The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düz yazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by Ekim Dergi, 2020-12-24 03:54:48

Ekim Dergi Temmuz

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düz yazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

Sayı:1  Temmuz 2020

EKİM

Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi

İç ndek ler

Rüzgâr - Caner Gökçeoğlu
İstanbul - Ned m Çağın

Süs Dağılıyor Geceye - Rıdvan Yıldız
Gözyaşı Çocuk Oyunlarından Çıkarılsın - Rıdvan Yıldız
Mutlu Yıllar ve Sonbahar F lm ne Da r - Türkay Tülerl

Gelecek - A. Turgay Ç tç
Her Ağaç B r Buluttu Oysa - A. Turgay Ç tç

Altıncı Kat - M ray Çora
İnsan - El f Erg n

Deve Kuşu - Fel x M mosa
Monolog - Fel x M mosa
Tek B l nen - S nem Dağ
Ölmek Kavuşmak Ş md - Mehmet Al Güldalı

YAZI- ÇİZİM- FOTOĞRAF GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN
GÖNDERİMLERİNİZ İÇİN [email protected]
[email protected]
 | 1
EKİM DERGİ

Automat, E. Hopper

RÜZGAR

Kararmış ay, dürülmüş gökyüzü Görmüyor gözlerim
Bir noktaya ulanmış yıldızlar Bahar soluk bir yeşil
Sanki yokluğundan Neden görünmez oldu
Hepsi bir pay almışlar Kırk yılı devirdiğim o dostlar

Güneş yakın ısıtmıyor Elde bir avuntu vakit geceyken
Sen uzaksın çocukluğun düşleri kadar Elbet ki benim de rüyalarım var
Düşmüyor ardıma takvimin yaprakları
Gökkuşağına griye boyayıp da kaçmışlar Caner GÖKÇEOĞLU

EKİM DERGİ  | 2

İstanbul

Doğu’nun batı ile buluştuğu yer;
Adam oğlu zeki bir varlık vesselam. Çareyi ve çaresizliği aynı anda yaratabilme
kudretine sahip. Her vuruşta rakibin daha da güçlendiği çizgi roman karakterleri gibi.

Müzik dinlemek için açtığın videoyu izlemek

için izlemen gereken reklamı yaratan akıl da

penisilini bulan da aynı adam oğlunun ürünü.

Aklıma bütün hayatı çile içinde

geçmiş ve bu çileli yolun ancak çok sonunda

mutluluğu yakalamış masal kahramanları

geliyor. Mutlu sonun ise prensle evlenmek

olduğu masallar.

Çocukların anne babaları tarafından ormana

terk edildiği, cadıların fırınlara atıldığı ve

yalnızca uslu çocukların şirinleri görebildiği

masallar. Ya erkeksin ya asker ya da tanesi

yüz liraya satılan oyuncakçıdaki kız bebek.

Çocuğa biçilen değer oyuncakçıda satılan

bebeğin marka değerinden daha düşük. Oysa

Saturn, İvan Ak mov diyor insan değer miydi hiç okyanusları
aşmaya, yeni kıtaları bulmaya?

Eğer biliyor olsaydı Vespuci, bir çocuk, bir oyuncağın marka değeri karşısında

önemsenmeyecek, sırf daha fazla oyuncak satılacak diye satılıyorsa tüm kadınlık yine

çıkar mıydı o yolculuğa?

Nereden bilecekti Çin’in büyük generalleri üçüncü sınıf bol kanlı, ucuz filmlere konu
olacaklarını, ne de ucuz plastikle anılacağını torunlarının. Ölümle yaşam arasında,
gerçeğin bir Afgan kadının burkasının altında gizlediği sır gibi, görünür oluncaya kadar
gerçek olmadığına inanan Bangladeş teki çocuk babasını beklerken gece yarıları,
masallardaki gibi hayaller mi kurardı acaba yoksa silikozis miydi tek hatırladığı gerçek,
taşlanmış bir kot parasına? Ya da ne bileyim Washington’da, Londra’da, Berlin’de bir tuş
muydu yaşamla ölüm arasında? Üç beş dinozor artığına değer miydi tuş takımlı dünya?

EKİM DERGİ  | 3

Google; hep yakında ama hep bizden uzakta. Gerçek bilginin yerini “bilmişliğin” aldığı
çağda bir şeyler bilmeye gerek duymayacak kadar yakınımızda. Parası başkası tarafından
ödenmiş orospuyu anlatan uzak bir tanıdık gibi, varoluşu hep başkasına muhtaç. Bir bilgi
kaç memeye denk gelir?

Bir bilmem ne istiyorum diyor çok sayın bir beyefendi. Tercihlerim var diyor yani. Saçı
sakalı, taşlanmış kotu ve benliği bir yerlerdeki bir takım dijital rakamlara endeksli
arkadaş. Telefonun kapağını değiştirince oluşturduğu benliğini pazarlıyor etraftakilere.
Benim diyor tercihlerim var bireyim ben diyor. Zil sesini değiştirince benlik oluyor
hazret. Buna tav olan biriyle evleniyor. İki insan arasındakini yüzlere açıyor, çocuğu
oluyor işte diyor benim eserim. Eseri acı içerisinde uyum sağlamaya çalışan “Pinokyo”
ama “Gepetto” suretle ilgileniyor, fotoğrafını çekiyor. Anın ölümsüzleştiği milyonlarca
kareden bir tanesi hiçlikte kayboluyor. Dekorasyona harcadığı parayı aşçısından çalmaya
çalışan restoran sahibi gibi.

Mademki zenginsin o halde bir gökdelenin olmalı. Yerden, yani sıradan insanlardan uzak
kalabilmek, onlardan kaçabilmek için yapılan fallik objeler deliyor gökyüzünü. Cennete
yakın olmaya çalışılırken yaratılan cehennem çukuru, bir çeşit kavramsal hermoafrodit.
Kapılarında Tartarus’tan çıkabilmek için birbirlerini ezen kayıp ruhlar.

Zaman tanrısı Koronos’un, aşk tanrısı Eros’un kanatlarını kestiği gerçeklikten ne zaman
“zaman her şeyin ilacıdır” noktasına savrulduk? Aralarda bir yerlerde makul bir aralık,
üzerinde anlaşabileceğimiz bir zemin var mıydı hiç ya da hep, her zaman bir işletim
sistemi gibi birler ya da sıfırlar mı olarak yaşadık bu hayatı?

Doğru; matematiksel olarak; iki nokta arasındaki en kısa mesafe, demek ki matematiğin
de ahlakı yokmuş. Sürekli bir bekleyiş bir aşama geçiş hali. Zenon’un paradoksu gibi.
Aşil’in kaplumbağayı yakalamak için önce aradaki mesafenin yarısını sonra yarı yolu
yarılamasını ve iki nokta arasındaki sonsuz noktayı yarılaması gibi asla bir şeylere
yetişemeyeceğini bilerek yaşamak. Bitmeyen bir yetersizlik hissi ve kendini lanetleneme
hali.

EKİM DERGİ  | 4

Doğu’nun batı ile buluştuğu yer; All Are But Stor es (The Ruba yat of Omar Khayyam), Edmund Dulac
aslında düğmeye basınca yanan ışık
ve musluktan akan sudan ibaret.
Suretlerin alçakça bir biçimde
gerçeğine benzediği ama ışıklar
yanınca tüm izbeliğiyle, kabalığıyla
karşımızda yaşı geçkin kilolu bir
kadınmışçasına kalan, yalnızca yetersiz
bir aydınlatmanın ışığı altında, şekilsiz
kıvrımları aklımızın boşlukları
doldurması gibi özgürce hayal kurula
bilinen ama sadece steril olmaya
çalışan bir hastane odasında
karşılaşılabilen bir organlar bütünü gibi
bir sentez. Kolektif bir çirkinlik,
bireysel bir suç. Aklıma Hayyam’ın
rubaisi geliyor;
 
Ben olmayınca bu güller, bu serviler
yok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar
yok.
Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar
yok.
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o
da yok!

Nedim ÇAĞIN

EKİM DERGİ  | 5

SÜS Aydınlığa doğru bir güneş gülüşün
DAĞILIYOR Acıyı unutturuyor nisanda uçuşan

GECEYE parmak uçların
Gözlerin beşinci mevsimin habercisi
Bedenin avuçlarımda bir alev kuyusu

Özgürlük dudaklarından başlıyor
şimdilerde

Ellerin kışkırtıcı bir festival yeri

Sevginin kokusunu duyumsadım
yüzünde

Hasrete derman olur nefesindeki
büyüleyici dokunuş

Saçların harf harf esen buğday sarısı
Alnında dağılıyor suların taşıdığı hüzün

Güzellik yol açmış ruhunda

Gülüşün bir tabak dolusu yaz ikramı
Uzaktasın ve aramızda boğulur sırlar

Başında kuşlar döner özenle
Omuzlarına varınca sabah oluyorum

S yah Elb sel Kadın, Cemal Tollu Müşterek bakışlardan yoksunuz
ikimizde

Zamanda işlenmemiş ağacın boş kucağı
Saçlarında her çiçek ayrı bir yaz izi
Seni düşündükçe yıldızlara varıyor
neşem

Rıdvan YILDIZ

EKİM DERGİ  | 6

Gözyaşı Çocuk Oyunlarından
Çıkarılsın

İlkin Gorki duydu acıyı Devlet özgür insanın ham maddesi
Adaletin olduğu bir dünya yok derken Zulmün hazinesidir sevgiyi cüzdanda
Steplerde zemheri bakışlı nefesimiz
sanmak
Kendini bir kapana kısılmış bil Yumruklar(la) yediğimiz kuru ekmek
Yuvarlanan kayanın önünde dururken Yurduma uzanmış ellerin karşısındayım

Hiçbir yasa maddesi söz etmez açlıktan Ölüm gülümsemesini kemiriyor
Tabuta sarılan hiçbir bayrak gideni geri Toprağa düşerken gençler
getirmez
Gladyatör edasında bedenleri anılarla süslü
Ölümün rengi yoktur
Acı zulmün dev aynası Savaş ayırıyor sevenleri
Gözyaşı çocuk oyunlarından çıkarılsın
Mu kıtasının varlığını sorguluyor(ya da Her tarafı felaket dünyanın, kan topluyor
yokluğunu)
Meşe kütüğü zaman kımıldıyor ölüm bayrağı
Keskin bir küfürle koptu gece Geliş(me)mekte olan bir ülkeyiz zaten

Kısık çaresiz anaların sesi

Rıdvan YILDIZ

Meczup bir adam kendinde değil
Debeleniyor kölelik markasının pençesinde
Boyun bağı boyun eğdirmez asla
Yargıcın kendisi sanık vicdanında

EKİM DERGİ  | 7

EKİM DERGİ Ç z m: Ebru KARATAŞ

 | 8

F lm: Sonbahar (2008), Özcan Alper

Mutlu Yıllar ve Sonbahar
F lm ne Da r

“Hoş geldin 2020!”. “Hepinizin yeni yılı kutlu olsun arkadaşlar.” “Mutlu yıllaaaaar !!”
“Nice 2020 yıllaraaaa !!!” Herkes birbirinin yeni yılını kutluyordu 22 yıllık mezunların
toplaştığı 2 yıllık whatsapp grubumuzda. Benim ise uzun zamandır kafamı didikleyen
düşünce artık kapıya gelip dayanmıştı. Milletin yeni yılını kutlayacaktım ama 2020 diye
yıl mı olurdu?? "Çok fütüristik değil miydi?" "Sanki bilimkurgu filminden fırlamışcasına
bir yıl…" Gruba da aynen bunları yazmıştım.

Belli bir yaşımdan sonra, özellikle de 90’lı yıllardan itibaren içime her yılın bitiminden
önce gelen bir düşünce ve onun sürüklediği his bulutuydu bu. Her yeni yıl bana fazla
büyük gelirdi. Hazmetmem zaman alırdı 1985 hatırlayan biri olarak 1997’e girmeyi. Çok
büyük rakamlardı bunlar. 1997’e nasıl girilirdi? Hiç girmemiştim. Giren var mıydı daha
önceden?
Henüz önceki yılı hakkını vererek yeterince yaşamamıştım bile!!? Önceki yıllar benim
için hep doktordan temiz kullanmış bir araba gibiydi. Daha yaşanacak çok zamanı vardı
aslında. Neden şimdi hemen çöpe atılıyordu ki? Gitti yine yepyeni eski yıl.

EKİM DERGİ  | 9

1997-98-99… sonra 2000ler geldi. Hiçbirşey eskisi gibi değildi artık. Bırak eski bir yılı
bitirmeyi eski yüzyılı, eski bin yılı bitirmiştik. Bu kadarı da fazla artık derken hiç de öyle
olmadı. Gerisi de su gibi gelip geçti. Dur durak bilmiyordu artık yıllar… 2000’ler
90’lardan, 2010’lar 2000’lerden, 2020’ler de 2010’lardan çabuk geçiyordu. Zaman tabiki
göreceli bir kavramdı çünkü zamanın içinde olup bitenler artık beni eskisi kadar çok
etkilemiyordu. Çünkü deneyimlemek ve artık olan bitenden artık çok etkilenmemek böyle
bir şeydi. Bu da zamanın bende giderek daha az iz bırakmasına sebep oluyordu. Giderek
daha az anı birikimine sebep olacak olaylar bütünü gelip geçiyordu gözümün önünden.
Böylece zaman da daha az şey ifade ederek hızlandı.
Bu yüzden yeni yıl kutlaması sırasında whatsapp grubuna da aynen bunları yazdım. Yani
bunların hepsini değilse de ilk bölümü yazdım. Çünkü artık tutamadım kendimi.
Yılın sonraki bölümünün “nefes kesici” bir korku filmi gibi geçeceğini bilemezdim tabi.
Ama şu kadarını söyleyeyim ki adının hakkını vermeye başlamış gibiydi yeni yıl.
Solunum yoluna etki ederek öksürük ve ileri derecede nefes darlığı gibi semptomlar
yaratıp ölüme sebep olabilen virüs türünün tüm dünyada salgın halinde yayılması
hepimize pandemi teriminin ne demek olduğunu öğretmişti çünkü. Dünyanın artık bize
yolun sonuna yaklaştığımızı fısıldar olduğunu, kazanç elde eden sistemimizi, beslenme,
ısınma, giyinme, barınma, seyahat etme gibi tüketim alışkanlıklarımızda kökten
değişikliğe gitmemiz gerektiğini, artık ben merkezcil ve yalnızca kişisel refahı yukarı
taşımayı amaçlayan biçimde değil birbirimizin çıkarlarını da koruyup kollayacağımız,
birbirimiz için maske takma öğreneceğimiz “yeni normal” düzene geçmemiz gerektiğini
söylüyordu artık tv kanalları. İzlediğim bu korku filmi ve içindeki nefes teması, ilerleyen
zaman içinde bana yıllar önce izlediğim başka bir filmi hatırlattı…
Özcan Alper’in 2008 yapımı Sonbahar filmi. Senarist ve yönetmen Özcan Alper'in çeşitli
sahnelere yerleştirdiği belirli objeler, konuya dahil olan durumlar, süreçler, mekanlar,
sesler, kişiler, karakterler ile filmin tamamına yayılan atmosferin bize söylemeye
çalıştıklarını, yeni yılda izlediklerimizle benzer yanlarını görmek üzere kısa bir yolculuğa
çıkıyoruz şimdi.

Nefes
Filmin açılış sahnesinde 2000 yılındaki hayata dönüş operasyonları eşliğinde
hapishane günlerinin sonuna gelmiş olan Yusuf’u görmekteyiz. Siyasi hükümlü olarak
10 yıldır hapishanede olan Yusuf sağlık sorunları sebebiyle revirde doktor
kontrolündedir. Doktor muayenenin ardından Yusuf’un ciğerlerinin iflas etmiş
olduğunu söyler ve diğer arkadaşları gibi TCK’nın 309. maddesinden faydalanarak
hapishaneden çıkabileceğini anlatır.

EKİM DERGİ  | 10

Bu sırada Yusuf da pencere dışındaki kuşların yaptığı yuvayı görür ve  yıllardır
uğramadığı evi ile ailesini hatırlar.

Yusuf hapishaneye girmeden önce gayet sağlıklıdır, rahat nefes almaktadır ama
hapishanede yıllar içinde giderek nefesi darlığı çekmeye başlamıştır. Ülkenin yıllar içinde
(90'lı yıllardan 2000'li yıllara geçiş) bozulan atmosferinde Yusuf'un sebebini tam olarak da
anlayamadığı (F tipi cezaevinde olduğundan) artık nefes alamamasını yol açmıştır. Çünkü
Yusuf'u hayata bağlayan sosyal kavramlar artık toplumsal atmosferde yavaş yavaş sönerek
yok olmaktadır. Yusuf'un bünyesi bu toplumsal atmosfere adapte olmakta güçlük çeker,
ciğerleri giderek söner ve nefesi günden güne kesilir.

Atmosfer
Hapishane atmosferinden çıkarak elinde (belki de hapishanede çizdiği) tablosuyla yıllar
sonra eve dönen Yusuf memleketinde nasıl bir hava karşılaşacaktır? Gittiğinde fırtına ile
karşılaşır... Bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaktadır. Devasa büyüklükteki şehir
İstanbul'un atmosferinden nefessiz kalarak çıkıp giden Yusuf memleketinde nefes
alabilme ümidindedir ancak yönetmen Yusuf'u karşılayan yağmurlu hava ile daha ilk
günden memleketinde de güneşli günlerin sonuna gelinmiş olduğunu ve sonbahar
yağmurlarının atmosfere hakim olduğunu anlatır bizlere.

Böylesine karanlık şekilde başlayan memleket günleri bazen güneşli bazense koyu
karanlığın çöktüğü şekilde geçip gitmektedir. Artvin'in atmosferi de artık değişmekte,
eski, güzel ve güneşli günler geride kalmakta ve hava soğuk kışa doğru evrilmektedir.
Evine geri döndüğü için bir akşam ziyaretine gelen yakınları onun yıllarca hapishanede
nasıl yaşadığını, ne uğruna  bu kadar uzun zaman F tipi cezaevinde kalabildiğini,  onu hiç
anlamadan adeta sorguya çekerler. Ta ki o akşam yakın arkadaşı Mikail  yeter
diyerek ziyaretçileri susturana kadar. Yusuf'un geri döndüğü şehrinde de güzel ve güneşli
mevsimin sona erip artık sonbaharın gelmiş olmasının bu şekilde betimlenmesi gibi filmin
çekimi için fırtına vadisinin seçilmesi de atmosfer kavramının ortaya konulmasında bizler
için bir başka anlatım biçimidir.

Tulum 
Yıllar sonra geri bıraktıklarını tekrar anımsamaya çalışan Yusuf evin sağını solunu
kurcalarken tavan arasında bir sandık içinde eskiden çaldığı tulumu bulur. Eskiden nefes
verdiği tulum artık sönmüş vaziyette yıllardır bir köşede beklemektedir. Filmde yer yer
ezgisini de duyduğumuz  Tulum, Yusuf'un özünü simgelemektedir.  Nefesi ile hayat
verdiği bu çalgı aynı zamanda onu hayatla olan bağının bir simgesidir.

EKİM DERGİ  | 11

Yusuf özünden uzaklaşırsa hayatla olan bağı da yavaş yavaş kesilmektedir. Bu yüzden
yıllar sonra tekrar bulduğu tulum çalgısını şişirmeye çalışır. Ama nefesi yetmez. Artık bu
atmosfer onu zehirlediğinden özü ile olan ilişkisi kopmaya yüz tutmuş gibidir.
Dikkatli izleyicilerin de gözünden kaçmayacağı gibi Yusuf'un bu çalgının parçalarını
düzelterek çalmak için  film boyunca  hazırlık yaptığını görmekteyiz. Özünden kopmak
istemeyen Yusuf, nefes alıp verdiği, onu hayata bağlayan çalgıyı çalabilmek için
hazırlanır.

Mikail
Yusuf ile aynı dağ köyünde yaşayan Mikail marangozluk yaparak geçimini sağlayan bir
adamdır.  Yusuf üniversite için köyden çıkıp gittikten sonra yıllarca hapis yattığı sırada
Mikail kendisini çok yalnız ve yabancılaşmış hisseder. Yusufla bir sohbetleri sırasında çok
aşık olarak evlendiği eşine bile artık yabancılaştığını, akşamları eve gitmek bile
istemediğini anlatır. Yusuf yıllar sonra memleketine döndüğünde havanın hala yaz
mevsimde olduğu ümidi ile yaylaya çıkmak ister. Ancak Mikail birkaç kez "Havanın
orada nasıl olacağı belli olmaz !" diyerek Yusuf'u uyarmaya çalışsa da Yusuf ısrarcıdır ve
hala umudunu yitirmemiştir. Mikail'in uyarısına aldırış etmeden yaylaya giderler sonunda
ve karlar altında dağlık bir bölgeyle karşılaşırlar. Yönetmenin, Yusuf ile fırtına vadisinin
yaylasına çıkan arkadaşının adına Mikail adını vermesi de tabiki boşuna
değildir.  Bildiğiniz gibi Mikail meleği, İslami inanca göre tabiat olaylarına, tabiat
canlılarına ve yağmura nezaret eden melektir.  Mikail sadece yaylanın havasına dair
bilgiler vermez, aynı zamanda memleketin toplumsal atmosferine dair de haberler verir:
"Eskiden iyi ya da kötü sosyal ideal vardı. Şimdi bunu yıktılar. Artık kadınlar hayat kadını
olmaya, erkekler hırsızlık yapmaya geliyorlar."
 
Son Nefes
Tüm film boyunca tulum çalabilmek için hazırlık yapan Yusuf'a annesi eskiden ne kadar
güzel Tulum çaldığını söyler ve tekrar eskisi gibi çalmasını ister. Son nefesini özüyle
buluşturmasına yaptığı bir çağrı gibidir bu istek. Yusuf'un çaldığı bir tulum ezgisi
duyulmaya başlarken görüntü pencereden dışarı doğru kayar. Karla kaplı yolda ilerleyen
kalabalığın omuzlarında Yusuf'un tabutu yol alırken, Yusuf'un çaldığı ezginin kendisi için
yakılan bir ağıt olduğunu, adının ezgi içinde söylenmesinden anlarız. Yusuf son nefesini
tulumuna üflemiş ve kendi ağıdını çalmıştır.

Türkay TÜLERLİ

EKİM DERGİ  | 12

GELECEK  | 13

Bir geyik başı süslüyor şöminenin üzerini
ızdırabın kızgın çıtırtısı

anlamsız bir zevkin doruk noktasında
insanlığın acımasız duruşu
kötülükler sarmış bedenleri
ruhlar ağlamaklı şaşkın
şehirler beton yığınları

dört bir yanda teknolojik tuzaklar
insanlar okyanuslar içinde sıkışmış balıklar

korkunun esiri
yan yan yürüyen yengeçler

 
gökyüzünün karanlığı indi yeryüzüne

makas açıldı diye bağırıyor
emeğin teri

bir çocuk ağlıyor uzakta bir yerlerde
kan ve acı izleri taşıyor ayakları elleri

yeni ceninler de sıkıntıda
boyunlarında giyotinin suikast nefesi

ağaçların gözü kanıyor
geleceğe doğru.

A. Turgay ÇİTÇİ

EKİM DERGİ

Her Ağaç B r Buluttu Oysa

Bir orman soygunundan dönüyor birileri her ağaç bir buluttu oysa
karanlık geçmişin derinliklerinden yağmur kuşanırdı sürgünler
geleceğe dair sürgün tutsağı yürekleri yeşilin her tonu severdi birbirini
bir ulu ağaç titretir toprağı alev topunda güneşi toplardı sessizce dallarına
ağacın yanan yüreğinin sesidir yıldızlara kadar uzanırdı
sonsuzluğa açılan acılar dökülür ortaya  
bir uzak iklimi düşler gövdeleri bir orman soygunundan dönüyor birileri
  karanlık geçmişin derinliklerinden
kozalaklar ağlar güneş utanır aydınlığında ağacın intikamı hangi dağın ardında
ciğerleri yanar insanlığın, çiçekler solar belki de delişmen
ince hüzünler dağılır dört bir yana bir uçurum kenarında.
uçar gider uzaklara beyaz güvercinler
  A. Turgay ÇİTÇİ

Waterloo Br dge, C. Monet  | 14

EKİM DERGİ

Altıncı Kat

Yabancı cümlelerde paragraflar atlamışız da

koşarcasına kaybolmuşuz. Mahallenin ilgisiz

kedileri bizden mağrurmuş. Karın tokluğuna

yetim kalabilmişler. Biz ilginin peşinde aranırken

nefessiz kalacak kadar berduşmuşuz. Yanlış

kitaptayız çıkamayız. Işık yılı uzaktayız gerçeğine.

Ama belki aç kalmışız, belki üşümüşüz, işçinin Moon, John W ll am Draper, 1840
üstünde peynir ekmek yediği gazetenin altında

yatan olmuşuz. Gazetenin sevilen burjuva köşe yazarı biricik berduşluğumuza övgüler

dizmiş yazısında. Artık ülkenin eylemsiz devrimcilerinin ağzında gezeriz. Entelektüel

sohbetlerde dans ederiz. Öyleyse yakalım sokaklarını cümlelerin. Yakalım, ısınsın

kibritçi kız ki kinimizin dahi bir naifliği olsun. Bu kez kapkara bulutlar işleyeceğiz

cümlenin altına kanaviçeden ki bembeyaz kalsın gökyüzü.

Kaçalım bu kitaptan. Sevgi, mutluluk aradığımız kavramlar da olsa berrak sayfaların

pürüzsüz kapaklarında barınamayız söyledim. Ömrüm yettiğince meşrubat lekeli

kelimelere koşalım.

Geç kaldığımız her şey teraslı evin altıncı katında, belki hâlâ yaşıyor. Bulursak, eğer

açılmazsa kapısında dilendiğimiz o apartman dairesi, işlediğimiz kapkara bulutlar

evimiz olsun, bembeyaz kalmasa da gökyüzü. Yabancı cümlelerden kovulmadan

koşalım ki ne geç kaldığımız dilenciliğin ne yetişebildiğimiz onurun bir ölüm acısı var.

Gazeteleri üstümüzden atalım. Noktasında yattığımız cümleden başımızı kaldırıp göğe

bakalım. Mağrur kedilerin acıyan bakışlarına bulut denir mi? Başaramadım,

kararsızım. Layık mıydık başucundaki sayfalarda gezinmeye yoksa saklanıyor muyuz

altı çizilen cümlelerin esrarından? Gerçeklere tek kişilik şemsiyeler tutalım ki

bozulmasın sosyal düzen. Islanan bir ikimiziz bir de meşrubat lekeli o sayfa. İlginçtir,

yağmaz gündelik yaşama bu yağmur. Bir an önce toparlanıp dökülmeli artık.

Yağmursuz, kedisiz sokaklarda değil, eski dostunun sayfalarında kurumalı yaprak.

Bak yetişemedik yine, takıldım kaldım, güzelim bir dizede.

 Miray ÇORA

EKİM DERGİ  | 15

İnsan

Hiç yabancı bir çocuğu sevdiniz mi?

Ölüyoruz. Ek n B çenler, İbrah m BALABAN, 1951
İnsan olduğumuz yerden kırıldık.
Kalbimiz paramparça oldu. Bir çocuk olsaydınız
İçinden insanlık düştü İnsan
Vicdan düştü Veya
Umut düştü İnsan evladı
Ve Her şey kötü bir rüya olacaktı.
Ülke ülke çocuklar… Ter kan içinde uyanacaktık sadece.
Ter kan içinde gömülüyorlar şimdi.
Guta. Bir roket
Esmer çocuk. Kimyasal bir bomba
Arkası dönük Hanzala. Veya açlık içinde.
Mardin’deki Ahmet.
Dudağımda sessiz bir acı.

İnsan hani?

Hiç yabancı bir çocuk için ağladınız mı?

Ağlamadıysanız, Guta.
Bizden önce öldünüz. Esmer çocuk.
Taş kalplerinizi bıraktınız geriye. Arkası dönük Hanzala.
Batı’ya… Mardin’deki Ahmet.
Mermi olsun, açlık olsun, susuzluk olsun diye Mezopotamya’nın acı yüzleri..!
Bir akbaba beklesin diye çocuk başında Sırf yaşayabileseniz diye saklasak sizi.
Akbaba kesildiniz petrol kuyularına. Gök-kubbenin içine.

Elif ERGİN

EKİM DERGİ  | 16

Golconda, Rene Magr tte, 1958

DEVE KUŞU asla memnun olmuyorlardı. Oysa eleştiriye

en çok kendileri muhtaçtı. Bunu

anlamamalarına sebep olan neydi ki? Çok

Bugün size korkaklığın bir teşbihini barizdi. Ağırlığı altında ezildikleri

vereceğim. Teşbihte hata olmaz derler. Olur benlikleri. "Ben mükemmelim, ben en iyisi

ki oldu affola. Devekuşları... Güvende en başarılısı en dürüstü en fedakarıyım,

yaşadıklarını sanıyorlardı. Belki de öyleydi. kimse beni yargılayamaz, sen kimsin ki

Peki ne yaşıyorlardı? Kafalarını gömdükleri benim gibi birini eleştiriyorsun?" dedikçe

kum deliğinin Sahra olduğunu sanadursunlar dedikçe daha dibe batıyorlardı. Korkakça,

dünya hızla dönmeye devam ediyordu. mertlikten oldukça uzak anlamsız

Ürkekçe gözlerini açıp dünyaya yarım hayatlarında tek başlarına yaşıyorlardı. Peki

yamalak bir bakış attıklarındaysa bulanmış sonra ne mi oldu? O ağırlığın altında can

bir alem görüyorlardı. Oysa bulanık olan verdiler. Ve hayatlarının özeti insanlar için

kendi kafalarıydı. Hiçbir şeyi hiç kimseyi tek ifadeydi. "Kimin umrunda, bize ne?!?!"

Korkum şu ki devekuşları her yerde ve

beğenmiyor, her şeyi herkesi eleştiriyor, asla

omzuma amansızca yükleniyorlar. Hadi gel

memnun olmuyorlardı. Hiçbir şeyi hiç

şu tozları bir silkeleyelim.

kimseyi beğenmiyor, her şeyi herkesi

eleştiriyor,

Amine TOPALOĞLU

EKİM DERGİ  | 17

MONOLOG

Küçük bir kız çocuğu tepeden şehri izliyor. Aynı şeyleri tekrarlaman yeterli
Yaşına bir beden büyük bir ciddiyet... Evet efendim, buyrun efendim, tabi
Acaba diyor, efendim...
"Acaba kim bu hale getirdi bizi? Tebrikler, uyumlu bir beyaz olursun.'
Nasıl sıradan kek kalıpları gibi olduk? 'Siyahlar zaten şehre kül olarak geri döner
Normal olan bu olmamalı değil mi, Onlara sakın bulaşma
mimosa?". Uyumsuzdur onlar.
Tepenin ardında bir ses... Sanırsın adalet hayat kurtaracak!'
Cevapsız bırakmıyor onu. "Peki ya en tepedekiler mimosa?".
'Felix, sıradanlık hayat kurtarır 'Çok soru soruyorsun felix
Çok düşünme üzerine. Sorgulayanı sevmezler'.
Düşüneni sevmezler zaten'. "Artık seni sevmiyorum mimosa!
"Çocuklar mutlu mu, mimosa?" Sen de onlar gibisin.
'Şehirde çocuk yok felix O kek kalıplarının muciti sensin.
Kalanları da gömdüler. Ben sıradan olamam mimosa!
Dedim ya burası tam bir ruhlar mezarlığı'. Normallik buysa ben normal olamam!
"Peki ya renkler, mimosa?". Bırak deli bilsinler beni!!!". 'Peki felix
'Siyah ve beyaz yeterli dedim ya felix Savaşmaktan vazgeçme.
Renkleri kimse sevmez Ama emin ol.
Ya beyazsındır ya siyah'. Biz her zaman kazanırız!'.
"Ama bunu kim belirliyor, mimosa? O an odanın ışığını açıyorum.
Bir devlet dairesi falan olmalı, değil mi?" Gözlerim bir çift yeşil göze kilitleniyor.
'Anlamıyorsun felix anlamıyorsun Ben bu aynayı bir sileyim ya.
Beyaz şehrin görünen yüzüdür. Çok tozlu...
Sabah işine gidersin
Amine TOPALOĞLU

EKİM DERGİ  | 18

Tek B l nen

Kefeni örtüldü doğanın
ölüme benzer bir sessizlik kapladı

şimdiye kadar
çok ses çıkaranları.
Artık sadece gözleri konuşuyor

ölüm adına
Rengi dolmuş artık sevdanın

beyaz kefen sarmışlar.
Doğa gibi oda ölüm uykusunda

uyanır mı bilinmez
Gözleri tekrardan sevdiğine kenetlenir mi

bilinmez.
Tek bilinen
bilinmeyen bir sevdayı
beklediğidir sevgilinin.

Sinem DAĞ

EKİM DERGİ  | 19

Ölmek
Kavuşmak

Ş md

Dengbêjin söylediği içli bir ağıt
zamanın tozunu alırken hatıraların üzerinden

her şeyi gizleyen karanlıkta
aşk uğruna şiirler yazılıyor
ölümün dile getirilemeyen acısıyla

Dayanılmaz bir hüzün çökmüştü
bir avuç toprak almışken gömüldüğün yerden

sen kokuyor bu günlerde
toprağında yeşerttiğim begonvil

dudaklarımda bir ayet; adın.
insan ruhu mevsim geçişi
ölmek, kavuşmak şimdi.

Saçlarında baharı doğurduğuna şahit olmuştum
ince yağmurlarda birlikte ıslanırken

yüreğimize nakşediyorduk her bir çiseyi
içimizdeki yangını bastırsın
yoksa alev alacaktık

bir dizi yasağı yerle bir ederken

Mehmet Ali GÜLDALI

 

EKİM DERGİ  | 20


Click to View FlipBook Version