar; Kafamızda
belirmiş bir düşünce doğru mu yanlış mı? Şayet doğru kabul edecek olursak bu doğru bizim
doğrumuz mu yoksa yaşadığımız toplumda zamanla bize aşılanmış bir düşünce mi? İşte bu soruya
cevap veremediğimizden ötürü bildiklerimizin doğruluğundan emin olmayız.

Elif AKYOL 10/D

BİLDİKLERİMİZİN DOĞRU OLDUĞUNU NASIL BİLEBİLİRİZ?
Bence bildiklerimizin doğruluğunu gösteren imler, yüzyıllardır süregelen ve bilinen kavramlardır.
Örneğin “altında odun olan ve üstü yeşil yapraklardan oluşan” şeylere ‘ağaç’ denilme eyleminin ne
zaman gerçekleştiğini bilemeyiz ama hepimiz bu tanıma uygun nesnelere ağaç deriz. O yüzdendir ki
mavi ağaç çizen çocuğu yanlışlık-doğruluk skalasında bile değerlendirmeyiz çünkü zaten kavramdan
dolayı ‘mavi ağaç’ olamayacağını biliriz. Sadece ona hayal ürünü gibi doğruluk dışında olabilecek
tanımlara sığdırırız.
Ancak bazen bildiklerimizin doğru olup olmayacağını kavramlardan elde edemeyiz özellikle soyut
şeylerde. Ağacı görebildiğimiz için herkese göre doğru bir ağaç tanımı vardır ancak sevgi, düşünce,
umut gibi kavramlar her ne kadar tanımlara sıkışsalar da insan doğası gereği her birey farklı anlamlar
yükler bu tür kavramlara.
Kısacası somut olan şeyler kavramlarla doğruluk sınıfındayken soyut olanlar herkese göre değişir.
Yani somut olarak mavi ağaç olamazken ve yanlış denilebilirken kavrama göre, çocuğun soyut olan
dünyasında mavi ağaç gayet de mümkün ve doğrudur.

Nupel Esra ALP 10/A

49

AYIN SORUSU CEVAPLARI

Kesin doğru diye bir şey yoktur. Doğru olma ihtimali yüksek olan doğrular vardır.
Ceren ULUSOY 9/D

DAYATMALARDAN ARINMIŞ DÜNYA

İnsan, doğuştan gelen yani sezgisel olarak hissettiği birkaç şey haricinde deneyimleyerek öğreniyor
dünyayı. Her insanın yaşadığı olaylar ve hayattaki imkanları farklı oluyor. Her şey insandan insana bu
kadar farklılık gösterebiliyorken ve muallakken hayatımızı doğru diye kendimizi ikna ettiğimiz şeylere
göre bir kalıba sokuyoruz. Kendi bakış açılarımız olmuyor biz bakış açılarının oluyoruz. Bu böyleyken
doğruluk da yaşadığımız dünyada insanların “doğruluğuna” göre şekilleniyor yani dünyada “ahlaki
“olarak ne doğru kabul ediliyorsa hayatımızı ona göre yaşıyoruz. Halbuki bilmiyoruz ki doğruluk insana
özgü bir kavramdır, insanın bakış açısına bağlıdır. Örneğin saygılı insan, kimisine göre hiçbir şeye
sesini çıkartmayan insandır, kimine göreyse haklarını kullanarak düşüncelerini her türlü otoriteye karşı
savunabilendir. Yani doğruluk insanların o şeyi doğru kabul etmesiyle alakalı değildir. Fakat biz her
zaman insanların hiçbir kesinliğe dayanmayan sözde tecrübesiyle elde ettiği kanılara göre yaşıyoruz
hayatı. Güçlü olanın bakış açısına göre şekilleniyor dünya, o bizim ne görmemizi istiyorsa onu
görüyoruz, arka planda neler olduğunu göremiyoruz. Aslında bu durumda insanların etik değerlerini
sömürme devreye giriyor bu sömürüyle insanların doğruları kirletiliyor ve sıradanlaştırılıyor. Böylece
herkesin bakış açısı aynılaşıyor ve renklilik ortadan kalkıyor. İnsanın özgünlüğü ortadan kalkıyor.
Doğru bilgiye özgür zihinsel sorgulamayla ulaşılır, Sokrates’in çapraz sorgulamasıyla ulaşılır. İnsan ne
zaman kendine dönüp ‘Ben ne yapıyorum?’ diye sorduğunda doğru bilgiye ulaşılır. Fakat böyle giderse
bildiklerimizin doğru olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyiz çünkü beynimizin içi dünyanın bize ‘doğru’
diye dayattıklarıyla meşgul. Ne zaman ki bu dayatmalardan arınırız işte o zaman doğru bilgiyi kendi
içimizde buluruz çünkü doğruluğun kaynağı her zaman kendi benliğimizdir.
Şevval ÇELEBİ 9/A

50


Click to View FlipBook Version