The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by Ekim Dergi, 2023-06-15 14:45:58

Ekim Dergi Haziran Temmuz 2023

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

E K İ M H A Z İ R A N - T EMMU Z 2 0 2 3 | S A Y I 1 2 Latihan Bozdemir - Suay Arsev Işlakca - Atılım Kozmonot - Miray Çora Baran Düzgün - Dilara Işık - Ayhan Aslan - Yasin Mert Özçelik Mustafa Oral - Sümeyra Uğur - Yağmur Dündar - Cem Alan - Helin Durmaz İki Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi


Mavi bir uyanıştır şimdi bütün sabahlar Konar gözlerimize kocaman kelebekler. Güneşin huzurunda yüreklerimiz kaynar; Yükselir semalara görülmemiş çiçekler. Takarız ağaçların saçlarına kuşları, Ebemkuşaklarının boyanırız rengine. Ebediyen solmayız, soldurmayız baharı Mutluluğun pür neşe uyarız ahengine. Yaşamak bir alevdir; sönmemeye yeminli Orman olur insana Tanrı'nın yeşil eli. Bugün her gülümseyiş, kahve sıcaklığında. Nurdan salıncaklarda sallanırız durmadan Anaç bir ürpermenin şefkatli kucağında Flüt dinleriz Pan'dan, flüt dinleriz Pan'dan. BİR YAZ SONESİ L a ti h a n B o z d e m ir EKİM DERGİ 1 Salvador Dali, Dalinae Viola Cogitans


Hiç Kimsenin Çocuğu adlı eser, Marie Balter ile Richard Katz tarafından ortaya çıkan bir romandır. Roman tadında okunan bu eser aslında Marie Balter’e ait biyografidir. Ancak anlatıcı birinci kişi olarak Richard Katz tarafından anlatılıyor. Richard Katz, Marie’nin hayat hikayesini dinleyen, onun yanında olan, çalışmalarını destekleyen en yakın arkadaşıdır. 1982 senesinde Harvard'da tanışırlar. Marie’nin hikayesini dinledikten sonra yaşamının birçok kişiye umut olacağını düşünür. Hayatını yazma konusunda Marie’yi cesaretlendirir. TIRTILDAN KELEBEĞE EKİM DERGİ S u a y A r s e v I ş l a k c a 2 Hayykitap tarafından 2022 yılında basılmıştır. İki yüz sekiz sayfadan oluşan çeviri bir eserdir. Roman Richard Katz’ın önsözüyle başlar. Önsözde Marie hakkında bilgilendirme yapan Richard, nasıl tanıştıkları hakkında okura bilgilendirir. Samimi anlatımı, eserin önsözünden itibaren hissederiz. Marie; akıl hastalığıyla 20 yıl mücadele eden, cesareti umudu ve maneviyatıyla yeni bir kimlik edinen bir insandır. Eserin ortaya çıkmasında asıl amaç akıl hastaların iyileşebileceğine dair umut olmaktır. Hatta sağlığına kavuşup sosyal hayatın içerisine dahil olabilecekleri konusunda onları yüreklendirmektir. Marie Kim? İnsan doğduğu aileyle hayata bir başlangıç yapıyor. Marie, aile anlamında yaşama bir sıfır yenik başlıyor. Alkolik bir annenin yokluk içinde dünyaya getirdiği evlilik dışı üçüncü çocuğu olarak doğuyor. Bu çocuğa annesi Patrika adını veriyor. Ailesi geçimini sağlayamayacak kadar zor durumdadır. Annesi yemek bulmak için kapı kapı dolaşır. Bu zorlu yaşam Patrika beş yaşına geldiğinde daha da zorlaşır. Atılım Kozmonot


Annesi bir açıklama yapmadan Patrika’yı bir çocuk yurduna bırakır. Üç kardeşinin içinde sadece onu bırakan annesine karşı çok kırgındır. Çünkü ailesiz kalmak annesi tarafından terk edilmek Patrika’yı oldukça sarsıyor. Patrika Marie Oluyor Bir yıl sonra bu güzel kız çocuğu İtalyan göçmeni kuralcı disiplini bir aileye evlat olarak verilir. Evlat edinen aile Patrika’ya artık adının Marie olacağını söyler. Küçük kız için isminin değişmesi oldukça travmatiktir. Marie için sadece ismi değişmemiştir. Hayatı da değişmiştir. Kuralların ağır olduğu bir aile ortamıyla tanışmaya başlamıştır. Marie için aile güven ve korunmanın yanı sıra korkunun ağır hissedildiği bir yere dönüşür. Kızın yaptığı ufak hatalar, cezalarla bir işkenceye dönüşür. Üvey baba balıkçılıkla ilgilenen, akşam olduğunda alkolle kaba birine dönüşür. Maddi olarak sıkıntı yaşamayan aile, çevreye her şeyin yolunda olduğunu göstermek için Marie’ye güzel kıyafetler ve oyuncaklar alırlardı. Marie Akıl Hastası Marie on yedi yaşına geldiğinde sıkıntıları artmaya başlar. İçe kapanmaya başlar. Ağır bir depresyona girdiği anlaşılır. Bu süreçte halüsinasyonlar görmeye başlar. Kısmi felç geçirince hastaneye yatırılır. Doktorlar Marie'de görülen belirtilerin sonucunda şizofren olduğuna karar verirler. Marie tedavi olması için hastaneden Kale adı verilen akıl hastalıklarının tedavi edildiği başka bir hastaneye sevk edilir. Bundan sonraki süreçte Marie Kale’ye iyice bağımlı hale gelir. Dönem dönem hastalığı şiddetlenir. Kendini yatağa hapseden Marie bir süre sonra yemek yemeyi keser. Sık sık intihar etmeyi düşünür, yataktan çıkamaz. Yürümeyi unutur. Eğer hemşireler yardım etmezse yemek yiyemez. Bu durum doktorları korkutmaya başlar. EKİM DERGİ 3 Marie umutsuzluğun zirvesindedir. Çünkü Marie Kale’den gitmek istemez. İyileşmekten korkar. Dışarıda onu seven kimse yoktur. Kendine güvenemez. Otuzlu yaşlarına geldiğinde Marie, çevresini daha dikkatli izlemeye başlar ve içinde bir umut oluşur. Yataktan kurtulmak ister. Azimle yürümeye başlar, yemek için kendini zorlar. Bu gelişmeler doktorlar içinde bir umut olur. Marie Şizofren Değil! Marie otuz dört yaşına geldiğinde ağır bir depresyondan çıktığını doktorlara kanıtlar. Doktorlar şizofren konusunda yanıldıklarını belirtip tanıyı değiştirirler.


Sağlık görevlileri Marie'nin kendine dışarıda bir hayat kuracağına inanırlar ve onu cesaretlendirirler. Marie önce bir işe girerek yaşama tutunmaya başlar. Maddi zorluklar yaşasa da yılmaz. En büyük hayali olan üniversite sınavlarına girer ve kazanır. Hayatının tamamlayıcısı erkek arkadaşıyla tanışır ve bir evlilik yapar. Her şey yoluna girdiği anda Marie kanser olduğunu öğrenir. Kısa süreli bir iç sıkıntısı yaşasa da artık hayatta kaybetmeyeceğini ve bu hastalığı da yeneceğine dair umutlarını diri tutar ve pes etmez. Tedavi sürecinde okuluna gider, sınavlarına girer. Üniversite eğitimini tamamlarken hastalıktan da kurtulur. Marie ve Azmi Hayatına dokunan yakınlarını kaybetmeye başlayan Marie hayata öyle bağlıdır ki güçlü durmaya devam eder. Elli sekiz yaşına geldiğinde on yedi yılını geçirdiği akıl hastanesine yönetici olarak atanır. Marie nasıl iyileştiğini ve bu kadar güçlü kalabildiğini çevresine şöyle anlatır. “Ben affettim; beni üzenleri, terk edenleri, zarar verenleri affettim. Affetmeseydim iyileşemezdim.” der. Bu eser, her bedene her nefese umut ışığı yakar. Yeter ki mücadele etmeyi hiçbir zaman bırakmamak gerekir. Eserin her bölümünde insan hayatı için satır aralarına yerleşmiş tecrübeler bulunmaktadır. Her zaman kelebek olmak cesaret ister. EKİM DERGİ 4


Fırtınalar defterinden okunur Sayılır kemikleri yağmurun Sığınamazsın güneşe asırlar kala Yarınlar düşer toprağına Ekim gelir yalnız kalamazsın Bölüşür yılları bozulur düzen Delik ceplerinde metanet Onurun eksilmez düşlerinden Yaftalara baş eğmez direnir saatlere Sesi duyulur zamanın ve yelkovanlar aramızda Yüzlerce kuştur omuzlarında kavga Böyle meteliksiz bir gecede Çıkıp gidemez adın İzin kalır bu meydanda Duyulur sesin YELKOVANLAR ARASINDA Mir a y Ç o r a EKİM DERGİ 5 Baran Düzgün


Göç Yolculuklarının Yazarı: Amin Maalouf Çeşitli sebeplerden ötürü seyahat etmek üzerine kurulu bir hayatınız olsaydı kendinize İbn-i Battuta’yı örnek alarak yaşamınızı kaleme alır mıydınız? Eğer bahsedeceğimiz kişi Afrikalı Leo ise cevabımız, evet. Leo, yaşadığı yerin işgalinden ötürü önce zorunlu bir göçe maruz kalarak seyahat etmek zorunda kalsa da daha sonra elçilik, devlet adamlığı gibi önemli mevkilere bu yaptığı seyahatler neticesinde geliyor. Her gittiği yerde farklı kültürlerle, geleneklerle küçük yaşta tanışmaya başlayan bu çocuk yollara kırk yılını veriyor. Öyle ki Granada, Fas, Kahire ve Roma’da kendisine yepyeni hayatlar kurarak farklı kimlikler ile karşımıza çıkıyor. Muhammed’in oğlu Hasan olarak başladığı yolculuğuna Roma’da papa tarafından verilen Leo ismiyle devam ediyor. Bir ömür, dört farklı kişi... BİR SEYYAH ROMANI: AFRİKALI LEO EKİM DERGİ D i l a r a I ş ı k 6 Leo; bir kurmacanın ötesinde, bir kitap karakterinin çok ötesinde. Hepimizin hayatından bir şeyler bulabileceği… Yazar Maalouf da bunu fark etmiş olacak ki gerçek gezi yazısı derlemelerini usta kalemiyle birleştirerek biz okuyuculara sunuyor. Satır aralarında almış olduğumuz mesajlarda yazar, Leo’nun okuyucuya geçecek bir karakter olduğundan gayet emin. Kitabın içerisinde Alice’in ağaç kovuğuna daldığı gibi her bölümde bambaşka hayatlara dalıyoruz. Sadece yanımızda bir tavşan değil, bir seyyah var. Örneğin Leo ile birlikte saray yaptıracak kadar zengin de oluyoruz, Roma sarayına köle olarak satılacak kadar fakir de oluyoruz. Yaşamın zıtlıkları bu şehirler ve ülkeler üzerinden böylece gözler önüne seriliyor. Tek fark yazar bunu bir gezi-tarih romanı aracılığı ile gerçekleştiriyor. İnsan yaşamı da böyle değil midir? Zıtlıklar ve karmaşalar, gerçekler ve düşler, dostlar ve düşmanlar...


Hasan belki de çoğu insan gibi sıradan bir hayata sahip olduğunu, doğduğu topraklarda yaşamına devam edeceğini düşünürken kader ona hayal edebileceğinden fazla bir yaşam sundu. Tam zamanlı seyyah, yarı zamanlı elçi, yer yer bedevi... Aslında herkes biraz biraz Hasan’dan izler taşır. Hasan iç yolculuğunu Afrika kıtasında çöllerde deve üzerinde eşkıyalardan kaçarak tamamladı; oysaki şehrin kuru gürültüsünde, egzoz dumanları arasında, koca kalabalığın içinde günde kaç Hasan yanımızdan geçip gidiyor, kim bilir? Bu yolculuğun sonu elbet bir varış yeri değil, yolda olmak bir süreçten ibaret. Bir durak yeri veyahut bir bitiş çizgisinde elinde bayrak tutarak bizi bekleyen bir koç da yok. Sadece ve sadece bizim yaptığımız planların dışında hesaba katmadığımız kader, kuytu köşede bir yerlerde bize gülmekte olabiliyor. Ama unutmadan ekleyelim, tüm bu ihtimallere rağmen herkes kendi yaşamının seyyahıdır ve acı da olsa kader, hep son sözleri söylemekle meşhurdur. Yolların oğlu: Afrikalı Leo Hasan: “Ben Hasan, Tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu, ben Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papazın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum ama Afrikalı değilim. Avrupalı da Arabistanlı da değilim. Bana Granadalı, Faslı, Zeyyatlı da derler ama ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim. Yolların oğluyum ben, ülkem kervan, yaşamımsa yolculukların en beklenmedik olanı.” EKİM DERGİ 7


Önünü görmek, Ve geleceğe Daha emin adımlarla yürümek; Arzusundan alınan yetkiye dayanarak Baş, her çıkarılışında Sanki aykırı seda linçi Şart salgısının Değişmez klişesi gibi Bir çekiç darbesiyle müşerref olacaksa? İlla ki en güvenilir yer, Kum olsa gerek; Devekuşu mantığınca. Maksadı unutup Sebilhane bardağı gibi yan yana dizilmek, Eyyamgüder koyun olmak kolay. Dile pelesenk eylenen -Sürüden ayrılanı kurt kapar.- Bellendikten sonra Sabah bir karanlık doğar. Akşama kadar. Gece, zaten karanlık. Ümitler, -Böyle gelmiş böyle gider.- Vurdumduymazlığı marifetiyle O karanlığa mahkum. Erketeye yatmış Kimliği belirsiz karabasanlar. Ansızın baskın yemek, gayet normal. Geçmiş karanlık, Gelecek karanlık. EKİM DERGİ KARANLIK A y h a n A s l a n 8 Hieronymus Bosch, The Hell


Sokaklarına vurulan kırbaçların Anlamlarıyla yanıp tutuşan Çocuğun geçmişindeki Acı acı acı! Sipariş etmedi ki bunları Uzak kaldı dünya siper hattı Kendisini çekti, Yal-p-palayacağından korktu. Korkmak bile başlıca korkunç bir eylem! Bunu kendisine yapmasının manasını tartıştı İnsan. Ona gelmedi, yetemedi Ve yetemeyecek Yaşayacaklarının bedeli. Yoksa yaptıklarında haberi de yok Kendi topuğunamı sıkıyor Başkasının düşleriyle mi oynuyor Bilemeyecek. Ah ne garibanca! EKİM DERGİ SOKAKLARDAKİ AĞRININ KIRBAÇLANIŞI Y a s i n Me rt Ö z ç e l i k 9


Siyahlara bürünmüş yalnızlığı bir gece vakti tanıdım. Taş kesilmiş ağırlaşmış bedeni, duvarları pulludur. Simasına tesir eden yaşam çizgilerinde dans eden kadın, Nefesimizi kesen bakışlarıyla seyirciyi süzüyor. Nerede olduğunu bilmeyen insanların arasında yeniden doğmak, Sınırları çizilmiş dünyaya, hiç tanışmadığın annenin karnından sızmak, Ve uyanmak eskisi gibi, ninnilerinden arasından ağıt olup çıkmak, Biliyorum, bu pullu duvarların arasında zulüm bile sonsuz değil. Penceresi olmayan duvarlar, perdelerin arkasına saklanır. Güneşten korunur insanlık, öper tüm ihtişamıyla geçmişi. Kendiliğinden gelen duygular bir kalem ihtirasa dayanır. Çetele tutulan betonların arasında pullu duvardır mazisi. Artık bir nefeslik duygular dört duvar arasında sırdır. Buğulu gerçekliklerin ardına saklanan bir satırdır. Açığa vurulamayan pullar düğümlenirken teker teker En görkemli kalemiyle kendini bir çırpıda duvarlara yazdırır. DUVARLARIM PULLUDUR M u s t a f a O r a l EKİM DERGİ 10


BABA Tıpkı Tanrı’nın, yeryüzünü, hikayesi yazgısında gizli insanlarla dolu kütüphaneye çevirip yarattığı kitaplığa gururla bakması gibi bir duyguya mahkum Baba. Hikayenin yaratıcısı. Kadının kendi babası tarafından yarım bırakılmış hikayesinin toplum yardımıyla bitirilme çabasına ek olarak çocukların baştan yazılacak hikayeleri var. Gözünde büyüyor bazen evet. Ama yaparım diyor, “Kahramanlar benim. Onlara istediğim özellikleri verebilirim. Dilediğim kadar güldürüp ağlatabilirim. Zamanı geldiğini düşündüğümde hikayemin dışına atabilirim. Kahramanlar benim.” Kadının hayat belirtisi harekete geçerse, yol alırsa kapının dışına doğru! Sakinleştiriyor kendini. Bir yolunu bulurum diyor, kahramanlar benim. Mutluluk anlarından birinde ani bir ses, karanlık bir gölge bulurum onlara, kesmesini bilirim önünü. Önce bir ev yapmalı. İçinde yaşayanları kimsenin göremeyeceği kadar yüksek olmalı. Şekillendirirken eksik ve kusurlu yanlarına müdahale edilmemeli. Kusurda büyüyen çiçekler gibi solgun, kokusu ekşi. Bazen üzdüğü, ağlattığı kahramanlar olacak. Kimse teselliye gelemeyecek, kimse çıkış yolu gösteremeyecek. Duvarları kalın olmalı. Bazen çocukların cıvıltısı annenin kahkahasına karışacak; yükselen mutluluk içeride kalmalı. Dışarı taşma ihtimali olan sesler yüzünden sürekli gergin baba. Gerginlikle açtığı ağzından tükürükle karışık gelecek solduran umutsuzluk yayılmalı. Ah ne büyük hayal! Ne büyük düzen safsatası! Çocuklar orta sınıf bir garabetin ortasında, oyun kurma yetisi çoktan ellerinden alınmış, uyuşmuş kafalarıyla, aval aval büyüyen bedenlerini şişirmekle meşguller. Ara ara doğaları gereği birkaç soru soracak olsalar hemen çekilir sesleri. Yıllar sonra yazdığı hikayeden taşacak çocukların çığlıklarından habersiz Baba. Annenin halının altına süpürdüğü her çocuk itirazı kurtlanacak orada; kokuşacak, önce halıyı sonra da hepsinin içini küfle dolduracak. Kahramanlar kendilerini yaratacak. Her romancı gibi Baba da kibirden göremediği yılların kokusuna karşı maskeli şimdilik. Anne, kendisine verilen özelliklerin rollerini harfiyle yerine getiriyor gibi. Sadece öyle görünüyor çünkü gün geçtikçe annenin içinde ‘tıpkı kaldırımların aralıklarından çıkan otlar’ gibi çıkmaya başlamış hayat çiçekleri var; anne de korkuyor, en çok da pembe olandan. Görmezden geliyor bir süre, koparıp atsa kıyamıyor; atmasa başına iş açacak. Aşka benziyor; umarız ki değildir, toplumca bağırtı halindeyiz. Umarız değildir! Çünkü aşksa eğer o pembelik, o kalın duvarları, kof perdeleri aşarak sızan o ışık, umarız değildir! Sayfaların rengi değişecek. Kelimeler, harfler okunmaz olacak…Babadan daha tedirgin Anne, şimdi ne olacak? Romancı saçlarına kahverengi demişti oysa saçları sarardı kadının; bir paket yetmediyse de biraz uğraştıysa da değdi gibi. Evde salınışı değişti, aldığı birkaç kiloyu beğendi; diyet listesini yırttı attı buzdolabından. S ü m e y r a U ğ u r EKİM DERGİ 11


EKİM DERGİ 12 Memeleri daha dik, kalçaları daha geniş, kokusu terden çiçek çiçek. Çocukların bağırtıları önceden tırmalarken içini, şimdi duymuyor bile. Farkında mı? Aynada görüyor kendini, farkında. Omuzlarına saldığı saçlarını hızla topluyor. En çok korktuğu cümleyi görüyor aynada: “Sende bir değişiklik var.” Evin dağınıklığı, düzensizliği batmıyor gözüne. Düzenin karanlığını sapsarı bir ışıkla aydınlatan yeni duygusuyla sarmalanmış Anne. Anne mi yoksa kadın mı demeli? Hangisine daha çok yakışıyor isyanı beraberinde getiren mevsimsiz bahar? Hangisine daha çok kızılmalı? Kaç sene göz hapsinde tutulmalı? Ev; küçük bir kazak söküğünde kıyametleri koparan annenin sesinde gizli yaşanmamışlıklar silsilesi. Eugene Henri Paul Gauguin, When Will You Marry Baba’nın hor sesiyle toparlanıveren oyuncakların, minderlerin ve cümle eşyanın hakimiyeti var her noktasında. Eşyalar yaşıyor evde. Doğanın sıcağı, soğuğu, nefesi girmesin diye sıralanan camların alaycılığı var her yerde. Pencereler gülüyorlar ‘aileye’. Her odanın bir kapısı var; içeri giren kimsenin çekip yerleştirince yerine, kendini gerçekten farklı sandığı. Kapının kapanma sesi ona başkalık hissi veriyor. Burası bana ait hissi, odadaki toz zerrecikleri dahi gülüyorlar buna. Bu zavallının yalıtılmışlığına duyduğu gurur şok edici. O arada Baba da gülüyor, ne zamanı durdurabiliyor ne ev halkının zıvanadan çıkıp kendi hikayelerine akmalarını. Gülüşü değişiyor. Önce üzüntüye, sonra öfkeye evrilen duygu taneleri birleşip havada bir top dalgası gibi evde dolaşmaya başlıyor. Tek tek kapılar çalınıyor, toplanılıyor; herkesi baştan yazacak, karar veriyor. Hesap etmediği birkaç şey var; annenin gözlerinde ateş gibi nefret, çocukların özgürlük kapısını kemiren fareden devşirme ağızları… Baba çaresiz. Saldırmakla kabullenmek arasında kalıyor. Saldırı, toplum destekli bir proje gibi kuvvet veriyor, kabullenmekse vicdan kıpırtısı. Kahramanlar o kararsızlıkta ayaklanıyor! Yazarını parçalayan kahraman mı olurmuş diyor içinden, delirmiş olmalı.


YOLDA Uzun süredir yoldaydı. Bu yolculuğunun başlangıcında önünden geçtikleri ağaçların ne ağacı olduğunu tahmin etmek çok keyifliydi. Biraz olsun hapsolduğu düşüncelerinden uzaklaşmıştı. Ama şimdi otobüsün hızı artınca mıdır nedir, tüm ağaçlar aynıydı ve sanki hepsi bir bütündü. Yol boyu akıp giden bir yeşil vardı sadece önünde. Onu bu yola çıkaran tüm her şey o yeşillerle beraber geride kalsaydı, ne güzel olurdu. Ağaçların yeşil yaprakları gün ışığının turuncusuyla karışıp da ucunda kalan boyayı yayan bir fırça gibi süpürseydi aklındaki koyu kırmızıları. Kırmızı zordu, sertti ve üzerindeki kırmızı hırkanın agresifliğiyle huzurlu bir yolculuk istemişti. Birden rahatsız oldu ve yanında uyuklayan yaşlı teyzeyi kendisine getirerek kalkmak için ricada bulundu. Kalkıp yukarıdan eskimiş, tiftik tiftik olmuş yeşil sırt çantasını aldı. İçinden mavi kazağını bulup çıkardı ve teyzeyi yine yerinden kaldırarak özellikle istediği cam kenarındaki yerine tekrar kuruldu. Cam kenarında seyahat etme fikri tıpkı otobüsle bir yerlere gitme fikri gibi birdenbire gelmişti. Uzun zamandır içini görüyordu, biraz dışarıda ne olup bittiğini görmeye ihtiyacı vardı. Evinde izleyebileceği tek şey kedisiydi; arkadaşlarının yüzlerinden, hep gittiği yerlerin durağanlığından da bıkmıştı. Ona bir yol lazımdı. Git git bitmeyecek, onu yeşillerin arasından mavi bir yerlere çıkaracak bir yol… Acının başladığı yeri kestirmek zordur; bazen nereye çarptığını hatırlamadığın bir hematom gibi sızlar durur, bazen de kanı görünce kesiği hatırlarsın. Onda ne morluk ne de akan bir kan vardı. Sanki tüm vücudunu bir yere çarpmış da kan içinde toplanmış, damarlarında akmayı bırakmış gibiydi. Acıyı tarif etmesi zordu, çünkü her yerdeydi. Zorlamayla yazılan bir öykü gibi kendisini satırlara gelişigüzel bırakmış, akmayı deniyordu sadece artık. Birbirine karışmış kelimeler bir sonuca bağlanmalıydı, hayatın içinden bir şekilde akmalıydı. Ölmek aciz insanların işiydi çünkü ona göre. Ölmeyi bile gururuna yediremezken bu buhrandan kendisini eksiltmeden çıkmanın bir yolunu bulmalıydı. Kendini, içinde kopan fırtınaların savurmasına bırakmışken o esen rüzgârlar adını getirdi ona yine: Rüzgâr… Rüzgâr’ı ilk defa bir konferansta görmüştü. Akıllı ve bilmiş duruşu, hafif kibirli tavırları çok etkilemişti Sera’yı. Kendine bu derece güvenen birinin dayanağını merak etmişti. Bir kahve molasında da tüm verileri toplamak için onun yanına gitmişti. Son oturumu tartışmışlardı birlikte, kendine ait çok özgün fikirleri vardı ve ona göre anlatılan çoğu şey eksik ya da yanlıştı. Son çalışmalardan kimsenin haberi yoktu ama onun vardı. Sera doğruluğunu dahi sorgulamadığı bu sürekli bir fikri olan kendini beğenmiş adama adını sordu. “Rüzgâr” derken haziran sıcağında ağaçlar altında terlemiş bedenini serinleten türde hafif bir esinti esmişti salonda. H e l i n D u r m a z EKİM DERGİ 13


EKİM DERGİ 14 Bu rüzgârın esip gürleyebileceği, fırtınaya karışıp her yeri yerle bir edebileceği ihtimali ise aklına bile gelmemişti. O an sadece bir esintiydi adı. Kolunu kaldırıp tam kafasının tepesine yerleştirdikleri klimayı kurcaladı ama çalışmıyor gibiydi. Yine de sonuna kadar ayarladı soğuk esmesini istediği havayı. Hava hem soğuk hem de sıcaktı onun içinde. Rüzgâr’ı özlüyordu. Varlığına her gün şükrettiğiniz birini özlemek mutluluk getirirken, yokluğunda ortalığın durulduğunu, hayatınızın sakinleştiğini fark ettiğiniz birini özlemek ise kalbinizin en büyük damarını genişleten bir histi. Ağrısını hissedersiniz, sizi öldürebileceğini bilirsiniz ama ölebileceğinizi birilerinden duyana kadar elinizden bir şey gelmez. “Sen benim hayatımda kalıcı değilsin.” demişti bir defasında. Kalıcı olmak neydi? Hiçbir şey, hiç kimse kalıcı değildi. Antônio Parreiras, Ventania (The Windstorm) “Hayatımda kalıcı değilsin.” , yani ya onun hayatı sonsuza dek sürecek ama kalıcı olan ya da olmayan şeyler var ya da geçici hayatında geçici şeylerden yanaydı. Sert esmişti Rüzgâr o gün. Otobüsün penceresinden tırmanmakta oldukları dağdan görünen masmavi suların ona “hoş geldin, burada iyi olacaksın.” deyişini selamladı göz kapaklarını hafifçe yumarak. İyiydi de aslında. İnsanlar kapanmayacak cinsten yaralar açamazdı ona göre, kendi kendimize oyardık o hafif ısırığı ve kanı görene kadar durmazdık. Çünkü insan kendini yaralarsa sonraki yaralara da hazırlanırdı. Kendisini yeteri kadar üzdüğünde, bir başkası onu daha fazla üzemezdi. Çoktan tecrübe edilmiş bir travmayı tekrar yaşayamazdınız. O yüzdendi Rüzgâr’ın sözlerini içine işleyişi; içine kendisi işlemişti onları ki bir daha bir başkasından duyacak olursa canı yanmasın. Oysa bir yandan aklı bile sızlıyordu. Gittikçe daha çok mavi görür oldu. Koca koca ağaçlar yerlerini yer yer bodur, küçük çalılara bırakmıştı. Daha önce hiç olmadığı bir yere gelmiş olmanın ince heyecanı sardı bedenini. Kalbi atmaya başladı. Bu birkaç gün ona iyi gelecekti. Oteline gider gitmez kendini duşa atma isteği aklına girmişti ki telefonu titremeye başladı. Arayan Rüzgâr’ın sakin, sessiz, Rüzgâr’ın aksine son derece alçakgönüllü ve anlayışlı ablasıydı. Aynı anadan doğan iki insan nasıl bu kadar farklı olabilirdi? Nasıl hayata böyle farklı bakabilir ve farklı yaşatabilirdi hayatı etrafındaki insanlara, aklı almıyordu. Telefonu açtığında bir ağlama sesiyle karşılaştı.


EKİM DERGİ 15 Bir iki kelimeden sonrası uğultuydu. Dışarıda mıydı, hala otobüsün içinde miydi bilemiyordu. Deli bir rüzgâr esiyordu. Ağaçları kökünden söken, çatıları havaya uçuran cinsten. Telefonu kapattığında dışarıya ne zaman çıktığını hatırlayamadı. Otobüste yanında oturan teyze yine yanına gelmiş, iyi olup olmadığını soruyordu. İyi miydi? Yıkılmışlık hissi içinde ince ince içine yayılan rahatlamışlık hissinden dolayı bir suçluluk hissetti. Rüzgâr dinmişti, artık esmiyordu, yoktu. Bir dakikalık bir yastan sonra durgunluğun tadına vararak derin bir nefes aldı. Düzlük de iyiydi. Kalp kırıklığının öcü de alınmıştı. Bunu bir trafik kazası yapmıştı, canının o an yanıp yanmadığını düşündü ve yanmış olmasını diledi. Aşkın ne olduğunu sorguladığı çok sefer olmuştu. Bunu en büyüğü sanmıştı hissettikleri arasında ama değildi. Ama belki de aşk aslında basitçe buydu, büyük bir şey olmasına da gerek yoktu. Bir insanı işinize geldiği kısımlarıyla hayatınıza alır, diğer kısımları vahşi köpeklerin yemesi için dışarı bırakırdınız. Tek parça tutmaya çalıştığınız ise her zaman kendiniz olurdu. Çünkü insanın dönüp dolaşıp geri geleceği, geri dönmesi ve asla ihanet etmemesi gereken aşkı kendisiydi. Nerede olduğuna bakmak nihayet aklına geldi; küçük, kalabalık, eski bir otogardaydı. Yol bitmişti.


32 yıl yıllandım bu dünyada Beni kendi zamanına çağır Müzeyyen Çek beni kolumdan Uçurumun sonlandığı yere götür Ecel teri dökeyim 30 yıl daha yaşlanayım orda Ölümün sırlı korkusuyla Çek beni kolumdan Müzeyyen Kalabalıklara fırlat beni Yalnızlığın mahcubiyetinden sıyrılayım Başım dönsün El olayım ellere karışayım Ne dediğimi bilmeden Sabahlara kadar konuşayım Çek beni kolumdan Müzeyyen Bir eylem yürüyüşünün ortasına koy İtiraz edeyim bir şeye Ağız dolusu sloganlar atıp Direneyim Kabulleniş rejimini devireyim Devrileyim Müzeyyen Çek beni kolumdan Götür Çocukların olduğu bir yere Deliler gibi oynayayım Bağırıp çağırayım Hayat kovalamasın beni bu kez EKİM DERGİ AL BENİ FIRLAT Y a ğ m u r D ü n d a r 16 Ebe ben olayım Gerçeklerden değil Çocuklardan saklanayım Sobe denilince Koşa koşa ortaya çıkayım Çek beni kolumdan Müzeyyen Bir doktora göster beni Beynimin iltihabından kurtulamıyorum Fikirlerim sancılı, tutsak Düşünemiyorum Çıldırmak üzereyim Çıldıramıyorum Al beni yanına Müzeyyen Bu aynı işleyiş Bu monoton düzen Bu yaşanmamış yaşam Beni mahvediyor Al beni at bir yere Hayata konmasam bile Çarpmak istiyorum Yaşamın esiri olmak değil Yaşamak istiyorum Beni burda Öylece bırakmayacaksın Biliyorum Bekliyorum Müzeyyen


Yaz aniden gidivermişti. Daha bir gün önce evde donla gezerken, bugün büzüşen toplarını ısıtmak için yün içliğini giymişti altına. İnsan bir şeye alıştığında, bitmesini istemez elbette ama biteceğinde de çeneye inen nakavtlık bir aparkat gibi değil, böbreğine gelen hafif yumruklar gibi olmasını isterdi. Adil, kışı sevmezdi. Sokak hayvanları gibi kış geldi mi yaşamı daha da zorlaşırdı. Soğuk evde banyo yapmak, bulaşık yıkamak, uyanmak; her şey daha zordu. Kış, parası olmayanlar için buzdan bir cehennemdi. EKİM DERGİ EV TERLİĞİ C e m A l a n 17 Pablo Picasso, A red skirt Kışlıklarını yavaş yavaş, isteksizce çıkarttı dolaptan. Kışlıkları da el örmesi iki yün kazak ve amcaoğlundan kalma dirsekleri sararmış toprak rengi bir kabandan ibaretti. Kaban için erken mi olur, diye zayıf yüzünü sıvazlayıp düşündü. Giymek için daha ince başka bir şeyi yoktu. Seyrek, uzamış sakalları eline gelince aynaya baktı. Olduğundan daha yaşlı görünen suratı, yerçekimine karşı mücadeleyi iyiden iyiye bırakmaya başlamıştı henüz yirmi dokuz yaşındayken. Seyrelmiş saçlarından beyaz eti görünüyordu. Zayıflıktan yanakları çökmüş, göz çukurları iyice belirginleşmişti. İncecik boynunun altındaki dar omuzları, bıkkın, ürkek ve kamburdu. Zayıf, kibrit gibi parmakları sanki biriyle tokalaşırken bile kırılacak gibi narin görünüyordu. Kendini süzmeyi bırakıp kabanını giydi, dışarıya çıktı. Yine kahvaltı yapmamıştı. Bir muhabbet kuşunun midesine sahipti sanki, tek bir lokma ekmek aldığında gerisini istemez, doyardı. Belki de doymanın ne demek olduğunu bilmediğinden bu konuda acemiydi. Okul açılmış, uzattığı senesinin ilk gününe adımını atmıştı. Sanki bir şey olacakmış gibi, çekingen yürüyordu. Ellerini cebine soktuğu paltosunda, geçen seneden kalma tütün kalıntıları vardı. Beş sene önce güç bela geldiği okulu bir de uzatmış olması onu iyice ezmişti.


Hurda alıp satan babası bu duruma hiç sesini çıkarmasa da sadece bakışıyla bela okumuştu sanki Adil’e. Uzadığı için devlet yurdundan çıkartılmıştı, bursu da kesilmişti. Şimdilik, birkaç haftalığına arkadaşlarına gelip sığınmıştı ama yakında evin tüm ahalisi geldiğinde orada kalamayacağı kadar kalabalık olacaktı. Bir an önce kalacak bir yer bulmalıydı. Bir de iş. Geçen sene çalıştığı kafeden kovularak ayrıldığından, oraya gidemezdi. Bunları düşündükçe yürüyüşü daha da kamburlaştı. Tavan arasında unutulmuş, eskimiş bir kum torbası gibi hissediyordu kendini. Kampüse istenmeyen, ürkek, bakımsız bir kedi gibi girip etrafı süzdü. Özlemişti, gülümsedi. İnsanlar neşe içinde bağırıyor, küfürler ediyor, cilveleşiyor, renkli yüzlerinin fotoğrafını çekiyorlardı. Bu döngüye pek dâhil olmaz, çağrılmadıkça biriyle konuşmazdı. Ama arasının iyi olduğu, yanında rahat davrandığı bir iki arkadaşı vardı elbet. Bir de iki yıldır her gördüğünde kalbinin dal gibi, ince kaburgalarını kıracakmış gibi çarpmaya başladığı biri vardı: Sınıftan arkadaşı Ayşegül. Bugüne dek ona ne açılmış, ne selam vermek dışında bir cümle kurmuştu. Hayallerde ya da ıslak rüyalarda bir araya gelmişlerdi sadece. Bir şey olmayacağının bilincinde, hiçbir beklentiye girmeden ve acı duyarak seviyordu Ayşegül’ü. O gün okulda bir süre elleri cebinde kendi kendisine takıldı, gözleriyle Ayşegül’ü aradı fakat bulamadı. Konuşmak için de değil, uzaktan bir sefer bakmak için. Bir arkadaşı çay ısmarladı, bir diğerinden de bir tane sigara içti. Uzun uzun insanları izledi, birkaç kez zordan gülümsedi, sonra da eve döndü. Haluk ve Samet diye çok da samimi olmadığı iki arkadaşının yanında pineklediği eve. Evde hazır kimse yokken hızla kendine iki yumurta kırdı ama bitiremeden yakalanınca utandı. Dolaba destek çıkacak beş kuruşu yoktu. “Adil bizi niye beklemedin, beraber yerdik,” dedi Samet. “Daha gelmezsiniz sandım, gelin gelin, buyur...” “Yemişsin zaten nesine geleyim,” deyip sigara yaktı Samet. Diğer uzun boylu olan içeri girip bir şey söylemeden tencereye su doldurup ocağa koydu, masaya oturdu. O da sigara yaktı. “Al bir dal, yemek üstü iyi gider,” deyip Adil’e de uzattı. “Yok ya, sağol” diye yalandan reddetti Adil. Terlemiş, yağlı elleriyle saçını karıştırdı. “Al oğlum zaten bir daha tutmam gene zam geldi, içimden geldi son ikram,” dedi kinayeli bir ses tonuyla uzun olan. “Sağ ol madem,” diye mırıldanıp yine acı acı gülümsedi ama kendisi bile sesini duyamamıştı. Kendi aralarında küfür ede ede kızlardan, akşamki maçtan konuşmaya başladılar ama Adil dâhil olmadı. Biraz masada oturup sonra mutfağı toparladı, duyduğu kelimeler bir süre sonra sadece anlamsız sesler olarak kulağına çarpmaya başladı. Dapdar bir asansörde duvar katında kalmış gibi içi sıkılıyordu. Bulaşıkları yıkadıktan sonra ayaklarına; topukları incelmiş, sağ baş parmağını açıkta bırakmış çoraplarına baktı. Birden bire bir kabahat işlemiş gibi utanıp, ayaklarını birbiri üstüne koydu kendisini sıkarak. EKİM DERGİ 18


Çocukların ayaklarında terlikler vardı. Hem üşümüyorlar hem de çorapları görünmüyor, ne güzel diye düşündü. Sabah erkenden çıktı evden, hızlı hızlı, her zamankinin aksine kararlı adımlarla yürüdü yolda. Hava dünkünden biraz daha ısınmış gibiydi, yalandan da olsa güneş açmıştı. Yolun en sonundaki süpermarkete gelince durdu, derin bir nefes alıp içeriye girdi. Önce dergilere sonra etrafına bakındı. Yavaş yavaş, bir şeylere göz gezdirir gibi yaparak dolanmaya başladı. Hiç düşünmeden kalın bir salamı alıp kabanının büyük cebine koydu. Kalbi gırtlağından dışarıya fırlamak istercesine yükseldi, elleri terledi. Son alacağı şeyi de alıp buradan çıkacak, salamı eve götürüp çocuklarla birlikte yiyecekti. Babasının yüzü belirdi önünde bir an, sonra kendisine kızdı. Pis bir heyecan bütün vücuduna yayılmıştı. Sonunda aradığını buldu. Etrafına bakındı, kimse yoktu. Diz çöküp sırt çantasını açtı, kırk üç numara süet ev terliklerini aceleyle çantaya tıkıştırıp hemen kalktı. Bitmişti, sakince çıkabilirdi buradan. Kimse bir şey görmemişti işte. Kasiyer henüz uykusunu açmakla meşguldü. İçindeki heyecan yerini başka bir şeye bıraktı, yabancı olduğu bir hisse: Güç. Hafif bir gülümseme, kuş gibi bir rahatlamayla kapıdan çıkacağı sırada, yan kasada onu gördü; Adil’in sınıfından biriyle el ele tutuşmuşlar, iki poşet alışverişle çıkıyorlardı marketten Ayşegül’le sevgilisi. Tam o sırada acı acı alarm ötmeye başladı. İlk önce kendisinden olduğunu bile anlayamadı, aptal gibi boş gözlerle bakındı kızarmış suratıyla. Omzundan kıllı, irice bir el yakalayıverdi. EKİM DERGİ 19 “Gel bakalım buraya, hırsız!” diye bağırıp içeriye çekti sürükler gibi. Tökezledi Adil, düşeyazdı. Elleriyle dağılmış, seyrek saçlarını düzeltmeye çalışırken anlamsızlık ve kederle dolu gözleri, kıpkırmızı olmuş suratıyla Ayşegül'e baktı. Ellerindeki poşetlerle durmuşlar, acır gibi Adil’e bakıyorlardı. Güvenlik Adil’i depoya götürdü. Üzerini arayıp önce salamı buldu, sonra terlikleri. Başı dönüyordu Adil’in; suratına aptal, acınası, gülümsemeye benzemeyen bir gülümseme yapışmıştı. Pablo Picasso, Breakfast of a Blind Man “Abi ben hırsız değilim,” dedi. “Ayşegül de öyle sanacak şimdi ama…” “Dalga mı geçiyorsun lan sen benimle?” diye bağırdı adam. Uzun uzun küfürler etti.


“Geçen haftalarda da sayımda hep eksikler çıktı, böyle yakalanırsın işte, enayi miyiz biz ha? Parasıyla, hakkıyla alanlar enayi mi ulan? Ben ekmek yiyorum buradan, güvenliğinden ben sorumlu olayım diye bana ekmek yediriyorlar. Senin gibi itleri yakalayayım diye!” “Ben değildim abi, ben ilk defa geliyorum. Hırsız değilim.” Sesi titredi. Gözleri dolmuş, gülümsüyordu. “Bir kere geldim abi, ev terliğim yok. Hırsız değilim. Çoraplarımdan topuğum görünüyor.” “Ulan sus elimde kalacaksın şimdi!” diye bağırıp dişlerini sıktı. “İki seçeneğin var, polis mi çağırayım, seni burada döveyim mi?” Öylece baktı adama. Dudakları kurumuş, bembeyaz olmuştu. Kanı çekilmişti; düşünemiyor, konuşamıyor, kıpırdayamıyordu. Polis olmazdı. “Döv abi,” dedi. Önce sağ kulağında öten bir tokat patladı suratına, sonra aynı yere bir tane daha. Arada küfürler, hakaretler, vatan hainliği gibi şeyler duydu ama anlayamadı. Bir anlığına, bundan sonra hiçbir şeyi anlamayacağını düşünüp korktu. Karnına yumruğu yiyince kusuverdi. Kamburu hiç bu kadar büyümemişti. EKİM DERGİ 20


EKİM DERGİ K Ü L T Ü R , S A N A T V E E D E B İ Y A T GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN YAZI- ŞİİR- FOTOĞRAF GÖNDERİMLERİNİZ İÇİN [email protected] @ekimdergi @ekimdergi [email protected]


Click to View FlipBook Version