The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

Ekim Dergi 17. sayı nisan mayıs 2024

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by Ekim Dergi, 2024-04-23 07:00:11

Ekim Dergi Nisan Mayıs 2024

Ekim Dergi 17. sayı nisan mayıs 2024

E KÜLTÜR,K SANAT VE E İ DEBİ M YAT DERGİSİ NİSAN-MAYIS 2024 SAYI 17


Günümüz Rus şairlerinden Stefania Danilova 1994'te Sıktıvkar'da doğdu. Petersburg Üniversitesi'nde filoloji okudu. Birçok kitaba imza atan Danilova, Petersburg'da yaşamaktadır. Rusya’da kültür ve edebiyat çalışmalarını sürdürmekte olup “Всемпоезии” (Herkes İçin Şiirler) sanat merkezinin kurucusudur. Ayrıca Petersburg Yazarlar Birliğinin Yönetim Kurulu üyesidir. Aldığı ödüller arasında: Dementyev, Aksakov, Yesenin, Bashlachyov ödüllerinin yanı sıra Pokrovsky Cathedral Festivali ve Uluslararası Grushinsky Yarışması, Северная звезда (Kuzey Yıldızı), Пушкин и 21 век (Puşkin ve 21.yüzyıl), Д. Рубина ‘Metaverse’ (D. Rubin ‘Metaverse’) ödülleri sayılabilir. Rusya, Yunanistan, Beyaz Rusya, Ukrayna, Hindistan ve Litvanya’da sahneler aldı. Pesn Pesney Karmakarışık ihtar, delal, saçmalıkbiz şarkıların şarkısıyız, o içten itimatlı ve hafiftir bunun saçma olduğunu düşünürdüm yabancısıydım ona şimdi ise eşlik ediyorum sesiyle yükselen her ütünün altından artık her sabah insan olarak uyanmıyorum bazı tomurcuklanmakta olan bir çiçek yukarı süzülen kuş ellerini tutarak tınısal-harmonik bir üst sesçe sarhoş kelimesi uygun mudur ayıkken bilemiyorum; sen okyanus transında bir nehirce akarsın içime koktuğum, toprağa bir kere düşen anılarıdır dünyanın yeni baştan kalkmayan ki sadece bir kez düşerler Pesn Pesney Ahmet Akbayır EKİM DERGİ 1


keskin espriler ve yuvarlanıp düzleşen pürüzsüz köşeler dünyası verilmez dairelerce koşmak için, döngüde zincirler, sigortalar ve prangalar- yerine sadece iki halka taklitle birbirini tekrarlayan ve içerik biçimden önemli hale geldiğinde peşinden koşulmayan şeyler koşarak boynumuza atılırlar. biz şarkıların şarkısıyız o telefonlara yüklenemez tekrarlamaya koyamazsın duymakla, kendin, o olursun. (Çeviri: Ahmet Akbayır) Stefaniya Danilova, “Pesn Pesney” (2023), erişim 07.30.2023, https://stihi.ru/avtor/lostkitten. EKİM DERGİ 2


Modern toplumların yaşam merkezi olan kentler, modern bireylerin dünyaya bakış açılarını belirleyen mekânlardır. Bu doğrultuda kentler, birey ve toplumun bilinçlerini de tasarlamaktadır. Kentin içinde var olmak aynı zamanda mekânın ve insanın yeniden şekillenmesidir. Dikkat edilirse sinemayla ilgili yapılan çalışmalar her zaman bir kentin tezahürüyle içerik kazanmaktadır. Böylece insanlar izlemiş oldukları filmlerde kendi yaşam alanlarını görebildikleri kadar filmle bütünleşip yönetmenlerin vermiş oldukları mesajları daha iyi okuyabilmektedirler. Sinemayı çekici kılan özelliklerin başında yer alan mekânlar çoğu zaman bir filmin unutulan öyküsünün ve karakterlerinin yanında unutulmaz bir yer edinmektedirler. Sinemada mekân anlatıya yön verebilen önemli bir unsurdur. Sinemada mekân bazen yönetmenin söylediklerine bir araç olduğu kadar filmin ideolojik dünyasını anlatan sosyolojik bir araç işlevi de görebilmektedir. Sinemada çok sık kullanılan bir mekân olan kent kavramı, bir mekân olmanın ötesinde filmlerin öyküsel ve dramatiksel yapısının vazgeçilmez bir parçasıdır. Sinemanın konjonktürel gelişimine baktığımızda filmlerin kentsel devinimle eş zamanlı olduğunu görmekteyiz. Sinema ve sinema salonlarının kentsel mekânlarda (kamusal alanlarda) sosyal, politik, ekonomik ve estetik rollere sahip olması kent sosyolojisinde sinemanın önemli bir rolü olduğunu göstermektedir. Sosyolojik araştırmalar yapılırken büyük oranda sinema aracılığıyla kent sosyolojisinin incelenmesi, sinema ve kent ilişkisini ortaya koyan önemli gerçektir. Kent ve sinemanın iç içe olması ve karşılıklı olarak birbirlerini kurgulamaları, kent ve sinema irdelemesini yeniden zorunlu kılmaktadır. Sinema diğer sanat dalları gibi üretildiği mekân ve toplum hakkında bilgiler sunmaktadır. Sinemanın âdeta sosyolojik bir mecra olması uzun vadede gelişen kentsel ve toplumsal değişimler hakkındaki argümanları bizlere izah etmektedir. Günlük yaşamı çeşitli biçimlerde ve farklı anlatımlarla temsil eden sinema, dönemin toplumsal olaylarını yaşanılan mekânı göz önüne alarak iletimlerde bulunur. Kentsel dönüşümle birlikte toplumsal yapıda zuhur eden değişimler sinemaya yansıyan öykü kaynaklarıdır. Değişimle birlikte yaşanan olay ve olgular filmlerde kullanılan karakterlerin, mekânların ve öykülerinde yenilenmesini zorunlu kılmaktadır. Kent ve Sinema Heybet Akdoğan EKİM DERGİ 3


Örneğin Türkiye'de 1950'li yıllarda mahalle ve mahalle dayanışması kültürü üzerine kurgulanan sinema eserleri, kentsel ve toplumsal farklılaşma ile birlikte özellikle 1970’lerden sonra kentlerde apartman yaşamının gelişmesiyle eş zamanlı olarak apartman sakinlerinin yaşamını ve mahalle kültüründen uzaklaşan yaşamları temalaştırmıştır. 1980'li yıllara geldiğimizde ise kent yaşamının arabesk kültürünü konu edinen filmlerle karşılaşmaktayız. Bu rastlantıyla birlikte artık ne mahalle ne de apartman yaşamı söz konusudur. Gelişen yeni bir sosyal tabaka olan gecekondu toplumunun mekânsal ve toplumsal ilişkileri ekranlara yansımaktadır. EKİM DERGİ 4 Sinemanın modern kentlerin tüm sınıfsal eşitsizliklerini ve karmaşık yaşamsal deneyimlerini konu edinmesi, sinemanın hayatın aynası olduğunu kanıtlayan en önemli boyutudur. Sinemanın hayatımızın bir yansıtaçı olduğunu Türkiye sinemasında iz bırakan; "Bizim Mahalle, Kenar Mahalle, Yüz Numaralı Adam" vb. filmlerle, dizilerden bir örnek verecek olursak "Bizimkiler" isimli diziyle anlayabiliriz. Verdiğimiz örneklerle sinema ve kent böylesine iç içe geçmiş bir ayrılmazlık oluştururken sinemanın mekânsal bir sanat dalı olduğunu söylemek daha tutarlı bir görüş olmaktadır. Bu bağlamda sinemaya kentsel mekânların projektörü de diyebiliriz. Hakeza kent ve sinema ilişkisi tematik ve biçimseldir. Sinema ve mekân karmaşası, çeşitlilikleri ve sosyal dinamizmi bakımından sinemayı metropolitan deneyimin önemli bir parçası yapmaktadır. Sinema, kent yaşamını izleyiciye aktarırken aynı zamanda kenti dolaysız olarak sahnelediği için fotoğrafik bir işlev de görmektedir. Bu minvalde sinema var olanı göstermekle kalmayıp mevcut olan üzerinden hayalgücü yardımıyla çeşitlilikler üretmektedir. Her sanat ürünü içinden çıktığı mekânın dokusunu taşır. Bu doku netliği ve saydamlığıyla bir sanat eserine kalıcılık ve kalite kazandırmaktadır. Yaşadığımız kentler bizleri tüm ontolojik yönlerimizle etkilemekte ve şekillendirmektedir. Kentle olan ilişkimiz gündelik deneyimlerimizle, sosyopolitik, ekonomik ve kültürel alanlarla çevrelenmiştir. Bu bakımdan sinema sanatının gelişimi çevrelendiğimiz kent yaşamıyla neredeyse yaşıttır. Bu nedenle sosyologlar çoğu zaman toplumsal yaşamı sinema üzerinden incelemeyi tercih ederler.


Kentin sosyolojik yapısının çözümlenmesinde bir veri olarak referans alınan sinema, bireysel ve toplumsal yaşamın analizinde sinematografik bir temsil görevi üstlenmektedir. Gittikçe multi-disipliner bir çalışma hâline dönüşen kent ve sinema incelemeleri, toplumsal dinamikler ve mekânsal özellikler konusunda önemli bilgiler vermektedir. Sinemada kent bazen beden ve hareketin arka planını ya da fonunu oluşturacak kadar farklı işlevler görebilmektedir. Sinema tarihine dikkatlice baktığımızda en iyi filmlerin genelde mekân duygusunu en iyi işleyen filmler olduğuna şahitlik ederiz. Bundan dolayı kaliteli bir filme en iyi atmosferi sağlayan yine sinemadaki mekân, yani kent ile kurulan ilişkidir. Bu sebeple her filmin konusuna göre kent, duyumsallığı ve dokunsallığıyla yeniden ele alınır ve izleyiciye takdim edilir. EKİM DERGİ 5 Kent ve sinema modern dünyamızın yapı taşlarındandır. Modern toplumun yerleşim düzeni olan kentlerin, sinema için bir başrol oyuncusu kadar önemli olduğunu iddia etmemiz, sinema kurgusunun eylemsiz olamayacağını söylemek kadar doğrudur.


Dirence aç zindanlarda işkence bir ölüm fısıltısı adaletin ipi önümde kolye gibi sallanıyor bu tabureler ayaklarımın uzantısı. Dipçiklerin öptüğü alnım yumruklara gömülen karnım başım saltanat sofrasında soğan benden doğan işkenceye ve acıya talimli doğacak nefessizlik değil beni boğan daralmam esaretin taşmasından içimde özgürlük kının bende hürüm en azından, konulduğum hücre kadar yükseltin gökyüzünü ustalar tutsaklıklar sığmıyor yer açın yanınızda Tanrılar, yer açın zulme özgürlüğü zincirlerle siz bağladınız bana özgürlüğüm çözülme. Özgürlüğün Kını Mustafa Supi EKİM DERGİ 6


yaşam onu hiç içine almadı, o da kenardan, kıyıdan, köşeden yaşamı izledi, dipsiz kuyunun kıyısıydı zaten döner sermayesi, bir nevi nevi şahsına münhasır oyalanma ibadeti, dipsiz kuyuya atılan taşlar tabii ki şeytanlara idi, cennete giden yolların taşlarını böyle döşeyeceğini zannetti, halbuki adı ile müsemma mezar taşının hemen berisinde oturacağı sandalye: ‘‘sanık sandalyesi’’ değil miydi? hiçlikle sınadı Tanrı içten içe koskocaman ruhunu, büyümüş de küçülmüş dedirten bedeni Benjamin Button misali duruyordu, yoklukla doldurulmuş kıyılarda, köşelerde, kenarlarda imtihanıydı bu ahvali, yokluğun dolduruşuna gelip de bir gün olsun boş bırakmadı haletiruhiyesini, varlığın cayır cayır yaktığı da oldu ruhunu, lakin Nuh'un gemisinin oturduğu dağ çizmişti yaşam hududunu, insanın ikinci baharı mıydı bu? sanki ikinci baharda da olunamadı musmutlu, dünya ki yalancı baharların muhakkak ve muvakkat yurdu, seni gidi seni yalancı baharların muvazzaf neferi… içi hiç kaldıramadı yaşamı, varlığın yaktığı ruhundan bir İbrahim olmuştu, İsmail kadar kurban olmaya iştiyaklı ve Hacer kadar yana yakıla gitgelleri olan bir kuldu, en mühim dokunulmazdı artık ruhu, ateş ateş olsa ne yazardı ki, en fazla İbrahim kadar yanar idi, her şeyin vardır bir hikmeti… Hiçlik Yahya Aslan EKİM DERGİ 7


sadece görüntü ve ses verdi, atası olan Adem ve Havva gibi, gerçi ikisi de ona yakın bir surette tecelli etti, tıpatıp hiç olmamışlardı, ya da ete kemiğe bürünen Yunus timsali, sadece görüntü ve ses verdi Allah'a - mış gibi, yüce yaradan alışverişte görsün diye, ucunda cennet var ya işte, ondan öyle, bu yönüyle taş çıkardı konu mankenlerine, Yusuf ile Davut su dökemezdi eline, sağdaki ve soldaki melekler dahi ne yazacağını şaşırdı, sevabı da günahı gibi müphem mi müphem öyle ki, adam sırat cambazı çıktı, iyi mi?.. Azrail'in kucağında uyuyakalan bir bebekti, ölü doğdu, eşkali yoktu, sorsan kendisi mezardaki sanık, yalancı baharların muvazzaf neferi, hikmetinden sual olunmayan kişi, sırat cambazı, ne var ki bu sefer de cennetten değil cehennemden toz olmuş idi, ara ki bulasın şimdi, ölü doğan o bebeği, Tanrı’m affet bizi... EKİM DERGİ 8


Ve kahreden, yaratan ki onlardır, destanımızda yalnız onların maceraları vardır. Nazım Hikmet Proleterlerin Gündüzü Miray Çora EKİM DERGİ 9 1 Mayıs’a sayılı günler kala kendi emeğine yabancılaştırılmış onları; tarihini, sanatını, iletişimini anlatan bir kitaptan konuşacağız. Akademisyen Gamze Yücesan Özdemir’in 2023’te yayımladığı Proleterlerin Gündüzü: Günümüzde İşçi Sınıfı Kültürü ve İletişimi kitabı günümüz emekçi sınıfının gündelik yaşamı içerisinde kültür ve iletişimine odaklanıyor. Gamze Yücesan Özdemir’in akademik çalışmaları işçi sınıfı, emek konuları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu kitap da Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde vermekte olduğu Toplumsal Sınıflar ve İletişim adlı doktora dersine dayanmaktadır. Öyle ki kitabında en büyük teşekkürü işçi sınıfınadır. Kitap öncelikle teorik bir izlek sunuyor, daha sonrasında ise bu izleklerin de adımlarıyla işçi iletişiminden sendikalara, özörgütlülük meselesinden işçi sınıfı sanatına kadar oldukça dolu bir anlatımla ışık yakıyor. Ve bunu yaparken doğrudan sınıf perspektifini kullanıyor. Bu durum kitabı okurken doğru mercekle bakmayı, gerçek olan her şeyi netlikle görebilmeyi sağlıyor. Kitabın içerisinde kaybolurken bizi Orhan Kemal selamlıyor. Orhan Kemal’in insanları işçi sınıfıdır; kitaplarında işçiler konuşur, sevinir, üzülür. Bölüm başlarına yakışan, sayfa köşelerinden sesini duyuran Orhan Kemal’e kitabın fon müziği diyebiliriz. Kitabın sade ve sürükleyici dili içerisinde bu gibi edebi dokunuşlar oldukça ilgi çekicidir. Kitapta Türkiye’de işçi sınıfı tarihi; örneklerle, deneyimlerle, türkülerle ve sloganlarla anlatılmaktadır. Örneğin 60’lı yıllardan yükselen bir sese bakalım:


“İşçi Arkadaş Üstünü Aratma” sloganıyla yükselen bir sesti bu. 15 Temmuz 1968 tarihine kadar birçok işkolunda işe girerken ve çıkarken işçilerin üstleri aranıyordu. Bazı işyerlerinde soyularak yapılan üst arama işlemi, patronun istemediği işçiyi gizlice cebine bir şey koyarak, işçiye tuzak kurarak işten çıkarması gibi olaylara da mahal vermekteydi. “Bu uygulamanın olduğu bir işyeri de Royal Lastik Fabrikası’ydı. Lastik-İş sendikası bir duyuru yayınlayarak işçilerin üstünü aratmamasını söyledi. İşveren bu duyurunun ardından ‘üstünü aratmayan işçiden üç yevmiye kesileceğini ve tekrarında işten atılacağını’ açıkladı. İlk gün üstünü aratmayanlardan üç yevmiye kesinti yapıldı. Takip eden günlerde sendika hukuksal süreçleri kazandı.” EKİM DERGİ 10 Bu örnek deneyim üzerinde de gördüğümüz üzere işçilere asılan hırsız, güvenilmez yaftası sendikal örgütlülük ve kolektif hareket ile çıkarıp atılabilmiştir. “Sen üstünü aratma, gerisini sendikana bırak.” Kitaptaki birçok bölüm içerisinde okurken beni en çok heyecanlandıran “Sınıfın Ürettiği Sanat” bölümüdür. Sendikaların sanatı teşvik etmesi gerektiğini vurgulayan yazar, sanatsal üretimden işçi sınıfının uzaklaştığını anlatıyor. İşçi sınıfının kendini sanatsal yollarla ifade edebilmesinin önemi üzerinde duruyor. Türkiye tarihinde işçi sanatına dair iki önemli deneyime kitapta yer verilmiştir: Biri 1979 yılında Timur Selçuk ile yola çıkan DİSK Korosu, diğeri ise geri dönüşüm işçileri tarafından 2006 yılında çıkarılmaya başlanan Katık dergisi. DİSK Korosu, hem DİSK hem koro olmak üzere 12 Eylül’le birlikte kapatılır; DİSK’in 50. yılında, 2017’de koro tekrar açılır. Katık dergisi ise 2012’de 9. Sayısını çıkarmıştır. Geri dönüşüm işçilerinin sloganı: “Kapitalizmi tarihin çöplüğüne atmayın! Beş para etmiyor!” olmuştur. Bölüm sonunda bu deneyimlerin tarihin tozlu raflarından çıkarılması, bugün ve yarın için deneyim oluşturmasının gerekliliği anlatılmaktadır.


“O halde işçiler ne kadar yoksullaştırılır ve yaşamlarını sürdürebilmek için ne kadar çok çalışmak zorunda bıraktırılırlarsa yaratıcı toplumsal etkinliklerden de o kadar uzak tutulmuş ve yabancılaştırılmış olacaklardır. Bu yabancılaşma istenen bir şeydir şüphesiz.” Kitabın birikimi içerisinde proletarya, tüm gündüzüyle geceye ışık tutuyor. Umudun, çözümün etiyle kemiğiyle işçi sınıfının tam ortasında yer aldığını her adımda hatırlatıyor. 2000’li yıllar itibariyle sınıfın gerçek sorunlarının siyasette alan bulamaması, işçilerin her alanda yalnızlaştırılması kaçınılmaz olarak karamsarlığı beraberinde getirmiştir. Gamze Yücesan Özdemir, kitap boyunca işçi sınıfının deneyimlerini aktarmış; çözümü daima bu deneyimleri tozlu raflardan indirmek, hayal kurmak, hayal ile hayatın bağını kurmak olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Bu bağın işçi sınıfının bilgisine sahip olmakla kurulabileceğini belirtmiş, bu bilgiyi aktarmak için çabalamıştır. Ve bu yazıda kitaba, sınıfa dair bahsettiğim her şeyi özetleyecek şekilde kitabını noktalar: “Ülke emekçilerindir. Öyle olduğu içindir ki er ya da geç işçi sınıfı tekrar güneşin altındaki yerini alacak ve gündüzünü yaşayacaktır.” EKİM DERGİ 11


Pusarık, kırmızı tramvay taşıtı; Tek bir anın iki eş yarısı boyunca geçer akçe. Onca basmakalıplaşmış izlerden antrparantez; İlişti, postalının yitik nişanesi. Camlarda güler yüz bakan Cemaller bir göz erimi kadarcık. Atılmış nice adımların peşi sıra; Ümidi göverten arzunun tüyleri, Gözde büyücek illüstrasyon; Göğüsleyebildikçe ileri, Pes ettikçe sırt yere. İçini Cemaller doldurup uğurladığım kaçıncı geçen tramvay? Oldum olası düşeyazdım, Büğrü yokuşların sapaklık eğrisinde çalyaka. Sanki gönyeli el benzimi verev kesen, Ayyuka çıkan akşamüstü poyrazları. Maatteessüf! Postallarının izini kardım; defaten, Beyoğlu’nun parke taşları arasında. Cemalsizleştirilmiş gelen son tramvay, sesini kadehime tokuşturdu.. Cemaller Oğuz Antelias EKİM DERGİ 12


Şehrin üstündeki renk koyulaştı. Ufukta tatlı bir kızıllık oldu güneş. Akşamın ilk saatleri geliyor, hiç acelesi olmayan deve kervanı gibi… Akşam, başka bir zamana taşıyacak zamanı. Başka bir dünya olacak dünya. Başka insanlar alacak, şimdiki insanların yerini. Ay görünmeye başladı bile. Birazdan gümüş gibi parlatacak denizi. Şehrin en güzel saatleri bunlar. Ben bu saatlerde seviyorum, bir türlü sevemediğim bu şehri… Az önce aceleyle okundu akşam ezanı. Balık pazarında akşamın ilk telaş başladı bile. Alınan balıkların akşam yemeğine yetişmesi lazım. Dükkânlar kapanıyor peş peşe. Çekilen kepenklerin gürültüsü her gürültüyü bastırır oldu. Martıların paydos saati yaklaştı. Simitçi tablalarında kalan son birkaç simit için ağıt vakti. Satılmayan gazetelerin iade çilesi başlayacak birazdan, bütün gazete bayilerinde. Dilenciler çoktan çekildi şehirden. Şehrin fareleridir onlar! İyi bilirler ki; bu telaş içinde kimse kimseye merhamet etmez. Toplu taşıma araçlarında oturacak yer bulmak, şimdi en büyük sorun insanlık adına. Coğrafya bilmeyen vapurlar iki kıta arasında daha hızlı koşturmaya başladı. Bacalarından duman niyetine siyahın en koyu tonları çıkıyor. Yine de bu dumanlar şehrin nefesini kesmeye yetmiyor. Çünkü Boğaz’ın hem poyrazı var, hem de lodosu. Şehrin kolunda bilezik gibi uzanan çift sıra demir raylar, şimdi üstünde daha hızlı kayıyor tramvaylar. Her yer çöp içinde. Ambalaj kâğıtları uçuşuyor güvercinlerin yerine. İnsanlar ne yediyse artıkları her yerde. Bu çılgın tüketim karşısında belediye çalışanları çaresiz. İnsanın eğitimsizi çevre için de çok zararlı. Akşam pazarında alışverişler aceleyle yapılıyor. Her şeyin ucuzu çıktı ortaya. Zabıta yokluğundan işportacılar doğuyor. Şehirde kayıt dışı ekonomi prim yapıyor. Akşam için hazırlık yapan şehirde bunlar yaşanırken bir birahanenin ikinci katında, onca kalabalığın içinde; yalnız, o kadar gürültünün içinde; sessiz, bu kadar telaşın içinde; dalgın, dirseklerim masaya abanmış, ellerim çenemde dışarıdaki şehri seyrediyorum. Her dakika acımasızca artan havadaki nem, bardağımın dışında yoğunlaşıyor. İçindeki bira içilmeyecek kadar ısınmış olsa da ne çıkar? Şehrin en güzel saatleri bunlar. Ben bu saatlerde seviyorum, bir türlü sevemediğim bu şehri. Bir Birahanenin İkinci Katı Ahmet Türkoğlu EKİM DERGİ 13


Yılan ısırığı zehr Kavurucu saman sarılığı. Hayallerimin çobanlığı, Topuklarımın çatlağında gizli. Kusmuk yağışlı geceler. Tanrının migren atakları. Molotoftan kokteyl partileri. Yaşam diye vadedilen, Sıtmalı ölümler Uğrayamadığın Öpemediğin Çocukluğum Tanrının Migren Atakları Meki Ekin EKİM DERGİ 14 Egon Sch ele


“Yavaş sür.” “Yavaş sürüyorum.” “Hala çok hızlısın.” “Yavaş sürüyorum dedim!” Hırslıydı, hem de fazlasıyla. Çok fazla çalışıyordu, vücudu artık onu taşıyamayana kadar. Ve ben bunca sene nedenini tam olarak anlayamadım. Hayatımın neredeyse hiçbir evresinde zorunda olarak çalışmamıştım, bir şeylere yetmek için çaba sarf etmemiştim, benim dünyamda her şey ölçülü ve tamdı. Sadece bana tanrı olmak için çok çalıştığını söylemişti. O an düşündüm tanrı çok çalışarak mı bu noktalara gelmişti ki? Gülünç bir söylem, inançsız insanların soğuk şakalarından işte. Ama ona bunu sormadım, eğer sorsaydım bana nasıl edebiyatçısın sen mübalağadan da mı anlamıyorsun derdi. Doğru nasıl bir edebiyatçıydım ben... bir politikacı için? Argümanlarımdan nefret ederdi, belki de çok duygusal oldukları içindi. Duygusallardı, yapıcı olmaktan uzak, kederli ama bir o kadar da optimist. Ona bir keresinde -benden yine ayrılmaya niyetlenmişti- sana edebiyatçı olarak argüman sunuyorum demiştim o ise ben de bir politikacı olarak, dedi. O günden beri nefret ediyorum politikadan. Soğuk, kindar ve duygudan yoksun. Bir edebiyatçının korkulu rüyası. Şimdi aynı arabada farların bile aydınlatmadığı yolda hız sınırını umursamadan gidiyoruz. Öfkeliydi, huysuzdu. Bir problemi olduğunda her şeyden nefret ederdi, benden bile. Huysuzlanması artık rahatsız etmeyecek derecede beni tepkisizleştirmişti. Başlarda kızıyordum ya da ona şefkatli davranıyordum, şimdi ise susuyorum. Benim yerime de konuşmasına izin vereli çok oldu. Ellerimi birbirine kenetleyip ona baktım. Aslında uzunca birine bakamazdım. Dikkat eksiliği var sende deyip ona bakmam için uyarırdı. Ah ne tatlı uyarmalardı onlar! Şimdi ama ona uzunca bakabiliyordum, soğukluğu iliklerime işleyecek kadar uzun. Onunla hayatımın bir bölümü tiyatro salonundan taşınıp meclis binasında oturmak gibiydi. Bütün koltuklar dolmuş hepsi birbiriyle kavga içindeydi. Ben ise buz kesmiştim, kıpırdayamıyordum. Bağırıyorlar, bahaneler havada uçuşuyordu. Doğru, bahaneler! Onlardan da söz etmeliyim çünkü hayatımızın neredeyse bir bölümünü onlar inşa etti: Farkındalığın bahaneleri. Benim farkındalığımın. Gece Yolculuğu Öykü Karaderili EKİM DERGİ 15


EKİM DERGİ 16 İzin verdiğim bahanelerin meyvesini yedik bir süre sonra ağacın kökünü kurutmaya karar verdim çünkü ağacın kökleri içimdeki her şeyi emmişti, artık ne kendime ne ağaca verecek bir şeyim vardı böylece onları söktüm. Başka yerlere de kök salmasına izin vermedim, biraz bencilimdir. Sinirli sinirli ceplerini karıştırmaya başladığında stres altında olduğunu ve yine ardı arkası kesilmeyen nikotin seansına başlayacağını anladım. Çok sigara içerdi, hem de çok. Ama bulamadı sinirle elini cebinden çıkarırken bir yandan da direksiyonu tutuyordu, uyarmak istedim ama boş verdim en fazla ağaca çarpardık sonra da kimin hatası bu diye kavgaya tutuşurduk ve ben eminim ki özür dilemeye başladığım anda daha da çileden çıkacaktı. Kenetlenmiş ellerimi birbirinden ayırıp o eski püskü mor montunun sağ cebine elimi attım, bu montu sevdiği kadar nefret ediyordum. Cebindeki buruş buruş fişleri bırakıp sadece paketi aldım, içinden bir tane çıkarıp yakmaya yeltendim ama izin vermeden elimden aldı, uzun süredir içmediğimi bildiği içindi sanırım bu izin vermeyiş ya da her şeyi ben hallederim huyu yine baş göstermişti. Yol karanlıktı, biz karanlıktık. Bunlara rağmen geceyi sigaranın bir anlık alevi aydınlatmaya çalıştı ama çabası kısa sürdü. “Aceleni anlamıyorum.” “Acele etmiyorum.” “Hızlı sürüyorsun.” “...” Derin derin iç çekmesinden anladım daha da sinirlendiğini, belki de damarına basan bendim. Bazen okları kendime çevirirsem her şeyin daha kolay hallolacağını düşünürdüm. Kolayı budur ya zaten insan için, kendinde ara ki karşı tarafa olan duyguların körelmesin. Bunu hala düşünüyorum ama azaltma yolundayım, nikotini bırakıp içen insanlarla aynı odada oturmaya devam etmek gibi. Ve her pasif içicinin sonunu yaşayacaktım. Yolculuk ikimizi de sıkmaya başladığında anladım yolun sonuna geldiğimizi. Hayır, varacağımız yere daha varamamıştık ve belki de hiçbir zaman varamayacaktık. Mahpeyker Yönsel


EKİM DERGİ 17 Gideceği yerden bihaber olunca insan yolun uzunluğunu da tahmin edemez. Koltukta kıpırdandıkça montunun hışırtısı kulağımı tırmalıyordu, dayanamadığımı hissettim. Elimi yavaşça direksiyona atıp kendime doğru kırdım. Ne yaptığımı sorgularken bana yönelttiği bütün ithamlar havada uçuşuyordu. Sıkmaktan bembeyaz kesilen parmaklarımı açmaya çalışırken bir yandan da yolu kontrol ediyordu. Elimi çekmemeye kararlıydım, yolculuğu artık sonlandırmam lazımdı. Bu kontrolünü kaybetmiş iki yabancının hayatını bitirmek istiyordum. Direksiyon başında kavga etmeye fazlasıyla odaklanmıştık ki o anda tok bir ses ile irkildik. Bir şeye çarpmıştık. Belki bir tilki ya da geyik, bakmak için arabadan inmemiz gerekiyordu ama ikimizin de öfkesinin üzerine çöken karanlığın altında cesaretimiz yok olmuştu. Sıkı nefeslerimiz maraton koşucusundan halliceydi. Ne onun cesareti vardı bakmaya ne de benim ama ikimiz de suç atmak için can atıyorduk. En sonunda dayanamayıp önce ben indim, cesaretimin kurbanı olacağımı bile bile. İnmeden önce bir dolu senaryo yazmıştım ve hepsinin sonunda çarptığımız hayvan için ağıt yakıyordum. Beklediği ve kaldırabileceği şeyleri görmek ister insan. Ama onu görmeyi beklemiyordum belki de görmeyi hiç istememiştim. Yerde sere serpe yatmış bedeni tanımamak imkansızdı, acaba o da tanımış mıydı? Kafamı çevirdim, gözlerini kocaman açmış cüssesine nazaran küçük bir çocuk gibi korkuyla titriyordu. Onu çok iyi tanıyordu, kendine bakmaya tahammül edemeyen bir adamın yoksun bedeniydi o. Defettiği diğer yarısını bulmuştu sonunda çarptığı bedende. Ve mor montu yine üstündeydi.


Konumlar… noksanlıkta kavuşur mu? Öpüştürelim iki sevgiliyi. Tutkallar… çöplüğü doldurur mu? Öpüştürelim iki sevgiliyi. Rüzgarlar… faşistliği öğrenir mi? Öpüştürelim iki sevgiliyi. Heykeltraşlar… nefeslerini tutar mı? Öpüştürelim iki sevgiliyi. Görünmeyenler… çıplak görünür mü? Öpüştürelim iki sevgiliyi. İki sevgiliyi öpüştürdük! Darağacından batar mı dağarcıklar? Ocağına İncir Dikenler Yasin Mert Özçelik EKİM DERGİ 18


Asırlık bir rüya süregelen gölgesinden Ki Gölgesine sığındığım kollar Güneş kuzeye varmayı unutalı Araya sığınaklar kondurdum buselere teşne Varmış yokmuş masal dilinde kanatlı Ki Uçamıyor sonsuz Bir Pi ekledim yalnızlığa artıklı günlerden Tenin ızdırabı sömürmüş gözleri Ulumalar taşırmış nefsi Ki Heceli iklimler ardından toz bulut Şarkılar donar yüreğin ızgarasında Kökleri üstümüzde yara bere Annesi babasında kilitli ağıt Ki Bağlamsız suretler aşı boyalı evlerde Kazındıkça duvarlar uçsuz bucaksız imgelem Hangi katta takıldık İniyor muyuz çıkıyor muyuz Ki Uykusunda büyüyor bir sebi İrkilmeleri nereden emanet Parmağını emzikleyen Poleni üstünde can çekişen zaman Zeytin Ağacı Uykusu Nurhan Avcı EKİM DERGİ 19


(Öykünün ilk partı 16. sayıda yer almaktadır.) Meheme Amca’nın tozu dumana katan atının nal sesleri uzaklaşırken Bazın Kuyusu’nun olduğu yamaçta, kavun ve karpuzların ekili olduğu tarlada öksüz bir çocuğun sevinç çığlıkları duyuldu: Mısto’ydu o. Meheme Amca gidiyordu; Gavur Anton’a, şehre yani... Yeni ayakkabılar geldiğinde yere bile basmayacaktı alimallah, hele bir gelsindi. Şahabanlı Mirekler gibi fiyakalı takılacak, her olur olmazla konuşmayacaktı artık! Başka bir köyde ırgat olarak çalışan büyük ağabeyi Selim de mektebe yeni başlayan çakır mavisi gözleriyle küçük kardeşi Hüseyin de istese vermeyecekti. Saklayacaktı, günde 10 defa yıkayacaktı, her yıkadığında bir türkü yakacak, yaktığı türküler yoksulluğunu unutturacaktı. Bu neşeyle çaldığı kavalının nağmeleri, Koçer Obası’ndan bile duyuluyordu. Artık günleri sayıyor ve sevincinden ne yapacağını bilemiyordu. Aradan tam 10 gün sonra bir sabah vakti, çakır mavisi gözleriyle kardeşi Hüseyin’in sesi duyuldu: -Mısto! Apé Meheme’yi getiriler koş! -Niye Apé Meheme kendi gelmi ki, onu niye getiriler? -Hastadır diyiler, öli diyiler, yaralidır diyiler! Ne diyeceğini bilemedi Mısto. Kuşlar havada, kaç günlük sevinç yüzünde asılı kaldı. Akrep ile yelkovan kalakaldılar yerinde. Kulağında uğultular… Koşuşturan Amoj’un feryadı duyuluyordu uzaktan. Apo’nun çocukları bağır çağır içindeydi. Umut denen illet can veriyordu! O hengâmede kalabalığa sokuldu ve atlı kalabalığa yanaşmaya çalıştı. Atlılara yaklaştıkça Meheme Amca’nın atı üzerinde bir yana kaykıldığı, sağ eliyle de kanayan sol tarafını tuttuğu gördü. Yanındakilerin yardımıyla attan indirilen ve taşınan Meheme Amca Mısto ile bir anlık göz göze gelmişti. Hemencecik indirdi başını, hicap etti, sıkıldı. Mısto’dan değil kendinden utanıyordu belki de. Şehre varır varmaz daldığı dumanlı, içkili ve mezeli eğlenceler, Naciye ve benzeri karılara yedirdiği arpa buğday parası, beden dibi ayyaşlarıyla geçen günlerin tükettiği paraların utancı da olabilirdi. Meheme Amca’yı getiren adamların konuşmalarından öğrenmişti her şeyi. Apo’nun her gece içtiğini, Pışo Meheme denen kabadayıyla Naciye için tartıştığını, sinirlenen Pışo’nun bıçağını çektiği gibi onu yere serdiğini de. Kuru öksürük nöbetlerinden yeteri kadar çeken, ince hastalığın en incesinin pençesine düşen Apé Meheme, aldığı bu bıçak darbesiyle kan kaybetmeye başlamış, teni de aniden soğumuştu. Gavur Anton Abdülkadir Laloğlu EKİM DERGİ 20


EKİM DERGİ 21 Durumun vahametini anlayan ve olayın yaşandığı gece aynı handa bulunan iki at arabacısı, zabitler gelmeden onu arabalarına bindirmiş ve Meheme Amca’nın mırıltılarından anladığı kadarıyla köyünü öğrenip onu getirmişlerdi. Bağrışlar ve ağlamalar eşliğinde yün döşeğe yatırılan Meheme Amca kan kaybediyordu sürekli. Belki de sonun da sonuna gelmişti artık. Başında biriken kalabalığı bulanık görüyor, ağlama sesleri bir uğultu gibi dolanıyordu beyninde. Tüm köy tarafından soğuk kanlılığıyla bilinen Faki Adem denen molla, başını umutsuz bir şekilde iki yana sallamıştı. Yıkadığı ölü sayısı bini geçen ve durmadan başucunda Kuran okuyan bu adamı bile korkutmaya başlamıştı Meheme Amca. Yarasının ağırlığını hafiflercesine ve kendisinden hiç beklenmeyen bir ses tonuyla: -Mısto! dedi şaşkın bakışlara arasında. Koş var yanına dediler Mısto’ya, başında umutsuzca tüneyenler. Konuş, dediler ak sakallı mollalardan birkaçı. Çömeldiği kapı eşiğinden hızla kalkan Mısto döşeğe doğru yürüdü, yere çömelip sordu: -Geldim Apo, iyisen maşallah iyisen iyisen! -Mısto, hakkını helal edesen -Ne hakkı Apo, olur mu öyle şey? -Ben sözümü tutamadım, affet beni -Estağfurullah Apo, ne affı! -Mısto! Gavur Anton bir yıl önce ölmüştü! Dedikten sonra başı bir yanına düşen Apo’nun gözleri yarı aralıklıydı. Ölüm uğramıştı bir süreliğine. Bağırmalar, isyanlar, Amoj’un saçını başını yolmaları… Uyumsuz bir leke gibi üzerine örtülen beyaz örtüden yarası kanıyordu. Ölmüştü Apo, Gavur Anton da ölmüştü, umutlarda… Olaydan habersiz, köyün tek radyosunun sahibi Resuloğlu Çaçan’ın evinden nağmeler yükseliyordu. TRT türkü istek saatinden bir nağme yükseldi “Sözü ve müziği Muhlis Akarsu’ya ait olan bu Sivas yöresine ait türküyü Ali Ekber Çiçek seslendiriyor: Akşam olur gölge basar Umuduma yeller eser Yokluk iflahımı keser Gurbeti ben mi yarattım?” Mısto’nun gözlerinden iki yıldız kaydı. Kulaklarında uğultuyla karışık bir gürültü; yırtık ayakkabılarına baktı, sonra gökyüzüne, sonra umuduna... Gavur Anton nur içinde uyudu mu hiç bilinmedi ama Meheme Amca uyumadı, sadece öldü. Öldü.


Dipsiz ve kararsız denizin Dalgalarının serin serin öptüğü kayalara Derdini sen diye anlatan bir yalnızın Sabahlara o kumlarda uyanışına Ve sevgisinde hep bir yanılışı Yoksa Yorgunluğundan mıydı bu tanrıya yakarışı? Yalnız Mikail Avcı EKİM DERGİ 22 Şeyma Altunkeser


Falunun Benliği Öykü Karaderili EKİM DERGİ 23 Elindekilerin ne olduğundan emin değil. Koklamak için yaklaştırmak istiyor ama midesinin ne kadar dayanacağından emin değil. Sadece görüntüsünden çıkarmaya çalışmayı seçiyor, daha az mide bulandırıcı. Gözlerinin arka tarafı buğulanmış gibi sadece ellerine odaklanmış durumda. Kırmızı mı yoksa falu kırmızısı mı? En son gittiği kurstaki kadın bu rengin şu sıralar çok tutulduğunu söylemişti. Aslında hiçbir yerde görmemişti belki o da giydiği kazağın ona yakıştığını düşünmeleri için böyle demiştir. Bir yerde İsveçlilerin bu renk ile evlerinin dışını boyadığını okumuş olacaktı, peki neden elleri şu an bu renk? Bir ev boyayamayacak kadar yorgun, İsveç’e de bir o kadar uzak. Anlamamak konusunda ısrarcı, ne kadar geç anlarsa o kadar geç çileden çıkacağını düşünüyor, acıyor kendine. Yoksa bu renk çileden çıkışının habercisi miydi? Sanıyor ki boya eline fazla bulaşmış, parke olarak düşündüğü yere parmak uçlarından damlıyor ama boya bu kadar sıvı olamaz; rengin yoğunluğu gider ve siz boyamaya çalıştıkça sadece zemini görürsünüz. Aynı peşini bırakmayan bu girdabın içi gibi. Gözleri yavaş yavaş ellerinden ayrılıyor; onlara emir veremiyor, elleri onu yönetiyor. Uyanmasını istiyor olmalılar, ağrıyan sırtındaki kaslar onları uyarmış olabilir. Çıkıntılı bir yere yaslanmış olmalı, belki bir kapı pervazı. Beyaz bir pervaz hayal ediyor. Hep pervaza yaslanıp uçan hindibaları uçuşunu izlemek istemişti. Sakin ama bir o kadar da hüzünlü bir rüzgarın önünden geçip işini ustaca yapan bir katil gibi onları kopardığını düşündü, acaba arkasından esen rüzgar bu hayalini gerçekleştirdiğine haber veriyor olabilir miydi? Bu düşünceyi saçma bir o kadar da küstah buluyor, daha geçen ay dairesinin kirasını geç ödediği için azar yemişti. Gözleri parkeyi bir şekilde buluyor ama tanıdık değil. Dairesindeki parke kahveydi fakat bu gri, hiç olmadığı kadar çirkin bir renk bu ama yeni döşenmiş kadar temiz ve parlak. Fark ediyor ki ilerisi o kadar değil. Falu orada da var. Başını iki yana sallıyor, görüntü netleşmiyor. Bir kez daha sallıyor bu sefer düzelecek. Saçları gözüne giriyor ama çekemiyor onları da boyayamaz. Biraz daha bekliyor ve görüntü netleşmeye başlıyor. Bir el var onunki de boyalı. Avucu açık ama parmakları biraz içeriye kıvrılmış. Tırnak arasına kadar boyanmış aynı kendisininki gibi. Elin devamına bakmak istiyor ama gözlerini kaçırıyor, pencereye dönüyor. Güneş pis ve düzensiz binaların arkasından batıyor, pencerenin önündeki kadın izmaritini aşağıya atıyor. Acaba onu ve onun çirkin boyalı ellerini gördü mü? O cesaretsiz gözlerinin ardındaki korkuyu... Hayır, aşağıya atıp gitti ve boyalı iki bedeni baş başa bıraktı. Suçluluk yanı başında durmuş yerleri temizlemeye çalışırken küstahlığı elinden bezi almaya çalışıyordu. Neydi bu böyle? O kimdi ve ikisi neden boyanmış haldeydi? Eğer burnu açık olsaydı belki durumu daha rahat kavrayabilirdi ama iki gün önce grip olmuştu ve en az onun kadar inatçı burnu açılmamak üzere yemin etmişti. Hasta olmadan bir gün önce tanıdık bir sokaktan geçtiğini hatırlıyordu çünkü kiliseye çıkan tek kestirme yol orasıydı. Tanrıdan af dilemeye mi gitse yoksa rahibe içindeki saplantılı olarak adlandırdığı bu düşüncelerden nasıl kurtulacağını mı sorsa bilmiyordu.


EKİM DERGİ 24 Elleri ter içinde kalmıştı düşünmekten, başı dönüyordu. Bir yandan dönmek istiyordu çünkü ne diyeceğinden emin değildi, anlatacağı şeyler onu daha kötü yapabilirdi. Kötü ruh halinin peşinden gelen suçluluk ve küstahlığın arasında geçen tartışma onu yoruyordu ama yine de bir karar verip kilisenin gıcırdayan kapısını araladı. Kimsenin gelmediği günleri çok iyi biliyordu, yalnız kalmak için buradan iyisi var mıydı? Çarmıha gerilmiş İsa’nın acı içindeki bedenine bakarken kendini daha da yalnız hissediyordu, yalnız ve acınası... Ona büyük gelen paltosunun içinde kaybolurken yalnızca onu izliyordu. Başındaki dikenli tacı ona ne kadar yakışıyordu, onun kadar çaresiz duran kendinde ne kadar çirkin olacağını düşündü. Rahip ortalarda yoktu. Yavaş ve boş duvarlara çarpan ayak sesleriyle ona doğru ilerledi. O kadar yavaştı ki sanki zaman sahildeki kum tanelerine bölünmüştü ve elleriyle ne kadar toparlamaya çalışsa da asla bir dakika bile etmeyecekti. Ayakkabılarının küt burunları toz içindeydi, bir an utandı. Daha da acınası hissetti o anda temizlemek için artık çok geçti görmüştür şimdiye diye düşündü, yoluna devam etti. Hedefine vardığında yavaşça dizleri üzerine çöküp ellerini serbest bıraktı. “Yüce Tanrı’nın oğlu, halim kalmadı. Yorgunum, bir hindiba gibiyim göz kırpan her rüzgara, her melteme yenik düşüyorum. Savruluyorum, şu halime bak! Kim ona büyük gelen bir paltonun içinde daha da küçülür? Bir böcekten farkım yok, herkesin iğrendiği o yaratıklardan farkım yok! Bunu ben mi yaptım kendime sevgili ruhumun kurtarıcısı, bunu ben mi kendime layık gördüm yoksa Tanrı mı seçti benim için. Kurtar beni yoksa onu öldüreceğim, onu kendimle boyayacağım. Gözlerini kör edeceğim çünkü daha fazla görmeyi hak etmiyor, bunu yaparken kulaklarını kapatacağım çünkü sevgili ruhumun kurtarıcısı onunla konuşmak isteyeceğim ama o beni duymamalı, duymayı hak etmiyor. Acısını dinlemeyi hak etmiyor!” Gözlerini terk etmiş olan yaşlar görünmez bir yol çizmeye başlamışlardı, onları sinirli bir tavırla silip kuruyan boğazı yüzünden öksürdü. O kadar hiddetli konuşmuştu ki tükürük damlaları yere fırlamıştı. Yansıma ile parlıyorlardı ama o bunu fark etmedi, boynu yukarıya doğru o kadar kalkıktı ki sanki bedeninden ayrılmak üzereydi. Kurtarıcısının önünde küstah bir duruştu. Ellerini birbirine kenetleyip sıktı, kendini cezalandırmaya çalışıyordu ama hayır kendine ceza veremeyecek kadar küçüktü. Sonra hevesle gözleri parladı, küçük bir çocuğun hevesi vardı gözünde. “Bunu yapacağım. Evet, bunu yapacağım.” Beyza Tutku Emen


EKİM DERGİ 25 Acı içinde kıvrandı, yaslandığı yerden kalkmak için bir hamlede bulundu. Ne kadar kendinde olduğu umurunda değildi onun suratını görmek istiyordu. Parmak uçlarında yükselip boyalı ellerinden kuvvet aldı. Bacakları uyuşmuştu, ruhu kadar yorgunlardı. Yavaşça ilerledi, gözleri netliği arıyordu. Bir beden vardı sırtüstü Falu gölüne uzanmıştı, belki de kendini boş bir nehirde hayal ediyordu. Ucu belli ama gitmekten kendini alamadığı bir nehir. Dizlerini yeniden kırdığında acı bir feryat boğazından havaya yükseldi. Başını eğip bedene baktı. O an görüş alanı netleşti böylece acı feryadı yeniden odayı inletti. Gözlerinin yerini kara boşluklar olan bu hareketsiz vücut kendisinden başkası değildi. Korku ve acı göğüs kafesini zorlarken kanlı -boyalı olmadığını artık anlamıştı- elleriyle yüzünü kapatıp boğuk çığlıklar atmaya başladı. Delirmiş miydi yoksa kurtulmuş muydu? Ne yapacağını bilmiyordu. Sanki içinden bir parça kopmuştu, gerilerden gelen ama ruhunu inşa eden bir parça. Midesi bulanmaya başlamıştı, o an burnu açılmış olacaktı ki keskin koku ciğerlerine doldu. Bunun olacağını biliyordu. Korkunç hatalar yapan bu acınası iğrenç benliğini yok etmek istemişti, etti de ama artık yarımdı. Hiçbir şey anlam ifade etmiyordu. Artık hiçti. Daha fazla dayanamayarak doğrulup kapıya koştu, eline aldığı paltosuyla evden çıktı, apartmanın merdivenleri ayaklarının altından kayıp giderken zorla üstüne geçirdi paltosunu. Açık sokak kapısına vardığı an koşmaya başladı. Ciğerleri parçalanıyordu, kemikleri birbirine çarpıyor, durması için onu zorluyorlardı ama bu sefer onları dinleyecek kadar zamanı olduğunu yoktu. Artık kum tanelerinin her biri zamanın ta kendisi olmuşlardı. Koşarken bu sokağın geçen geçtiği kiliseye çıkan kestirme yol olduğunu fark etti. Aynı ağaca dolanmış uçurtma, aynı dükkanlar ve onların soğuk vitrinleri... Bu onu daha da korkutmuştu ve korkusu daha da hızlandırıyor gözyaşları yağmurla beraber karışıp onu ıslatıyordu. Az kalmıştı, daha da hızlandı. Ayakları yardım çığlığı atıyordu, daha fazla onu taşımak istemiyorlardı ki tanıdık kapının önünde tam zamanında durdu. Durup kapıya birkaç saniye baktı ve bu sefer hiç olmadığı kadar hiddetle açtı, kapının acı gıcırtısı kulaklarında yankılandı. Vakti yoktu, dışarısı güvenli değildi kurtarıcısına sığınmalıydı. Ama kapıyı açtığı an kurtarıcısı yerine çarmıha gerilmiş kendisiyle karşılaştı.


Fotoğraflarda kalır yüz mevsimi Virandır kullanılmayan zaman Karanlıklar gölgeleri yutar Garip yabancıdır içine ağlayan Unutulur kapılar, soğur duvarlar Bilinmez arkasında saklananlar Belki bahar vakti geçer önünden Kalbinde kışlayan tüm ölü kuşlar Koşar mevsimler, siyah yaslar küser Ağıtlar geçmişin izlerine basar Gözlerin ılık bir rüyadan uyanır Sevdayla canlanınca gömülü gürültüler Uyanış Burhan Şehit EKİM DERGİ 26


Hayatın size acımadığını anladığınız bir dönem oluyor her zaman. Bu salgın gün geçtikçe ilerliyor. Yalnızlık durumu dramatize etmeye yeterli ve biliyorum ki ölüm durumu stabilize eden tek şey. Delirdin mi? Sorusunun cevabını aramaya başladım diyebilirim. Ya delirdiysem. Bunu asla anlayamayacağım ne yazık ki. Deliler başkalarının da deli olduğunu anlayabiliyor mu acaba? Çok dik bir düzlemin üzerindeyiz. Yörüngemizi belirleyen adımlarımız dengeyi bozmaya başladı. Artık atılan her adım düzlemi değiştiriyor. Yamultuyor hatta. İster ileri doğru kaymaya başlayın ister geri doğru. Değişen bir şey olmadığını biliyorum. En sonunda düzlem kaybolur. Yörünge dikleşir. Bizler de tutunmaya çalışırız. Ne olursa olsun daha az bu sona dayandığım için kimse beni yargılayamaz. Karmaşık Dorukhan Akyol EKİM DERGİ 27 Hislerim her zaman karmaşık bir belirginliği yansıtıyor. Gizli kalmaya özen göstermek bizi korkak yapmıyor. Ama farklı gözlerden şöyle bir bakınca işin içinden çıkamıyor insan. Hatayı yapan bizler miyiz yoksa hatalar bizi bir araya mı getiriyor, bilmiyorum. İçimdeki kanı biriktiriyorum. Bu yarayı saklıyorum. Hastalığım ilerlemeye başladı. Yeni tanıştığım yaşlı bir adam bana çok içine atıyorsun o yüzden sana sürekli laf atıyorum demişti. Hayal kırıklığına uğradım. Kendi özel alanımdan çıkmak istemiyorum. Saklayarak ve gizleyerek acılarıma sahip çıkıyorum. Belki bencilliğim burada başlıyor belki de her şey buradan başlıyor. Kaderimiz bizimle aynı kaderi paylaşmıyor. Bu dünyada farklı bir düzen var. Yalan söylemek de tanrıya ait. Bir resim çizmeyi bile bilmiyorum. Düşünmek kimi zaman özgürlüğümüzü kısıtlayan şey. Daha yüzeysel kalıyorum kendi içimde bile. Kübra Akakçe


Gökyüzünde görülen herhangi bir yıldızın aslında birkaç yüz ışık yılı uzakta olduğu gerçeği düşünüldüğünde, görülen görüntünün birkaç yüz ışık yılı geçmişe ait olduğunun ve aslında görüntünün ulaştığı, içinde bulunulan zaman diliminde o yıldızın hâlâ orada olup olmadığının bilinemediği gerçeğiyle yüzleşilir. Zaman kavramı somut objelerde dahi bu yanılsamaya neden olurken soyut olan duygularda da buna benzer hatta daha vahim yanılsalamalara neden olur. Biriyle tanışıldığında o kişi mi görülür yoksa zihinde yıldızlarda olduğu gibi geçmişten gelen tecrübelerin oluşturduğu ideal kişi mi? İnsan, karşısında duran kişinin özünü bilmeden, zihninde canlandırdığı kişi olarak görerek zihninin kendisini yanıltmasına izin mi verir? Durum böyleyse insan karşısındaki kişinin içinde yaşadığı zaman diliminde orada olup olmadığını bilmeyerek tüm hayatını yanılarak geçirir. Yanılsama Fatih Akar EKİM DERGİ 28 Baran Düzgün


Sığınmak gerek bir boşluğa Adanmışlıkla yerçekimsiz Bir ihtimal olan her yerde. Terk etmeli buraları, Karanlıklarda gezinmeli. Bilincin kavuşamadığı, Yerlere göçüp gidilmeli. Ardına bakılmamalı, Geleceğin olma ihtimali, Olmamalı. Varlığın varoluşu bedenden, Hepten silinmeli tüm hâliyle. Susamlı kelimelere inat, Sevinçlere inat üzülmeli, Zulümlere inat son kahkahalar atılmalı Sonra bırakılmalı tüm kahkahalar Dipsiz bir kuyunun kuytusunda. Yorulmuş bedenlere fırsat verilmemeli, düşten örülmüş, Sıcak yataklarda donan cesetlere rastlanmalı, Soğuğa esir düşmüş bir beden ihtimali bırakılmamalı, Ne varsa ne yoksa boşluğun içinde kıvranan dalgalara asılmalı. Tüm ihtişamıyla bir duman hali yeryüzüne düş olup, Her yere yayılmalı. Düş Misali Mahmut Yalgettekin EKİM DERGİ 29


Özgürlüğümüzün sınırlarını belirlemeye çalışmadan önce varlığımızın temellerini incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Uçsuz bucaksız bu konuyu birkaç sayfaya sığdırmaya çalışarak elbette. Belli başlı klişelerden başlayacak olursak doğduğumuz coğrafya, belirli bir il, anne babalarımız, kardeşlerimiz ve hatta akrabalarımız, zannediyorum ki genetik kodlarımız, ilerleyen dönemlerde yaşadığımız iyi ve kötü tecrübelerimiz... Bu noktadan baktığımızda bir karakter oluşturmak kısmi olarak mümkün görünse dahi bir davranış düzeni oturtmak imkânsız görünüyor. Ki bir davranış düzeni oturtmuş olsak bile yaşamadığımız onca şey varken olasılıklar evrenini düşlemek zorunda kalırız. Orta gelirli bir ailenin ortalama iyilikte bir bireyi olduğumuzu varsayalım ki çoğunluğa hitap edebilelim. Belirli bir dürtüsellik ile hareketlerimizin çoğunu tahmin edebiliriz fakat “Ben bunu asla yapmazdım.” ya da “Ben bunu kesinlikle yapardım.” gibi cümleler kurmak biraz bol keseden atmak gibi geliyor. Kesinlikle katliam yapmazsın, kesinlikle “bunu” saklamazsın değil mi? Her şeyi legalize edebileceğimizi iddia etmiyorum elbette. Toplumun bir düzeni olmalı fakat bir durumun içinde bulunmadan hareketlerimizi öngöremeyeceğimizi savunuyorum. Bu durumu çoğumuz yaşamışızdır fakat yine de yargıda bulunmaktan kaçınmıyoruz sanırım. Özgürlüğe Dair Zeynep Ayan EKİM DERGİ 30 Özgürlük noktasına geldiğimizde ise düşüncelerimizde ya da hareketlerimizde mutlak bir özgürlük iddiasında bulunmak bana doğru hissettirmiyor. Fakat bu kaderci bir yaklaşım değil, büyük ve görünmez bir elin bizi bir noktadan diğerine taşımasından bahsetmiyorum. Hareketlerimize yön veren şeyin düşünce sistemimiz ve deneyimlerimiz olduğunu düşünüyorum. Ve bu etmenleri yüzdelik bir çoğunlukla kendimiz belirleyemiyoruz. Bir başkası da belirliyor değil aslında. Her birimiz kendimizi oluşturmaya çalışırken doğduğumuz yerin, ailenin, çevrenin izlerini taşıyoruz. Biz onlar değiliz fakat bir parçası olduğumuzu da kabullenmemiz gerekiyor. Meryem Bağcı


Ve bu süreç asla durmak bilmiyor. Mütemadiyen bir değişim içerisindeyiz. Büyük ya da küçük fark etmeksizin. Sen bir şeyi yapabiliyorsan ve ben yapamıyorsam belki de gerekli hayat tecrübesine sahip değilimdir sadece. Yıllar geçtikçe birbirimize yakınsayabiliriz ya da tam tersi bir yönde ilerleyebiliriz. Beni anlamak için biraz daha zaman tanıyabilirsin. Tercih, belli alternatifler arasından yaptığımız seçimlerden ibarettir. Sonsuz insan havuzu arasından seçtiğimiz bir partner ya da dost söz konusu değildir. Burada sonsuz insan havuzuyla aramıza giren şey mesafeler ya da romantik imkânsızlıklar değildir. Karşı binamızda yaşayan olası bir kişi de havuza dâhil olmayabilir. Zannediyorum ki biz insanlar tamamlanmamış işlerden pek memnun olmuyoruz. Bu sebeple çözülememiş sorunlarımızı hangi şekilde çözebileceksek, elde edemediğimiz mutluluklar veya arzuları nerede elde edebileceksek, bazen bize iyi gelmese dahi tüm bunlara ulaşabileceğimiz yolu “tercih” ediyoruz. Belli ki çok daha kolay olsa bile karşı binadaki kişiye kaptıramadık kendimizi. Kaptırıyorsak da başkası neden bu kadar zor bir yolu tercih etti diye hayıflanmamalıyız. Tekrar belirtiyorum ki her durumu legalize edemeyiz. Ama yine de kısmi özgürlüklerimizin olduğu bir hayatta bunca karşıtlığa gerek olmadığını düşünüyorum. Bu doğrultuda iyilik, kötülük ya da tercih edilirse günah, sevap olarak adlandırdığımız eylemlerimizden bazı zamanlarda kısmi oranlarda sorumlu olabiliriz. Küçük parçadan bütüne ya da bütünden küçük parçaya ulaştığımızda, her iki yolda da aynı sonuca ulaşırız ki bu da birçok dış etmendir. Tam anlamıyla hiçlik noktasından başlayarak başarıya ulaşan insanların muazzam hikâyesinin temel başlangıcı belki de gerçekten hiçlik noktasından başlamalarıdır. İyi başlangıçlar düşmanımız olmadığı gibi her daim dostumuz da değildir. Nihayetinde kendine fazla yüklenme sevgili okur. Her şey senin elinde değil ve olsaydı dahi daha iyisini başaramayabilirdin. Nereden bilebilirsin? Düşlemek zorunda kalırsın olasılıklar evrenini. EKİM DERGİ 31


EKİM DERGİ K Ü L T Ü R , S A N A T V E E D E B İ Y A T GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN YAZI- ŞİİR- ÇİZİM - FOTOĞRAF GÖNDERİMLERİNİZ İÇİN [email protected] @ekimdergi @ekimdergi [email protected] ekimdergi.com


Click to View FlipBook Version