The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by Ekim Dergi, 2023-10-16 13:19:18

Ekim Dergi Ekim-Kasım 2023

Ekim Dergi

E KÜLTÜR, S K ANAT VE E İ DEBİ M YAT DERGİSİ EKİM-KASIM 2023 ŞEBNEM TUNA SIRKINTI - E. GÜLÜŞ TEKE - BUĞRA AKBAĞ LATİHAN BOZDEMİR - ÇAĞDAŞ ÖZGÜN - İLHAN DALLIAĞ - AHMET BAHADIR ÇITIR ATILIM KOZMONOT - SEDA MERİÇ - CEMAL GÜRSEL YAMALIOĞLU SAYI 14


Bulunmak istemediğim için kaybolmuştum zaten. Üstelik apartmanın bodrum katında keyfim de çok yerindeydi. Zaten o kadar aramalarına rağmen onlar beni bulamamış, bodrum penceresinden sızan gün ışığı giderek azalıp, artık kitap okunamayacak hale geldiği için ben kendim çıkmıştım ortaya. Annem telaşlı bir halde “Kaya oğlum nerelerdesin? Saatlerdir seni arıyoruz meraktan ölecektim neredeyse,” diye sıkıca sarılmıştı. Babam galiba pek merak etmemişti, hiç endişeli görünmüyordu. Her zamanki gibi ifadesiz bir yüz ve duygusuz ses tonuyla “Madem kaçıp saklanmaya çok meraklısın, geceyi burada geçir de gör o zaman gününü,” demişti. Aklı sıra bana okkalı bir ceza verdiğini sanmıştı. Babam tüm yaşamını alacak verecek dengesi üzerine kurmuştu. Ona göre iyi ya da kötü her şeyin bir karşılığı olmalıydı. İyiyi alabilmek için önce hak etmek, bedelini ödemiş olma gerekirdi ve hiçbir yanlış karşılıksız kalmamalıydı. Kaç asker geçmişti elinden, beni de böyle adam edecekti. Adam boş yere asker olmamıştı belli ki. Korkarım kafasının içinde bir talimatname, sürekli ona neyi, ne zaman, nasıl yapması gerektiğini söylüyordu. Galiba yalnızca bana karşı nasıl davranacağını bilemezdi çünkü ben tuhaf bir çocuktum. Tek sevdiğim şey kitap okumaktı. Saatlerce kitap okuyup sevdiğim kitaplardan notlar alıyordum. Yalnız kalmayı ve sessizliği seviyordum. Annem kalabalığı seviyordu, o yüzden o gün tüm binayı bizim evde toplamıştı, evlerinde her biri sessiz sakin oturan kadınlar, dişi aslana dönmüşlerdi. Her biri yüksek sesle konuşup olabildiğince gürültüyle kahkahalar atıyorlardı, ben de soluğu bodrum katında almıştım. Bulabildiğim en sessiz yer orasıydı. Bu dünyada en çok istediğim şey kendi kabuğuma çekilebilmekti, bu yüzden yer kabuğuna en yakın yerde olmayı seçmiştim, maden ocağında. Sınava girdiğim sene maden mühendisliğinden başka pek çok bölüme yerleşebilirdim ama onların hiçbiri bana göre değildi. Evde günlerce süren çatışmalara rağmen tıp yazmayarak yine babamın talimatları dışına çıkmayı başarabilmiştim. Ona göre oldukça zeki, çalışkan, kafası çalışan biriydim, ama hayatla ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Onun da benimle ilgili bilmediği bir şey vardı oysaki: “Ben hasta bir adamdım”. Beni diğerlerinden ayıran hastalıklı, uzlaşılmaz bir tarafım vardı. İnsanlarla bir arada olmaktan, bazı insanlardan hatta bazen tüm insanlıktan nefret ediyordum. Odamın içindeki böcekle bile anlaşabilirdim belki ama bazı insanlarla asla. İşte bu yüzden okul bitince bu küçücük şehirdeki madende küçük bir hayat kurmuştum kendime. Üniversiteden sonra pek çok arkadaşım büyük şehirlerde, ofis içinde çalışmayı tercih etmişlerdi. Can da onlardan biriydi. Yaşadığı hayatın ne kadarı onun tercihiydi bilemem ama. Bence o hep hazıra konan birisiydi. Onun kendini yormasına gerek kalmadan, her şey kendiliğinden oluyordu. Haşmet Şebnem Tuna Sırkıntı EKİM DERGİ 1


Can gelmiş bile. Son model arabasını restoranın öne çekmiş. Sanki metropolde herif, otelden burası altı üstü kaç adım sanki. İlla bir görgüsüzlüğünü yapacak yine. Herkes masada yerini almış. Selamlaşıp bu karşılaşmaya çok sevinmiş gibi yapıp yemeğe başladık. Gece boyunca masada en çok Can konuşuyordu. Konuşulan şeyler ise hep aynı; kovalanan işler, tamamlanan projeler, çocukların okulu, sınavları, hafta sonu kursları… Masada bilmediğim bir dil konuşuluyor sanki. Sohbete dahil olabildiğim birkaç yüzeysel cümle. Kim bu adamlar? Onlar hakkında ne biliyorum? Ben kimim onlar için? Saatlerce konuştukları şeyleri yaşanmışlık saymalarını hayret içinde dinliyorum. Her gün aynı şeyleri tekrarladıkları döngünün yaşamak olduğunu sanıyorlar. Hepsi hala tanıdığım ilk günkü gibi. Gerçi Can biraz yaşlanmış, kilo almış. Serkan’ın saçları dökülmüş. Murat burnundaki eğriliği düzelttirmiş. Evlenmişler, çoluk çocuğa karışmışlar. Yeni roller, sorumluluklar edinmişler. Okuldayken bile derse girmekle, sınava hazırlanmakla vaktini harcamaz, hep başkalarının sayesinde sınıf geçerdi. Okul biter bitmez de Yeliz ile evlenip orta sınıftan beyaz yakalılar arasına geçmişti. Şimdi rezidansta bir daire, önünde de dört çeker arabası vardır kesin. Yeliz bunda ne bulmuştu anlayabilmiş değilim, oysa okulda bir tek onunla kitaplardan, şiirlerden söz ederdik. Anlaşılan Can onu bile başkalarından çaldığı aşk sözleriyle, mektuplarla elde etmişti. Sonra da aile şirketinde bir yönetici odasını kaptı işte. Bugün madene saha ziyaretine geleceklermiş. Aman ne kadar güzel bir gün, çay mı demlesem, kendimi mi assam karar veremiyorum. Akşama eski dostlarla buluşmamız var. Geçen sefer karşılaşmamızda, bir sonrakine Serkan ve Murat’ı da alıp getireceğim, demişti. Bu sahtekârlar üniversiteden sonra da dağılmamışlar yani. Aslında ayak üstü görüşüp geçirebilirdik ya da ne bileyim hastayım, çıkamıyorum diye atlatabilirdim. Ben ne yaptım, sizi ağırlamadan göndermem diye organizasyona kalkıştım bir de. 2 EKİM DERGİ Ama kafalar aynı hala. Öyle eminim ki hiçbirinin eline bir kitap alıp bir sayfa dahi okumadığına, yeni yerler keşfetmediklerine, hiçbir şey öğrenmeden yıllarını geçirdiklerine. Şimdi onlar da babama benzemişler; üçü de kocalık, babalık, patronluk, erkeklik ile ilgili gerekli talimatları yerine getirmekteler. Aslında o kadar yabancıyız ki birbirimize ya da ben onlara bilemiyorum. The Reader, William Tolliver


Ortak geçirilmiş okul anılarının hatırına bir arada gibiyiz şimdi. Birbirimizi anlamak için çok mesafe var aramızda. Serkan’a göre insanların karakterleri isimlerinden etkilenirmiş. “Sana keşke Kaya adını koymasalarmış,” diyor. Murat ona itiraz ediyor, “İnsanlar yaşadıkları yere benzerler. Zaten ismin Kaya, bir de gelmişsin taş ocağına, taşa dönmüşsün iyice,” diyor. Alkolün etkisiyle her ucuz espriye gülüp geçiyoruz. Tüm sahteliğine rağmen dostluk hakkında nutuklar atıp duruyor, üstüne bir de kadeh kaldırıyoruz. Yemeğin sonunda onlar Can’ın arabasıyla, ben tek başıma ayrılıyorum. Hemen eve yetişmeliyim. Haşmet gelmiştir, beni bekliyordur şimdi, ona kitabın son sayfasını okuyacaktım. Apartmanın girişinde bir gürültü patırtı, giriş kattaki nemrut kadının torunu basmış çığlığı, babası da basmış ayağını öldürmüş Haşmet’i. Haşmet bu dünyadaki en iyi dostumdu. 3 EKİM DERGİ


Lilith Havva’yı arıyor indirildiği düzlükte Elmalara kurt düşüyor Her eksik kaburga Âdem Değiştirilen her deri sürüngen Ne ben sira alfabesini yazıyor kalem Ne tohum hırsızını Toprağı deşeliyor ruhum Habil'i ben öldürmedim Dante cehenneminden sesleniyor şaşkın ruhlara Araf denilen koridor çekildi! Cehennemle cennet bir şimdi İçeri girenler dışarıda bıraksın umudu Mumu alıştırmak zordur kendi alevine! Her Kaburga Âdem E. Gülüş Teke EKİM DERGİ 4


Avlunun taşlarına güneş vurmuştu. Kuyruksuz tekir, hanın giriş kapısının dibinde uyukluyordu. Sinekler avludaki masaların üzerinde cirit atıyor; kirli masalara dökülmüş yemek artıklarıyla kendilerine ziyafet çekiyorlardı. Atpazarında antikacılık yapan emekli matematik öğretmeni Nejat Bey karnını doyurmak bahanesiyle handa dükkânı olan gençlik aşkı Nuran’ı görmek için her öğlen soluğu handa alırdı. Nuran dükkânın önüne koyduğu taburesine oturmuş ona karşı olan ilgisini her fırsatta belli eden handaki sahafın sahibi seneler önce bir gözünü tatbikat sırasında şarapnel çarpması nedeniyle kaybettiğinden malulen emekliye ayırılan Yarbay Musa Bey’le sohbet ediyordu. Yine her zamanki gibi alımlıydı. Kızıl saçlarını topuz yapmış ışıltısını bir gün olsun yitirmeyen yeşil gözleriyle Musa’yı izliyordu. Kendini bir gün olsun fark etmeyen o yeşil gözlerin o yarı âmâ, boşboğaz Musa’nın tütün çiğnemekten sararmış dişlerini, kırlaşmış kirli sakalını, bakımsız yağlı saçlarını, nasırlı ellerini her gün ilgiyle izlemesi midesini bulandırdı Nejat’ın. Dişlerini sıktı şakaklarında soluk mavi bir damar belirdi. Elini öfkeyle sanki küfretmesine engel olmak ister gibi gayriihtiyari çenesine götürdü. Yine sakalını yarım yamalak tıraş ettiğini fark etti. Gözleri eskisi kadar iyi görmüyordu. Geçenlerde eski bir ahşap kapıyı elden geçirirken az kalsın parmağından oluyordu. Çırağı bir doktora görünmesi için ısrar etse de Nejat ayak diriyordu. Evde kaldığı için mahallenin diline düşmekten ölesiye korkan, geceleri ağlamaktan her sabah gözleri daima şiş biçimde hanın yolunu tutan, handaki büfe sahibinin kızı Zeliha, ne etinden yapıldığı belli olmayan kötü kokusu tüm hana yayılan yağ içinde yüzen sucukları yanında bir bütün ekmekle Nejat’ın masasına bıraktı. Nejat gastritini azdıran bu sucuklara iğrenerek baktı. Onu her gördüğünde birkaçı eksik sararmış dişleriyle samimiyetsizce gevrek gevrek gülerek selam veren Musa’yla göz göze geldiği için iştahı kaçmıştı. Sucuğun yağına bandırdığı ekmeği bacaklarının arasında dolanan sarmana uzattı. Sarman bir iki koklasa da beğenmeyerek Nejat’ın yanından uzaklaştı. Açlıktan kemikleri belli olan sarmanın bile yemeye yanaşmaması Nejat’ı iyiden iyiye soğutmuştu yemekten. Zeliha’yı çağırıp sucukları kaldırmasını, ona çay getirmesini istedi. Sucukların beğenilmemesini şahsi bir mesele gibi hisseden Zeliha yüzü beş karış, sahanı inatçı bir kökü topraktan söker gibi aldı masadan. Nejat kendine tepki olarak yapılan bu hareketin farkında varmadı. Zeliha zift gibi demli çayı masaya sertçe koydu. Nejat’ın gözleri çay tabağında ıslanan şekerlere takıldı. Nejat’ın dalgınlığını Nuran’ın handa yankılanan kahkahaları bozdu. Pirinç Hanı Buğra Akbağ EKİM DERGİ 5


6 EKİM DERGİ Bu kez de Nejat, Nuran’ın kahkahalarını, şahsi bir mesele gibi algıladı. Sanki herkes onunla dalga geçmek için bir tiyatro düzenliyordu: Pislik içindeki masa, Zeliha’nın yağ içinde yüzen sucukları, Musa’nın pis pis gülümsemesi, Nuran’ın kahkahaları, hatta sarmanın yemeğe burun kıvırması… Her şey kendine karşı düzenlenmiş bir tertip gibi geldi. Nuran söylediklerini onaylamak anlamına gelecek bir biçimde gayriihtiyari Musa’nın eline dokundu. Bu anlık temas Nejat’ın başını döndürdü. Alnından göğsüne doğru inen bir sıcaklık hissetti. 35 yıllık memuriyetinden kalma alışkanlığı olarak iliklediği gömleğinin en üst düğmesi onu boğar gibi oldu. Bilmem kaçıncı kez Nuran’ı sevdiği için pişmanlık hissetti. Nuran’a, Musa’ya, bu yaşına rağmen hala gönlünün sesini dinlediği için kendine ağız dolusu sövdü. Öfkeyle ayağa kalktı. Her seferinde tövbe etse de ertesi gün yine geleceğini bildiği handan sendeleyerek dışarı çıktı. Ankara Manzarası, 18. Yüzyıl


''Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz... '' Ahmet Haşim Edebiyat ve dergicilik camiasında tanınan bir isim, birkaç sene önce şairlere dair fikirlerini beyan ederken enteresan bir noktaya değinmişti. Ona göre gencecik yaşlarına rağmen olgun eserler yaratan şairler, yanlış yoldadırlar. Hele şiirlerinde hüzün ve karamsarlık varsa bu durum, onlardaki samimiyet eksikliğinin en bariz kanıtıdır. Çünkü şiirin organizmayla doğrudan bir ilişkisi vardır. Bu ilişkide bedenin tazeliği yahut çürümüşlüğü şiirin kendine yurt edinmesini sağlar. Bahsi geçen kişinin fikirlerinden yola çıkarak bir metafor yapmak lazım gelirse şiir, bukalemundur diyebiliriz. Nasıl ki bukalemun, dokunduğu yerin rengini alabiliyorsa şiir de pekâlâ şairlerdeki bedenin enerjisini veya tükenmişliğini alabilir. Neticede yirmi yaşındaki bireyin kederden, yalnızlıktan bahsetmesi ne kadar yanlışsa yetmişlik bireyin neşeden, yaşamaktan bahsetmesi o denli yanlıştır. Şöyle bir soru sormak herhâlde yerinde olur: Yapıtlarıyla kendinden sonraki kuşakları derinden etkilemeyi başaran Arthur Rimbaud'nun on yedi yaşında yazdığı Sarhoş Gemi şiirinin samimiyetine güvenebilir miyiz ya da bu çocuğun olgunluğu, ifadesi ciddi bir maskenin stabil tavrından mı ibarettir? ''Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri, Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı, Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri, İnsana sır olanı gördüğüm demler oldu... Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar, Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem; Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar; Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem. '' Sarhoş Gemi şiirinden alıntıladığım iki kıtayı yazabilmek için illa seksen yaşını mı beklemeli? Mesela Fransız şairi Comte de Lautréamont (Isidore Ducasse), edebiyat dünyasına Maldoror'un Şarkıları adlı şaheserini altın bir çivi gibi çakıp hayattan ayrıldığında henüz yirmi dört yaşındaydı. Şiirde Organizma ve Ruh Meselesi Latihan Bozdemir EKİM DERGİ 7


Jules Laforgue ise yirmi yedi yaşında öldüğünde kendi kumaşına has sembolist ve empresyonist hassasiyetin en güzide parçalarını sunmuştu: ''Altın renkli yıldızlar sonsuz düşler içinde; Bakışları altında, düş kurup, her şeyden uzak, Dizüstü çökerek, o hoşlukları karşısında Onlara doğru ağlıyorum uzun uzun hıçkırarak...'' Hüznün, azabın ve olgunluğun ne yaşı vardır ne sınırı... Sahih bir melankoli, Edgar Allan Poe'nun da dediği üzere şiirsel atmosferler arasında en geçerlisidir. Peki Türk şiirinde durum nasıldı? Bizim şairlerimiz melâli ruhlarının bir cevheri gibi benimserlerdi. Bütün kötümserliklerinin kapısını yine kötümserliğin esrarlı anahtarıyla açarlardı. Servet-i Fünûn şairlerini düşünelim. Edebiyat-ı Cedîde de denilen topluluk, genç şair ve yazarlardan mürekkeptir. II. Abdülhamid döneminin baskısı altında kendi içlerine kapana kapana karanlığa mecburi bir gömülme yaşamışlardır. Sıkıntı (spleen) o dönemin gençlerine saplanmıştır. Batı edebiyatının da tesiri yadsınamaz. Örnek aldıkları isimler, bu bedbinliğe bir kıvılcımdır. 8 EKİM DERGİ Üstelik Servet-i Fünûn şairleri lügatlardan kopardıkları, kullanılmayan Arapça-Farsça kelimelerle korkunç hayallerini beslemişlerdir. Tevfik Fikret: ''İşte gayyâ-yı vücud, işte o zulmet, o batak; Beşerin işte, pür-ümmîd ü heves, müstağrak, Ka'r-ı târında şinâh ettiği girdâb-ı üfûl...'' Süleyman Nesîb: ''Bütün bedâyi-i hissiye ve hayâliyem Boğuldu bir gecenin sîne-i zalâmında. Bugünkü hâlime ağlar tazallümât-ı verem Çiçeklerin bile elvân-ı ibtisâmında...'' The Bookworm, Carl Spitzweg


Divan şiirinden bile daha fazla, daha girift bir kelime kadrosuyla -nitekim Divan şiirinin mekanizmasını çözdüğümüzde okunması kolaylaşır- Edebiyat-ı Cedîde'yi hazırlayan şartlar, ruhun erkenden pişmesine vesiledir. Cumhuriyet döneminin ilk edebî topluluğu olan Yedi Meşale'de ise aynısı söz konusudur. Yirmili yaşlarındaki şairler, Baudelaire-vâri bir bezginlik ve iç sıkıntısıyla şiirler yazmışlardır. Ancak okurken yapmacıktan ırak kederin samimiyetiyle karşılaşırız. Zorakilik yoktur. Hülasa bütün mesele ruhta toplanıyor. Çünkü bedenin illüzyonu öylesine bir yanılgıdır ki ruhtan rol çalarak onu diskalifiye eder ve ettikçe de mış gibi yaparak kendi yeteneğiymiş zannedilmesini ister. Fakat atlanılan bir yer vardır. Vücut, zamanın asla soğumayan fırınında değişime maruz kalır. Böylece vücudun diri-ölü olması, şiirin muhtevasını etkilemez. Hâlbuki ruh, kişi kaç yaşında olursa olsun, her türlü acı, tatlı vaziyetten yoğun bir şekilde etkilenir. Bu da kişinin hangi sanat dalına yeteneği varsa orada karşılığını bulur; hüzünse hüzün, sevinçse sevinç. O noktaya kavuşulduğunda sanatçının samimiyeti, özellikle de karanlık tarafı yalanlanamaz! 9 EKİM DERGİ


Kim, özlem duymadı ki ölümlülere canlı yaşamlarında soludular müziğin renklerini hareketler belirledi notaları, soluk sokakların asfaltlarında yeşerirken toprak sen miydin dün yanıma gömülen sevdik mi birbirimizi hiçliğin içinde ve erirken zamanın kendisinde kim beklemedi ki ölümü sessizce kim hissetmedi en derinlerdeki acıyı kim fark etmedi anlamın arkasındaki yokluğu tedirgin varlıkların yeriydi Dünya görkemli hislerin mekanıydı mezarlıklar ve uçarcasına süzülen düşünceler gömülmüşlerdi toprağa, hiçliğin egemeniyken varlıklar Dünyanın sonuna yaz şiirlerini ölüm, ölüm ve ölüm bedenleşmenin arzusuyla inliyor mezarlıktakiler, umut vardı karanlıkta ve yalnızca hisler kalmıştı yokluğun diyarında Dünyanın Sonuna Yaz Şiirlerini Çağdaş Özgün EKİM DERGİ 10


Şehirlere çıkıyorum. Pis kokulu, kirli, ıslak, soğuk… En çok da karanlık olan şehirlere. Kendimi arıyorum köşe bucak; Bir gözü kör kuyruksuz kedilerin yanında; Hayat kadınlarının ağızlarından öptürdüğü duvarların ardında; Köşe başlarında haraç kesen piçlerin dibinde; Sarhoşların, ayyaşların tekme tokat kovulduğu meyhanelerin önünde arıyorum. Harflerinin bir ikisi sönmüş uğursuz taksi duraklarından birine dalıp Soruyorum bir adres gibi kendimi, Karşının aksisi çıkıyor taksici, uykulu aç gözlülüğünden anlıyorum. Sokaklara çıkıyorum yolda ateş soran itin, uğursuzun birine soruyorum bir saat gibi kendimi. Sigara kullanmamış olmama içerlemiş olacak ki yüzüme bile bakmadan voltasını alıp kaçak tütün kokulu sarma sigarasını cebine atıyor. Sahi ben bu kaçak tütün kokusunu nereden biliyorum? Yüzü façalı olduğu için kendini korkutucu zanneden bir bar fedaisinin yanına yanaşıyorum. Daha beni dinlemeden ittiriyor bir parmağı eksik eliyle. Parmaksız eli yüzünden daha korkutucu geliyor bana tökezliyorum. Kendine dost tutmuş diye bahsedilen evli erkek dedikodusundaki pek de dost yüzlü olmayan, olduğundan yaşlı gösteren, bir yığın makyajın ardında bile yorgun gözleri belli olan, bir konsomatrisle karşılaşıyorum. Daha kendimi sorma ya fırsat bulmadan "orospu değilim lan ben" diye sallıyor sustalısını bana. Kendimi anlatmaya çalışmadan demir alıyorum yanından. Ben kendimi ararken elin hiç tanımadığım "orospu değilim lan ben"ine nasıl anlatayım kendimi. Yanımda aniden bir çöp arabası duruyor, pis bıyıklı bir çöpçü, çay demlerini portakal kabuklarını kirli bebek bezlerini döke saça atıyor arabaya çöpleri. Sonra günde 12 saat çalıştığı arabanın arkasında ilk defa bir şey midesini bulandırmış gibi ekşimiş bir suratla tükürüyor dışarı. Bunu bana yapılmış bir hakaret sayıyorum. Diyorum "oh demek ki çok uzakta değilim, yaklaşıyorum." Kentsel dönüşüm beklerken her bir depremde enkaz altında üçer beşer ölenler mahallesinden geçip Her yağmurda evinin içinde boğulanlar deresinin dibine iniyorum. Havadaki karbon monoksit oranı maaşını ay sonuna yetirmeleri ile ters orantılı hanelerin yoğun olduğu bir yerde yolumu kaybediyorum. Sahi ben nereye gidiyorum? Kendini Arayan Adam Buğra Akbağ EKİM DERGİ 11


Peşime bir kez olsun başları okşanmamışlıkları hırçınlıklarından belli olan sokak köpekleri takılıyor. Bir ikisi hırlasa da karşılıklı olarak birbirimizden korktuğumuzu hepimiz biliyoruz. Bir ağız dolusu sövüp yoluma bakıyorum. Bu kararım bir konsensüs kabul ediliyor ve hepimiz kendi yolumuza gidiyoruz. Sahi benim yolum neresi? Keşke köpeklere sorsaydım diye hayıflanıyorum. Onlar ki bu sokakları karış karış havlamıştır. İllaki almışlardır kim olduğumun kokusunu. 12 EKİM DERGİ Biraz ileride cami önündeki banklarda yatan evsizleri görüyorum. Allah'ın evi değil miydi burası diye bir düşünce alıyor; neden içerde değil de kapı önünde yatıyorlar. Demek ki Allah bugün evde yok diyip ses etmeden, tek tük gördükleri rüyalarını bölmeden, parmak ucumda geçiyorum yanlarından. Ev yapımı boğma rakı yapıp satan, rakısı yaptığı tıraşlardan daha iyi olan, vitrininde değil mahalleye ülkeye uğramamış hollywood aktörlerinin resmi olan kardeşler kuaför yazılı berberin önünden geçerken duruyorum. Hâlbuki bu isim, içine üç beş tane - daha kimsenin bir kez bile eline bile almadığısararmış korsan kitap koyulduğu için kıraathane sayılan bir kahvehanenin ismi olmalıydı diyorum. Kahvehanenin demirbaşı haline gelmiş, yetmişlerde, kahvehane taramalarından ve seksenlerde, postalların altında ezilerek yasaklı kitap yakma şenliklerinden sağ kurtulmuş olan kitaplara saygım artıyor. Sendika sarısı kapaklarında, apolitik kara alın yazısı renginde kocaman teksas tommiks yazısı gözümün önünde geliyor. Yeterince soluklandığımı düşünüp mahalle halkının birini kazıkçı diğerini çürükçü diye adlandırdıkları Şentürk bakkaliyesi ve vitrini mavi muşamba kaplı Toros Manavını geçip tüm yolunu kaybedenler gibi istemsizce sağa sapıyorum. Kapısında yitik bir ülke ismi gibi kocaman kabristan yazan yöre mezarlığının içinden geçiyorum. Ailelerinin kendilerini bir gösteriş aracı olarak kullandığından habersiz burada yatan kabristan ülkesi sakinleri acaba bu hepsi birbirinden şatafatlı mermerlere işlenmiş koca koca puntolarda isimleri yazılı mezar taşlarını görseler ne düşünürlerdi acaba. Mezarlığın içinden yürürken buradaki ağaçların daha gür olduğunu fark ediyorum. Hayırsız mirasyedilerin timsah gözyaşları bol azotlu demek ki diye yarım ağız gülümsüyorum. Mezarlıktan çıkıp kış aylarında soba dumanları yüzünden hep gri yağan karlarda kayan çocukların çok leğen eksilttiği yokuştan aşağı iniyorum. Uranium and Atomica Melancholica Idyll, Salvador Dali


Belediye kanalizasyon yapmadığı için kendi başlı başına bir lağıma dönüşmüş, fosseptik kokan gecekonduların yanından geçerken Fransızların şemsiyeyi icat etmesine nedenini açıklarken gevrek gevrek gülen tarih hocam şemsi bey aklıma geliyor. Şemsettin isminin daha kolay okunanı diye mi yoksa kulağa daha güzel gelen hali mi düşünerek koymuşlardı hiçbir fikrim yok. Lise anılarım da aklıma geldiğine göre epeyce yaklaşmıştım. Birazdan, solaklığımı bana okulda ısrarla sağ elle yazdırarak engelleyeceğini sanan ilkokul öğretmenim ateşibololsun Semiha hanım'a inat ev ödevlerimin hepsini sol elle yapan, dünya tarihinin değilse bile, okul tarihinin ilk Spartaküs’ü olarak göğsümde okul adı işlemeli gri hırkamla uykulu gözlerle okula gittiğimin anısı çıkagelir. Arzın Merkezine gitmek için sönmüş yanardağın içine giren o roman kahramanları gibi ben de kim'liğimin merkezine yola çıkmıştım. Anıları geride bırakıp son bir umut herkesin adının geniş uçsuz bucaksız caddelere, koca koca binalara verildiği yere geldim. Işıklı, ışıksız, yaldızlı ya da aynalı harflerle yazılmış tabelalarda aradım kendimi. Hiçbir yerde yoktum. İsminin tabelada yer alması için insanın bir kahramanlık yapması mı gerekli diye düşündüm. Bildiğim kadarıyla ne doğduğumda çiğ et yiyip kımız içmiştim, ne de çocukluğumda bir boğayla güreşmiştim. Bu iş yaş kendimi bulamayacağım diye düşüren uzakta bir sokak tabelası gözüme çarptı. Demek ki ben de kendince bir kahraman sayılırdım. Bir ülkeyi değilse bile pekâlâ nahiyeyi düşman işgalinden kurtarmış olmalıydım. Sokak tabelasına yaklaştıkça adımı gördüm. Gözlerim parladı. Demek bunca yol boşa değildi. Kimsenin beni çağırmadığı bu yolda kendimin peşime düşmüştüm. Bonapart'ın Zafer Takı'nın altından geçtiği gibi gururlu ve başım dik yürüyerek yaklaştım yanıp sönen sokak lambasının altındaki tabelama. Artık ben kimdim öğrenecektim. Belki üç şeritli cadde değildi ama pekâlâ buraların en önemli en işlek sokağı olabilirdim ben de. Gözlerimi kısarak okudum: Timur Çıkmazı... 13 EKİM DERGİ


Beşiktaş Vapur İskelesi'ne hiç gelmeyeceksin Ortada kalmayacaksın gelip giderken vapurlar Martıların simit yediklerini görmeyeceksin Dokunurken birbirlerine vurdumduymaz aşıklar Gökkubbe puslu olduğunda deniz ise dalgalı Felaket akşamlar yazmayacak hatıralarında Ve Ermeni mahallesinde penceresi cumbalı Evin kara kedisi mahzun kalmayacak kapıda Senin yaşadığın yerlerde dökük bir kilisede Asık suratlı zangoç lalettayin çalmayacak çanı Bir çocuk parasını ararken düşürdüğü yerde Düşünmeyecek hiç papazın kovduğu o şeytanı Beşiktaş'ın ortasında balık pazarının oluşu Gözünle görmedikçe seni ilgilendirmeyecek Bahtı kara tarihin yorarcasına dik yokuşu İnce kemikli parmakları saçına değmeyecek Esmeyecek Üsküdar sahillerinden bir fırtına Tam efendilikle çılgınlık arası şüphe vakti Feleğin çemberinden geçmiş bir kadın ak şalına Bakıp bakıp hiç iç çekmeyecek pazarlık saati Boğazdan gemi akmayacak gözün kan tutmayacak Üşüyen bir şair yürürken İstanbul sabahında Martılar uçmayacak bir sarhoş yerde yatmayacak Mısralar yalnızlık kokarken sağır kaldırımlarda Dövmeyecek senin denizini Barbaros Hayrettin Ateşlerken leventleri 'Ya Allah' deyip topları Dikilitaş'ta yaşı geçkin bir kadın eski derdin Nağmesini mırıldanmayacak gece yarıları Beşiktaş Vapur İskelesi'ne hiç gelmeyeceksin Bir roman gibi biteceksin sonu saçmalık dolu Martılara adını verdiğimi bilmeyeceksin Gemi limana yanaştı mı şaşırırlar hep yolu. Hiç Gelmeyeceksin İlhan Dallıağ EKİM DERGİ 14


Çocuklar maç yapıyor orada. Top nereye giderse onlar da oraya gidiyor. Meselenin yalnızca topa vurmak olduğu aşikar. Belirledikleri kaleye girmese bile memnun gözüküyorlar. Maçı biraz izledikten sonra, gözüm kaledeki çocuğa takılıyor. Yerinde duramıyor. Kalede bir ileri bir geri gidip duruyor sürekli. Top kaleye doğru geldiğinde gözleri açılıyor, yakalama içgüdüsüyle sıçrıyor ama nafile. Tüm toplar belirledikleri kaleden içeri yuvarlanıveriyor. Her seferinde topu heyecanla alıp arkadaşlarına fırlatıyor ki oyun tekrar başlayabilsin. Göz kapaklarım ağrıyor ve yorgun hissediyorum. Gece üstüme örtülürken yerleşebileceğim, sığınabileceğim mütevazı bir yer arıyorum kendime. Daha güzel olan bir yer. Kafamın içindeki anlamsız gürültüyü esir edecek, istediğini vermeyip beni ondan uzakta tutacak bir yer. Böyle yerler aramaya başladığınızda kendinizi aradığınız yerin kucağında bulmuyorsunuz elbette. Ararken yorulacak, yanılacak ve hatta doğru yer olduğundan emin olduğunuz fakat aslında öyle olmayan yerlere umut bağlayacaksınız. En azından benim arayışım beni bu aşamalardan geçiriyor. Biraz daha arandıktan sonra kuru toprak kaplı genişçe, boş bir alan dikkatimi çekiyor. Aslında hiç ilgi duymayacağım cinsten bir yer burası ama oraya baktığımda bana bir şeyler anımsattığı için gitmeye karar veriyorum. Yaklaştıkça gördüğüm şeyler çeşitleniyor. Birkaç eski konut ve oldukça dikkat çekici, merkezde konumlanmış uzun bir sokak lambası fark ediyorum. Lambanın birkaç metre ötesinde ise çok büyük bir taş parçası var. Alanın ilerisinde kurumuş bir çay, onun ötesinde de sahiplerinin meyvelerini topladığı kiraz ağaçlarını görüyorum. Tepedeki güneş kendini hatırlatıp duruyor. Büyük taş ve sokak lambasının arası kale olmuş. Hayal Okuma Seansı Ahmet Bahadır Çıtır EKİM DERGİ 15 Atılım Kozmonot


Bir süre sonra sadece o çocuğu izlemeye başlıyorum. Neyse ki yerleştiğim yer gölge. Büyük alanda tek başına kalmış büyük bir ağacın altındayım. Maçın bitimine yakın kaledeki çocuk kendisine yaklaşan topa doğru büyük bir gayretle sıçrıyor ve topu çelmeyi başarıyor. Bu sırada kolunu büyük taşa vuruyor ama umurunda değil. Tombul ve güneşten kızarmış yüzü galibiyet naraları atmak üzereyken şutu çeken çocuk çıkışıyor birden: “Kaleye gelenlerin hepsini yedi, bir tek benimkini kurtardı.” diye. Kaledeki çocuk ne diyeceğini bilmez şekilde ona bakıyor. Yalnızca ona söylediği şeyin çok saçma ve haksızca olduğunu düşünüyor gibi gözükürken… Ardından diğer çocuklar da olaya dahil oluyor. Ne konuşulduğunu anlayamıyorum. Çok geçmeden kalede duran çocuk alandan uzaklaşıyor ve dolmuş gözlerle evine hareketleniyor. Tam bu noktada anlıyorum o çocuğun ben olduğumu. Olanca hızımla onun yöneldiği apartmana doğru koşuyorum. Fakat apartmanın önüne geldiğimde evine çoktan girdiğini görüyorum. Benim de gözlerim doluyor nedensizce. Küçükken de hep böyle olurdu. Ne yapacağımı bilmediğim ve net bir tavır koyamadığım anlarda gözlerim olabildiğince dolar en doğru olduğunu hissettiği anlarda da o yaşları bırakırdı. Diğer gün okula giderken takip ettim. Üst geçitten geçerken annesine farklı yerlerde olmak üzere toplam 4 kez el salladı. Okula girdiğinde yine yanına gitmeyip izledim. Öğle vakti geldiğinde çantasından çikolatalı bir kek çıkardı ve bahçedeki banka oturup yemeye başladı. İşte bu anda yanına gitmeye karar verdim. Yanına oturduğumda gözlerinin yine dolduğunu ve ağlamak üzere olduğunu fark ettim. “Neden üzgün görünüyorsun?” diye sorduğumda gözyaşları dökülmeye başlamıştı bile. Ses etmedi. Kekin ilk ısırığını hala ağzında çeviriyordu. Bu arada ben de sessiz kalmayı tercih ettim. Ardından ikimiz arasındaki sessizliği bozacak olan yine ben olacaktım. “Dün çok iyi kurtardın o topu.” dedim. Gözlerindeki yaşlar durgunlaştı ve bana bakıp “Gerçekten mi?” diye merakla sordu. “Tabi.” dedim. “Ben olsam kurtaramazdım.” -aynı topu ben de kurtarmıştım-. “Keşke kurtarmasaydım, kurtarmasaydım oynamaya devam ederdim.” diye, düne dair sitem etti. “Olsun.” dedim. “Ben de küçükken oynayamazdım pek.”, “Ben oynayamıyor muyum?” dedi üzülerek. “Bunun bir önemi yok.” dedim. “Kendini eğlendirmenin birçok yolu var. Hayal kurmayı sevmez misin hiç sen mesela?” diye sordum. “Severim herhalde.” diye cevapladı. “E ne güzel işte istediğin, mutlu olacağın hangi an varsa onun hayalini kur o zaman, ben hep öyle yapardım.” dedim. Hoşuna gitmiş olacak ki tebessüm ederek onaylarcasına kafasını salladı. O an aklında bir hayali yaşadığını anlamıştım. Çünkü ben de yaşamıştım. Öğle arası için ayrılan süre sona ermişti. Günün geri kalan vaktinde hep hayal kurmuş. Her teneffüste de bana gelip anlattı. Hatta günün sonuna doğru hayallerini kurdukları şeyleri yazmayı bile denemiş. Günlerden cuma olmalıydı. Tüm çocuklar istiklal marşını okudular. Beni kalabalığın içinden bulmayı başardı. Eve dönerken yazmaya çalıştığı hayallerini beraber okuduk. 16 EKİM DERGİ


Okuyamadığım yerleri kendisi gözleri parıldayarak anlatıyor, bazen yeni şeyler ekliyor ve kurduğu hayallere dair ne düşündüğümü söylememi bekleyen gözlerle bana bakıyordu. Bir hayali şöyle başlıyordu: “Ben kapkaranlık bir ormanda baltamla yürürken...”Bir hayali şöyle başlıyordu: “Ben kapkaranlık bir ormanda baltamla yürürken...” Onu eve bıraktığımda eve ben de girmek istedim. Sobanın yanına yerleşmek ve küçük televizyonumuzdan bir şeyler izlemek istedim. Aslında o da beni davet etmişti. Ama gidemezdim, uyumam lazımdı. Bunu daha fazla sürdürmek istemedim. Gözlerimdeki ağrıyı biraz daha hissettim. Biraz uzamış otların üstüne oturup sahibinin kim olduğunu hep merak ettiğimiz ama hiçbir zaman öğrenemediğimiz, sürülmemiş tarlaya baktık. Bana bu sırada benim hayallerimi anlattırdı. Ben de ona hayallerimi anlattıktan sonra benimle gelip gelemeyeceğini sordum. Tam o sırada arkadaşları onu yeni bir maça davet etti. Arkadaşlarının yanına gideceğinden emindim fakat o benimle gelmeyi seçti. Beraber zihnimde bir yolculuğa çıktık. Tüm bu aşamaları yeniden görerek yorgun bedenimin uzandığı odama geldik. Bana hayallerimden birisini okumasını istedim ve çalışma masamdaki çekmeceyi işaret ettim. Ardından gözlerimi tekrar kapattım. Eskimiş çizgili bir defteri karıştırmaya başladı. Bir sayfada karar kılmıştı herhalde. Sayfa çevirme sesi durmuştu. Onca şeyin ardından benim uyumama vesile olacak şeyi okumaya başlamıştı: “Ben kapkaranlık bir ormanda, baltamla yürürken...” 17 EKİM DERGİ


Misket misali oynayıp kazanılan hisler, Cebe doldurulan nasırlı ve lekeli zihinler, Boşlukta savrulmuş küflü zihniyetler, Birbirine kördüğümlenmiş balon hayatlar, Astigmatlı sevgi köleleri, Terminale müdavim olmuş yapboz parçaları, Ruhun falez yamaçlarında filizlenen umutlar, Susuz çöllerin sancısında. Yıldızlı pakete sarılmış zamanperest silüetler, Diyar diyar dolaşan pirüpak gülüşler, Ateşe aşık iki kelebeğe ithafen, Söğüdün yemyeşil yapraklarına dolanan, Şafak vaktinde mühürlenmiş simalar. Kaderde Açan Mühürlü Karanfil Seda Meriç EKİM DERGİ 18


Buğra Akbağ 19 EKİM DERGİ


Cemal Gürsel Yamalıoğlu 20 EKİM DERGİ


22 EKİM DERGİ


23 EKİM DERGİ


EKİM DERGİ K Ü L T Ü R , S A N A T V E E D E B İ Y A T GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN YAZI- ŞİİR- FOTOĞRAF GÖNDERİMLERİNİZ İÇİN [email protected] @ekimdergi @ekimdergi [email protected] ekimdergi.com


Click to View FlipBook Version