The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by Ekim Dergi, 2022-10-05 08:50:59

Ekim Dergi Ekim-Kasım

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

EKİ M-KASIM 2022 | SAYI 8

EKİ M

İki Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi

Heybet Akdoğan - Emre Mete - Nisanur Hakan
Şeyma Daldallı - Latihan Bozdemir - İrem Karacalı
Büşra Can Yüksel - Özgür Polat - Suay Arsev Işlakca
Ahmet Rıfat İlhan - Oya Engin - R'Ulaş Karakuş - Neşe Aksoy
Sümeyye Ergintürk - Semanur Değerli - Selçuk Küçükkarabay

EKİM DERGİ 1

ADRİNE Komet (Gürkan Coşkun)

Heybet Akdoğan

gökçe fidan aşklarımız
yakıldı kül oldu adrine
büyüttüğümüz baharlar
el kadar pencerelerimizde beklediğimiz newroz
yazıda yabanda
mezarsız ölümlerimiz oldu
şahan atları üstümüzde coşturdular adrine
muhannetler zûlümden yollar kazdılar tecellimize
hani gitsek sığınsak bir yerlere
orda yurt biter mi bize
adrine
kimliğimin gül kırığı
gülüşüne gözyaşları serpilmiş
karanlık gecelerde meyledip durma gökyüzüne
uygarlıktan ürkmüş yıldızlar
bir daha ışır mı bize adrine



*adrine: ermenice bir kadın ismidir.

EKİM DERGİ 2

PLATON'UN
ECZANESİ

Emre Mete

Jacques Derrida bu eseri 1972 yılında La dissemination başlıklı kitabından bir bölüm
olarak yayınlamıştı. Zihin karmaşasına düşüren bu eser bizlere aslında niteliksel bir şeyler
sunmuyor. Keza Derrida kendisi de bu eserin tek bir anlamı olmadığını, her okuyucunun
kendi dünyasından bir şeyler çıkararak anlamlar katabileceğini söylüyor. Post-yapısalcı
Fransız entelektüellerinden olan Derrida Sokrates’in de fikirlerinden belirttiği üzere
nesnelere önem vermenin zararları ve onların etkileri üzerine bir düşünce yapısı kurmuştur.
Türkçeye çevirisi yapısöküm (yapıbozucu) diye geçen bu akım popülist kültürün insanları
ayrıştırıp, parçalaması üzerine ilerlemektedir.

Platon’un eczanesi Platon’un Phaedrus
eserinin etrafında geçmektedir. Sanki onu
çepeçevre sarmış ve onu bırakmak istemeyen
biri gibidir. Bu akımın özünde
yalanlara inanmamak ya da eğer inanıyorsa
bile bunları görmezden gelme olarak
tanımlar. Hakikatin ve değer sorunsallığının
peşinden giden filozof bizlere kaos dolu
bir eser bırakıyor. Platon’un Sokrates’in
ölümünü ele aldığı diyaloglarının üzerinden
giden kitapta ilaç insan vücuduna teatral bir
sunum yapıyor.

Burada iki tözden bahsetmek mümkündür. Bunlar logos ve pharmakondur. Bilginin
kaynağını ilaca bağlamıştır. Fakat ilacın insan vücuduna etkilerinin kesin bir olumlaması
söz konusu değildir. Nasıl ki bir düzeltme/iyileştirme mümkünse Sokrates gibi zehri içerek
hayatını sona da erdirebilirdi. Bir bölümden, “Büyü bozma, şeytan çıkarma ve panzehir
diyalektiktir.” diyor. Burada tam olarak neyi belirtmiştir? Platon’un kehanete, sihirbazlara,
büyücülere ve efsunculara karşı güvensizliği varken neden böyle bir ifadede bulunmuştur?
Burada tez ve antitezlerin çarpışmasını görebiliriz.
Freud’un bizzat psikanaliz kuramını üzerine temellendirdiği “bilinçdışı(unbewusstsein)”
adıyla düşüncenin önüne getirildiğinde ise felsefenin bu anlamda bir psikanalizini (psukhē
analizini) gerektirecek biçimde psukhē, diğer temel yetileri sevgi (arzu; eros) ve şiddet
(öfke; thumos) yok sayılarak yalnızca muhakeme (logistikon) yetisi üzerinden zihne
indirgendiği “bastırılmış” hâliyle önümüzdedir.

EKİM DERGİ 3

Derrida Freud’un burada yanıldığını fark etmiştir ve
yanlış teşhise düşmüştür.
Derrida, baba, oğul ve yaşayan logos’u birlikte ele
alarak, doğrudan Hristiyanlık inancındaki Teslis (Holy
Trinity: Baba, Oğul, Kutsal Ruh) başta olmak üzere
temel kavramlara atıfta bulunan bir niyetini de ortaya
koymuştur. Logos’u baba olarak ele alıp değerlendirir.
Oğul ise bir tür ilaçtır. Bilgelikten gelen tin buradan
oğula aktarılır ve faydalı bir öz elde edilir. Kutsal
üçlemedeki birleşme böylece gerçekleşir.

Yapısökümü var eden yapı bir sandalyenin nasıl
yapıldığı değil onun oluşudur.

O sandalye oradadır ve varlığı oluşuna bağlıdır. Kişinin maddi durumunu ele verecek
nitelikte de olabilir veyahut iyi bir konfor sağlayabilirdi. Oradaki duruşu bir tür ihtiyaçtan
ileri gelmektedir. Lakin bizim burada ele almak istediğimiz sandalyenin kendisi değildir.
Onun özüdür. O bir ağaçtan gelmedir. Ağaçtan önce ise onun oluşumunu sağlayan diğer
maddeler vardı. Yine de ihtiyacın olduğu araç ağaç değil sandalyedir. Hakikat budur.
Hakikat bazen bir yanılsama da verir. Arkadaşlıkların varlıkları da birer hakikattir ama
onlar birer nesne değildir. Saf bir ihtiyaçtan değil de duygusal bağlarla sürdürülürler.
Yanınızda oldukları zaman hissettikleriniz sadece geçici hazlar vermektedir. Oysa bir
sandalye haz değil ihtiyaçtan doğan bir gereksinim verir.

İşte buradan ilacın insan vücuduna ve zihnine nasıl tesir edebileceğini farklı bir boyuttan
ele alacağım. Modern Prometheus olarak bilinen karanlık çağın eseri Frankenstein
üzerinden gideceğim. Doktor Victor Frankenstein’ın kendi bağlamında bilimi ve ilaçları
harmanlayarak yaptığı görsel iktidar bizlere hiç görülmemiş şeyler vaat ediyordu. Bunlar
logos ve pharmakondur işte. Bilgiye olan eğilimi ve ilime olan yaklaşımı ona hiç olası
olmayan faaliyet sundu. İlacın tesiri de böyleydi. İnsanların ilaca olan gereksinimleri var
olma çabalarının kısıtlı yıllarını arttırmaktı. Derrida’nın felsefesinde görünene değil
görünenin görünmeyen kısmına odaklanırdık. Gereksinimlerin hayatımıza etkisi
Sokrates’in isteğiyle içtiği zehir gibidir. Bizlerde vücudumuza isteyerek sayısız ilacı
almışızdır. Kitlesel bir intihar hareketi gibidir. Niteliksel olarak ele alındığında kocaman
bir piyasası vardır. Platon’un “Okuma da bir tür yazmadır” yaklaşımı, pharmakon teriminin
bizlere vaat ettiği ile benzerliği vardır. O bir tür yaşam hilesidir. Nasıl ki yazmak için önce
okumayı bilmek gerektiği gibi, ilacı alabilmek içinde hem yaşamak gerekirdi hem de hasta
olmak.

EKİM DERGİ 4

Sokrates’in baldıran zehrini içmesiyle Platon’un bakış açısı da değişir ve bu intiharın
özünü pharmakon olarak niteler. İşte bu kadar karmaşık bir ağı olan bu kitapta
Derrida aslında bizlere ilaçları övmek gibi bir gayede bulunmuyor. Bu kitap aslında
bana göre iyi bir retoriktir. İlerideki iyi Derrida okumalarında farklı anlamlar çıkarma
ihtimalimin olduğunu düşünürsek felsefenin mantıksal önermelerle ilerleyişi hiçbir şeyi
iki kez aynı bağlamda düşündürtmez. Herakleitos’un dediği gibi, “Aynı nehirde iki
kere yıkanılmaz.”

Dekonstrüksiyon bana milenyum çağında teknolojik aygıtlara olan hayranlığımızı çok iyi
bir şekilde anlatmaktadır. Gereksinim dışı eylemlerimiz bizlerin arzu duyduğumuz
ama ihtiyaçtan doğmayan eylemlere yöneltir. Nasıl ki bir telefonun üst modeli çıktığında
hemen yenisini almayı arzularsak, bunun kapitalist çağda bizlere dayatılan bir fikir
olduğunu fark etmeden bunun içine düşeriz.

EKİM DERGİ 5

KRONİK
KIYAMET

Nisanur Hakan

Kronik bir zamanın alacakaranlığındayız.
Sevginin pek ehemmiyeti yok.
Yüzlerimizde kalbin derinliklerini
saklayamıyoruz. Düşlerin göklerden ırak
olduğu köşeler arıyoruz.

Saklanamıyoruz. Mesela el çizgilerinizin
aynı olduğu bir insan hiç tanıdınız mı? Ya
da tanımak önemli mi? İnsan bilemez mi
siyahın kadifesinde yerin altındaki en
manalı yeşili?

Bu devrin insanı garip ve çekimserdir.
Kendiliğinden tutunamaz dallara yahut
bir balkondan düşecek gibi olur da
çağıramaz imdat diye, böyledir bu devrin
insanı. Kalabalıklar içerisinde yalnızdır.
Sevmenin ehemmiyetini bilmez.

Pablo Picasso, Portrait de Femme Assise



Toprağın yağmura olan aşkını kıskanır, sevgileri dünlerde bırakırız. Ölürüz ama
taziyelerimiz olmaz. Şehirlerimiz is kokar. Kronik bir zamanın alacakaranlığındayız.
Unutamayız. Boş veririz. (Öyle desek de veremeyiz.)

EKİM DERGİ 6

OYUN
ODASI

Şeyma Daldallı

"Belirsizliği at üzerinden ." diyor Douglas. Ellerimi kaldırıp parmak uçlarımı inceliyorum.
Karanlıkta görmek ne kadar mümkünse o kadar görmeye çalışıyorum.

Yıllar önce bir oyun odasında elimde fenerle yer gösteren kişiydim. Işığın cılızlığıyla
mutlu oluyordum. Daha az görmeleri tatmin ediyordu beni. Elimdeki feneri değiştirmemi
söyleyen bilirkişilere cevap vermiyordum. Douglas ise benim aksime arkalarından
kahkaha atıyordu. Sonra bana bakıp, “Kendileri hiçbir şeyi görmüyor üstelik ortalık
aydınlıkken. Ne garip şu insanlar.” Diyordu. Ona katılmıyordum ama bunu belli de
etmiyordum. Onlar görüyorlardı. Bakmayı bilmeseler de görmekle alakalı bir problemleri
olduğunu sanmıyordum. Kendini gerçeklere kapamış insanlara kim kızabilirdi ki. Douglas
kızıyordu. Kaşlarını çatıp bağırarak yapmıyordu belki ama içindeki öfkenin varlığını
bilmek güç değildi.

Oyun odasındaki karanlığı cılız ışığımla aydınlığa kavuşturduğumda çok az kişi minnet
duyardı. Nihayetinde bu benim işimdi. Yardım etmekle karnımı doyuracaktım. Douglas
bunun için acıyordu onlara. "İnsanlar," derdi hüzünlü çıkan sesiyle. "Küçük yaşlardan bu
yana okula gidiyorlar. Sayı saymayı öğrendiler, yazmayı, okumayı... Büyüdüler sokağa
çıktılar. Yaşamayı da öğrendiler. Nedendir bilmem bir tek insan olmayı öğrenemeyenler
var." Bu sözleri canımı acıtırdı. Yüzümde buruk duyguların derin izleri olurdu ona belli
etmemek için kıvrılırdı dudağım. Bu defa haksız bulmak isterdim ama yapamazdım.
Kibarları güçsüz görmeyi kim öğretmişti bize anlayamazdım.

Odaya gelen her yeni kişi fenerin pilini daha çok bitirirdi. Pil bittikçe ışık daha da
azalırdı. İçimdeki heyecanı tutamazdım. Daha çok insan isterdim. Daha çok, koltuklara
sığamayacak kadar fazla. En son kişiye kadar fenerim yansın ama onlar görmesin. Ben
ezbere bildiğim koltuk numaralarına kadar eşlik edeyim. Fazla olanlara ayakta durmaları
gereken yerleri göstereyim. Douglas kaşlarını çatardı. Neden böyle bir istekte
bulunduğumu anlamaya çalışırdı. "O zaman sana ihtiyaçları kalmaz. Karanlıkta yollarını
kendileri bulmak isterler." derdi. Bir yanım bu sözlerine hak verirdi bir yanım inatla
reddederdi. Ben fenerimle yol gösteren kişiydim. Fenersiz de yol gösterebilirdim. Douglas
haklıydı. Karanlığa mecbur olan ışıksız görmeyi öğrenirdi. Ben haklıydım. Onlar
karanlığın koyusuna alışkın olmak zorunda olmadıkları için hep kaçmışlardı. Bu yüzden
görmeyi bilmezlerdi.

EKİM DERGİ 7

Perde açılmadan biraz önceki vakitler
Douglas yerlerine oturmuş insanlara göz
gezdirirdi. Onun gözlem yeteneği çok
gelişmişti.
"Hayatlarının başkahramanlarına bak."
derdi alaycı bir tavırla. "Hiçbir şeyi
olamadıkları hikâyeleri, yaşamları
izlemeye ne de meraklılar." Bu cümleyi
daha birçok yerde daha kullanırdı.
Öfkesinin sebebini anlayamazdım. Bana
anlatmak için çabalamazdı o da. Sadece
içinden geldiği gibi konuşurdu.

Edward Hopper, New York Movie

Bir zaman çok yağmur yağmıştı. Douglas ile oyun odasının dışına çıkıp görünür kapıdan
insanları izledik. Yağmur yağdıkça bir telaş almıştı onları. Douglas ise hasretle izliyordu
yağan yağmuru. Ne kadar ıslanmak ve bir doyum yaşamak istese de yapamazdı. O
hastaydı. Yağmurda kalırsa çok daha kötü olurdu. "Bir kere bilsem nasıl bir his olduğunu...
Bir kere..." diye hayıflanırdı. Üzülürdüm onun için. Ne yağmuru tanırdı ne de güneşi.
Oyun odasıydı onun yuvası. Benimle neden arkadaş olduğunu düşünürdüm. Benimle
neden arkadaş olunurdu bilmezdim. "Sen bana benziyorsun." demişti sorumu anlamış gibi.
"Elinde bir fener var o da olmasa seni gören olmayacak." dudaklarım kıvrılmak istedi
yapamadı. Hoşuma giderdi Douglas'ın bana ulaşabilmesi. Birden kapı açılıp içeri insanlar
girdi. Bilet sordular görevliye. Bu havada dışarıda kalmak korkutmuştu onları. "Hangi
oyuna?" diye cevap alınca, "fark etmez." diye kestirip atmışlardı. "Ne üzücü." dedi
Douglas, gözlerinden ateş fışkırıyordu. "Islanmaktan korkuyorlar ama ne olduğunu
bilmediği bir hikâyeyi izlemekten korkmuyorlar." Eksik bir yaşam diye tanımlardı
Douglas bu tarz olayları. Ölmemek için nefes almak gibi demişti bir defasında. Bunun ne
ilgisi olduğunu düşünmüştüm. Neden bu kadar hayati bir meseleyle bağdaştırdığını sorup
durdum bir süre kendime. Sonra vazgeçtim. Ona her zaman hak vermem ya da karşı
çıkmam söz konusu değildi. Zaten çoğu sözünü ya anlamıyor ya da zihnimle girdiğim
kargaşa yüzünden dinleyemiyordum. Aklımda kalan kısımları olduğu gibi aktarıyorum
şimdi de. Geriye doğru dönüp bakınca anladım ki eğer benimle değil de bir başkasıyla
konuşsaydı tüm bunları o zaman anlamak için daha fazla uğraşırdım ve ne söylese
dinlerdim. Aslına kalırsa benimle konuşmasaydı onu hiçbir zaman duyamazdım. "İnsanları
biraz dinle." derdi bana. Dinlemek gelmezdi içimden kimseyi. Beni hiçbiri duymamıştı.
Cezalandırıyordum kendimce onları. Kimliğimi yok ederek yapıyordum bunu belki ama ne
fark ederdi. Ceza cezaydı.

Oyun başlayınca en arka köşeye geçip fenerimi kapattığımda sahne ışıkları aydınlatırdı
odayı. Bir kaç kostümlü insan vazifelerini yaparken insanların nasıl tepkiler verdiğini
izlerdim derin bakışlarla.

EKİM DERGİ 8

Oyuncuların rolleri bazen keyiflendirirdi onları. Bazen gözlerinden yaşlar dökülürdü.
Bazen de buz gibi bir sessizlik çökerdi odaya. En çok o zamanlar severdi Douglas
insanları. "Bunu yapmayı her zaman için öğrendiklerinde göreceksin çok şey değişecek."
derdi. Bununla ne demek istediğini anlamazdım. O yüzden ne hak verebilirdim ne de
haksız olduğunu düşünebilirdim. Douglas ayrım yapmazdı. Bir olay için iki farklı tepki
göstermek yanlıştı onun için. Doğru bir taneydi. İşte bunun için de ona katılmazdım.
Binlerce insan varsa binlerce fikir var demekti. Doğru nasıl bir tane olabilirdi diye sormak
isterdim. Ama sormazdım. Douglas ile konuşmazdık. O konuşurdu, ben dinlerdim. O
gülerdi, ben gülüşünü izlerdim.

Oyun bittiğinde çıkmak için ayaklanırlardı. Bir köşeye geçip gidenleri sayardım. Onlar
aralarında konuşmaya başlarken tüm sesler boğuklaşırdı. Sadece rakamlar bir dişlinin
çarkları gibi döner dururdu kafamda. Bir, iki, üç... Üçten sonra gözlerimi kapatırdım.
Douglas de kapatırdı gözlerini. Hepsi çıktıktan sonra kontrol etmek için açardı. "Herkes
gitti. O yine yok." Bu cümleyi her duyduğumda gözlerimi açıp düşen damlaları silerdim
usulca. Douglas gözlerini silmezdi. Beni öyle gördükçe boğazından kaçan hıçkırıkları
tutamadığından bahsederdi. Ben onu dinlemezdim o anlarda. Çünkü o anlar hep oyun
çıkışına dek gelirdi. O anlar benim kulağımda sadece bir ses tekrar ederdi. "Baba! Çıkan
ilk üç kişiden biri ben olacağım."

EKİM DERGİ 9

CADILAR Paul Klee, Witch Scene

Latihan Bozdemir

Gelir kulağa acayip fısıltılar;
Uçuşur, gecenin göğünde cadılar.
Dudakları açınca sihir kapısını
Restore ederler kalbin yapısını.
Geceyle mest olanın onlar dostudur.
Nice kazanlar hep mehtapla doludur.
Biraz dalga ruhu ve hüzün katarlar
Görülmemiş bir derinlik yaratırlar:
Ve kendi kendine açılır örtüler;
Gözükür en diri hâliyle ölüler.
Zamansız ve mekânsız gezer dururlar,
Boşlukları boşluklara doldururlar.
Sonra büyük ağaçlar, keşfedilmemiş
Ve vuslat ibadeti terk edilmemiş.
Milyondan teke şekilsiz yükselişler,
Gidişi hapseden o mutlak gelişler.
Derinlik inerken derinden derine
Âdeta vurulur bir mühür derine.
Görüp göreceklerin seni korkutmaz,
Cadılar kaybolsa da seni unutmaz.

EKİM DERGİ 10

Geride Bırakılan ve
İpte Sallananlara
İthafen

İrem Karacalı

Biliyorum, bu Dünya devasa saçmalıklar düzeninde dengede kalmaya çalışan bozuk bir
terazi.
Hangi adalet kavramı gerçeğine yakın merak ediyorum ve
Koskoca dev ananaslarla boyasam belediye binasını; kim bana adaleti gösterebilir?
Adalet gitti, belki de hiç gelmedi
Bırakılan birisi gibiyim geride
Şimdi bu sıcakta, yanmış bir evciliği yürekleniyorum.
Kırmızı olmasa kan akıtırdım her sabah bileğimden.
Belleğimden silmek için yaşadıklarımı,
Hatırlamamak, unutmaktan zor.
Terazinizi sevmiyorum, ah şu güneşin dili olsa da anlatsa sizi.
Cambazım bir ipte ya da kendi odamda bir bilgisayar başında.
Müziğim olsa yanımda, birkaç parça kağıt ve kalem.
Gülebilirim günlerce
Deliririm belki,
Belki de çoktan yaşadım bunu.

Abidin Dino, Balık Pazarı

EKİM DERGİ 11

PSKYHE'NİN
GÖR DEDİĞİ

Özgür Polat

Anlam kendisini bulmak isteyene gelir,
görene de göz olur diyelim ve bu eksenden devam edelim.
İnsan eylemlerine, haritanın bütüne bakıyorum bazen, bir ruh doktoru gibi.
Belki üzerinde çalışmayı tutkuyla sevdiğim insan ruhunu incelemek için kartal bilge
gözlerim, dalgıç yüzgeçlerim vardır.
Belki derin sularda yüzmekle evrensel olarak görevimi yerine getiriyor,
hem kendime hem dünyaya iyilik yapıyorumdur.
Sebebi bu da olabilir akışın gizemi de.
Gelelim bulduğumuz anlamlara;
İnsanların pek çoğunda bir olmamışlık, bir eğretilik, ukde kalmış şeylerin yarattığı o
çocuksu utanç var.
Buna yetişkin samimiyetsizliği diyorum kendi terminolojimde,
varolan bu eğreti duruşta, varolan; yokmuş gibi veya sosyal çevrenin onaylayacağı bir
kılıkta ortaya çıkarılıyor çoğu zaman.
Psikolojide kompleks denilen bu halden,
her insanın payına düşeni aldığı da bir gerçek.
Yani hepimizde var tam iyileşmemiş bir kırıklık.
Tıpkı ekmek yapan fırıncı dünyanın, undan başka kaynağı olmaması gibi.
Fark yaratan kişinin çizikleri ile nasıl bir yol izlediği.
Bu bi eleştiri değil;
tam aksine, şefkat.
Gerçeği söyleme isteği,
bakmanın sıcaklığı,
tanıklığın vergisi.
Zaten bu noktaya, bu olgun, şefkat yerine varmıyorsak, daha maya halindeyiz, demektir.
İlaç insandır kendiliktir.
Parecelsus mühim olan dozdur der.
Çünkü zehir kaçınılmaz ve ilaçta zehrin dönüşmüş hali.
Bilgeliğin çıkış noktası burası, sıfır zemin.
Defne yaprağı güneşte fazla kalıp iyice olgunlaşmazsa sizi zehirler, hatta yok eder.
Yeterince bekleyip, ererse olgunluğa,
Esans olur, tat olur, ilaç olur.

EKİM DERGİ 12

Anlamak, konuşmak elzem dostlar,
Konuşmak, sağaltımı, kabuk değişimini sağlar.
Bu, yaratımın kendisidir.
"Gerçekler yırtıcı ve tehlikelidir " bir bakıma öyledir ki tanımak, ona yaklaşma cesareti
göstermek onları sakin ve yaşanılası kılar.
Onların üstüne çıkmaktan ziyade, içinden geçebilme rahatlığı bizi biz yapar.
Onuncu köyü çok eskiden tanırım, demir bir yatak gibidir.
Bütün iç disiplini gelişmiş, potansiyelini ortaya koymuş insanların uyuduğu yerdir
orası.
Neden bunca yıl anlaşılmamış, doyurulmamış yanları bu kadar gölgede bırakmış
insanlar ?
Çünkü hayat gailesi, çünkü toplumsal yapımızın, bireysel farklara özen göstermektense,
ajitasyona ilgisi var.
Çünkü arabesk durumlara yada kurban psikolojisine desteği ile gelişen bir suç ortaklığı
var yaşadığımız coğrafyanın.
Bu coğrafyanın belirlediği kader noktalarını, kendi elimizle değiştirmek durumundayız.
Bunun için demir yatak yetmez, ateşten gömlek de giymek gerekir.
İnsan adeta eksikliğinden utanır, giydirilmemiş ayakkabı, gönderilmemiş okul, olmayan
anne, gelmeyen baba, duyulmamış çağrılar, karşılanmamış ve yeterince ilgi
gösterilmemiş her şey.
Suçluluk hissi ne zaman yapışmıştır yakanıza kim bilir,
Mühim olan ondan korkmadan anlayıp tanık olmakta sonrada bırakmakta.
Evet bırakmakta.
Hatırlayın, tutunduğunuz, sahip olduğunuz her şeyi.
Düzenlemek sizin elinizde, kimi neyi tutup, kimi neyi bırakacak yada sizden giden ve
kalanlara nasıl yaklaşacaksınız.
Bu yazı kendine iyi bakma sanatı adına yazıldı, belki orda durup düşünecekseniz.
İşler önce zor sonra kolay olacak çünkü bazen özgürlük kime teslim olacağını
bilmektir.
O kişi sadece kendiniz en derin en içten halinizdir.
Yavaş yavaş üstünüzdeki duygu yoğunluğu azalacak çünkü kırılganlığın olağan orada
hissettiğinizin geçici ve orda kalan kişinin kalıcı olduğunu anlayıp, dengeyi yakalayıp,
minik zihin egzersizleri yapacaksınız.
Bulutlar üstünden geçin...
Gökyüzü oradan çok güzel.
Hayat usta olmadan bitmez eğer acemiliğinize değerli bir yaklaşım sergilerseniz büyük
armağanlar da verecektir.
Haydi koyulun yola...
Çünkü geçen yüzyıldan geçip geldiğimiz bugün, dünyaya, dramadan psikolojiye
romantizmden sanatsal bir bütünlük ve bilimsel objektiviteye geçen bir evrimi verdi.

EKİM DERGİ 13

Sanatçı olmak sevginin ta kendisi olmak anlamına gelir.
Zeka da bu sevgiyi evrensel olarak anlamaktan geçer.
Her şey emek ile varolur ancak nefes almak kendiliğinden.
Kendinize iyi bakın.
Çünkü kral çıplak.
Ve bunu söyleyen çocuk bir harika.

Sir Edward John Poynter, Psyche

EKİM DERGİ 14

BİR DEDE
MASALI

Suay Arsev Işlakca

Körfezin pırıltısı eskimiş pervazlara
çarpıyordu. Odada iki tane sinek uçuyor,
camdan çıkmak için uğraşıyordu.
Çocukluğumun bütün balonları bu evin
odalarında havalanıyor sonra tontonumun
odasında toplanıyordu. Kolonya ile ispirtonun
yoğun kokusu birbirine karışmıştı. Bu kez
karışımın ölçüsünü dengeleyememişti.
Halbuki dedem iyi bir dengeleyicidir.
Kırışık, ince bir deriyle kaplı ellerini, renkli
kolonya bidonlarında gezdirir. Kuyumcu
titizliğiyle, boyunları zürafaya benzeyen
şişelere doldurur. Doldurma işleminde bakır
bir huni kullanırdı. Huninin kokusu hiç
geçmezdi. Her şişeye bir miktar ispirto
koyarak şişelerin kapaklarını kapar. Bunları
yaparken hep çocukluğundan bahsederdi.

Gustave Caillebotte, Sunflowers along the Seine

Son zamanlarda gerdanı sararmış, gözlerinin parlaklığı azalmıştı. Küçük odasını daha sık
kullanır olmuştu. Aylık tekrarladığı bu işlemin süresini uzatmış. İspirto miktarını
artırmıştı.
Selanik'in görkemli havasından gelen bu delikanlı şimdi sadece bu küçücük odada
zorlanan bedeniyle nefes almaya çalışıyordu. Eylül'ün sarısı ile yeşilini, kışın beyazı ile
siyahını, ilkbaharın mavisini, yazın turuncu ve sarısını onunla anlamlandırmıştım.
Renkleri onunla öğrenmiştim, çizmeyi resmetmeyi. Dedem Eylül’dü sabırlı ve sakin. Okul
günleri onunla başlardı. Okul kıyafetlerimi alıp ilk onun yanına giderdin. Kıyafetlerin
kumaşını titizlikle inceler, ceket düğmelerini sağlamlardı. Rugan ayakkabılarımın altlarına
bakar, çizikler atardı.

Dedemle arkadaş gibi sütlü çayımızı alır, masamıza otururduk. Türkiye'ye nasıl
geldiklerini Göztepe'ye nasıl yerleştiklerini masal gibi anlatırdı. Dünyaya meraklıydı.
Birlikte harita çizer, boyar, ülkeleri konuşurduk. Mevsimlerden en çok eylülü severdik.
Balık yasağı da bitince mutlanırdık. Bol limonlu hamsiye bayılırdık.

EKİM DERGİ 15

Küçük oda dedemin bize duyurmadığı ağrılarından şikayetçiydi. Tontonum, göz
kapaklarını dinlendirmek için daha fazla kapatıyor. Odası daha da kararıyordu. Yavaş
yavaş gelmekte olan kış da ışığını azaltmıştı. Pencereleri kapatmak zorunda kalıyorduk.
Balonlar havasız odada kalıyor. Beni yalnız bırakmıyordu. Her geçen gün hava biraz daha
erkenden kararmaya başlıyordu.

Dedemin evine pek misafir gelmezdi. Soğukların arttığı bir gün, bir el zile basmıştı. Bu zil
umut gibiydi. Zille yalnızlık kasvet uzaklaşır, diye umutla kapıya koştum. Gelen, uzun
zamandır uğramayan dedemin kardeşiydi. Dedem bu çatallı sesi duyar duymaz keyiflendi.
Gözlerini aralamakta zorlanan dedem doğruldu. Sırtına yastık alıp oturdu. Ben de
keyiflenmiştim, onun hareketlenmesine. Misafirimiz odada yer alan tek sandalyeye oturdu.

Hoş beşten sonra Dedem dirseğinden destek alarak yastığının altındaki kağıtları çıkardı.
Oralı değilmişim gibi dikkatimi penceredeki iki sineğe çevirdim. Hâlbuki bu sonuçları
bende çok merak ediyor, kalbimin gümbürtüsünü duyuyordum. Bu Fransa görmüş,
Latinceyi iyi bilen kardeşin yorumuna odaklanmıştık. Katlanan kağıtları açtı, baktı baktı.
Garip bir güvenle gözlüklerinin altından gözlerini dedeme dikerek, sanki o hiç
ölmeyecekmiş gibi bir rahatlıkla, “sonuçların iyi değil , son evredesin her şeye hazırlıklı
ol. ”dedi. O an kulaklarım uğuldadı. Dedemin yüzüne bakamadım. Kendimi denizi
görebileceğim bir pencereye attım. Hangisi kötüydü yaşam umudunu söndürmek mi,
bilineni dile getirmek mi yoksa adamın bu kadar rahat olması mı? Adam, yarım saat daha
oturup gitti. Kapıyı ardından sertçe kapattım. Geriye konuşulanlar, dedem ve ben
kalmıştık. Sanki hiçbir şey olmamış gibi dedemin odasına girdim. Küçücük bedenimle ona
sarıldım. Yatağına gömülmüş dedem gözünü kapamaya çalıştı. Sonra birden gözlerini açtı:
“Birlikte kimsenin olmadığı bir dağa gidelim mi, küçük bir evimiz olur.” dedi. Elini
tuttum. Rahatladı. Pencereyi soğuk olmasına rağmen açtım. Balonlarımı uçurdum.

EKİM DERGİ 16

İNSANSIZ Daiesi Terazono, Painter

Ahmet Rıfat İlhan

Şundan bir şey anlayan varsa
arayıp bulsun
beni derinlerde
mümkünse tabii.

İnsanlar yatayda yaşarken
senin derinlere dalman
sanatla uğraşmanın ayrıcalığıymış.

Batsın böyle ayrıcalık
orman gibi yaşamak varken
bir ağaç yalnızlığına
mahkum etmek kendini.

Denendi ama doyurmuyor
insansız sanat yapmak
ne kadar çağdaş olursa olsun.

İnsanı arayana göre değil
bu kadar modernlik
kaldı ki insanlardan uzaklaşmak
sanata göre de değil.

Hem insansız sanatın
başına bir şey gelse kim üzülür
insansız araç gibi?

Bundan bir şey anlayan varsa
beni derinlerde arayıp
bulmasına gerek yok artık
çoktan yüzeye çıktım çünkü.

EKİM DERGİ 17

Her Şeyin Kare
Kare Yazıldığı
Senaryo

Heybet Akdoğan

Her sabah hazır bir psikoloji ile güne başlıyoruz. Hazır düşüncelerle, hazır deneyimlerle
ve hazırlanmış duygularla.

Otomatiğe ayarlanmış şekilde uygun yerlerde, uygun performanslarla yaşamaya devam
ediyoruz. Akşama kadar devam eden bu döngünün sonunda uyku saati geliyor. Ertesi
sabah kaldığımız yerden devam ediyoruz hayata.

Sürprizi olmayan bir döngü bu; yoksullaştırıcı, yozlaştırıcı, tüketici, aynılaştırıcı ve
robotlaştırıcı bir "devr-idaim." Herhangi bir olaya karşı nasıl bir tavır sergileyeceğimizin
önceden belli olduğu bu yapay düzen, herkesi aynı konumda sabitleyerek, o konumda
aynılaşmış sözlerle insanları bir şeyler söylemeye yönlendiriyor. Söylenilen her şey aynı
ve verilecek tepkiler farklı değil. Öyle ki gazeteler çıkmadan, TV programları başlamadan
birçokları ne yazacağını ve ne söyleyeceğini hatasızca yazıp, söylüyor.

Tekerrür etmiş tarihe artık gündelik yaşamlarda eşlik ediyor. Bu nedenle tarih çok uzak
değil, içinde bulunduğumuz her anın içinde tekrarlanan zaman dilimi. Haliyle çemberin
içinde koşan, koştukça menzili göremeyen durumdayız.

Peki tüm bunların yanında sanat, kültür ve bilime ne demeli?

Sözde bizim için olan sanat, kültür ve bilim alanında yapılan çoğu çalışmalar, müşterisinin
psikolojisini tahkim etme ve toplumdan soyutlanmış özel bir kesimi tatmin etmek için
gelişiyor. Böylelikle her yenilik, her mesele popüler algılar üzerinden değişime uğrayıp,
konuşuluyor ve ancak popülizmin sınırları içinde evrimini devam ettirip, tartışılıyor.

Dolayısıyla her şey, sıradanlaşmış (amaçsızlaştırılmış) insanlar için, birikime değil,
yabancılaşmaya yol açıyor.

İçinde bulunduğumuz asrın, yabancılaşmanın bir başka boyutu olarak benliğimizde
yarattığı ego, kendimize ve birçok şeye hakimiyet kurmanın içgüdüsel sonucu.

EKİM DERGİ 18

Bütün vaktimiz, egomuzun doymak bilmeyen varlığını doyurmakla ve dayatmakla
geçiyor.

Çağı çekip çevirenler tarafından şekillenen kişiliğimizle adeta uzaktan kumandayla
yönlendirilen birer robota dönüşmüşüz.

Hayat endüstriye dönüşmüş vaziyette. O endüstrinin üretim merkezlerinde hepimize yeni
düşünceler, beğeniler, arzular ve duygular üretiliyor. Üstelik en dramatik halimiz ise,
kendimizi özgür hissettiğimiz yere ulaşabilmek için koşarken, koştukça tutsaklığa
yaklaşmamızdır.

Oysa daha ne çok şeyler birikiyor kendimizle
aramızda.

Ah!.. farkına varabilsek.

Sığlaşan akıllarımızla, cahil cesaretlerimizin
dünyayı yaktığı vakitlerdeyiz. Başkalarını
dinlemeyi, anlamayı bir kenara koyalım;
kendimizi dinlemekten ve anlamaktan
mahrum bırakılmışız.

Pablo Picasso, Grande Nature Morte

Kendimize bu kadar uzak kalmışken bir başkasına ( sevgiliye, dosta), başkalarına
(yoksullara, öksüzlere, sokak çocuklarına ve yalnızlara) nasıl yakınlaşabiliriz?
Etrafımızdaki insanlar ve uzaktakiler sadece görüş alanımızda. Sevmek kehanet gibi,
sevilmek ise kahin anlatısı.

Israrla sürdürdüğümüz iradesiz oyunun içindeyiz. Öyle bir senaryo çizilmiş ki hayata, her
şey kare kare yazılıyor.
Koskoca kayboluşlarımız sığmıyor hiçbir yere. Sesimizin hayata düşen yankıları acı,
ayrılık, yalnızlık ve ölüm.

Cevabını kaybetmiş ya da hatırlanmayan soru gibiyiz. Acaba cevabı bulunur mu sorunun?
Ya bulunursa; cevabı vermek için yürekli olan kim?
Aradığını unutan umutsuz nesil, aradığında kaybolan gelecek kuşağız. Kovalamacalar
içinde giderken yürüyenlerimiz öteki, kalanlarımız hain.

Kanıksamalardan hâlâ bıkmıyoruz. Her güne yeniden başlarken insanlık suç, insan olan
suçlu. Hakikat ise, ışığını karanlıktan devşiren aydınlık.

EKİM DERGİ 19

VEDA

Oya Engin

Çalar saatin sesiyle uyandım. Zilin odaya yayılan huzursuz sesini susturduğum halde
melodisi hâlâ kafamın içinde çınlamaya devam ediyordu. Bir süre yatakta hareketsiz
yattım. Uzun zamandır içimi burgu gibi delen o uğursuz his de benimle birlikte uyanmıştı.
Aslında gün boyunca yataktan hiç çıkmadan uyumaya çok ihtiyacım olmasına rağmen bir
an önce kalkabilmek için uyku mahmurluğundan sıyrılmaya çalıştım. Yattığım yerden bile
havanın kasvetini hissedebiliyordum. İçim daha da sıkıldı. Oysa dün gece izlediğim film
beni ne kadar keyiflendirmiş son aylarda yaşadığım sıkıntıları neredeyse unutturmuştu.
Gözlerimi açmadan filmin en çok etkilendiğim sahnesini zihnimde yeniden izlemeye
koyuldum.

“Postacının getirdiği mektubu açan kız, yazılanları okuduğunda tüm dertlerinden
kurtulmuş; önünde kendisini bekleyen yepyeni hayatına koşar adımlarla…”

Filmin bu karesi dün geceki gibi bir etki yaratmayınca isteksizce gözlerimi açtım.
Gördüğüm ilk şey tavandaki avizenin köşesinden sarkan örümcek ağı oldu. Kalın güneşlik
ardında saklanan kara bulutlu gökyüzünü görmek istemediğimden ters tarafa doğru dönüp
odanın havasını kokladım. Artık geçmişte kalan çocukluk sabahlarımdaki fırından yeni
çıkmış börek kokusunu aradım. Bir de ev halkını her sabah bin bir özenle hazırladığı
kahvaltı sofrasına çağıran annemin şakrak sesini.

Patlak bir hoparlörden sokağı çınlatan seyyar satıcı anılarımda kalan annemin sesini
bastırınca yataktan kalktım. Önce tül perdeyi, ardından güneşliği en sonunda da pencereyi
açıp içeriye taze hava doldurdum. Banyo faslından sonra mutfağa geçtim. Artık neredeyse
bomboş olan buzdolabında kalan son iki yumurta ve bir parça kurumuş peynirle yolculuk
öncesi altlık denecek cinsten bir kahvaltı yaptım. Salona geçip kolileri son kez kontrol
ettim, üzerlerinde yazan adrese boş gözlerle baktım. Hiç bilmediğim bir şehir, mahalle,
sokak, market, eczane, kebapçı, seyyar satıcı, iş, kapı önü kedileri… Siz hiç görmeden bir
şehire, bir eve, bilmediğiniz bir yaşama yolculuk ettiniz mi? Dün geceki filmdeki kız ne
kadar da sevinmişti. Peki ben niye sevinemiyorum?

Kahve yapmak için mutfağa geçtim. Ocakta işim bitince istemsizce gaz düğmesini kapatıp
tekrar açtım. Bir süre gazı alevsiz olarak havaya saldım. Sonra etrafa yayılan o sevimsiz
kokuyu kokladım. Acaba bu koku içine dolarken o ne hissetti? Geçmiş, yine bir hortlak
gibi peşime düşmek üzereyken telefonum çaldı.

EKİM DERGİ 20

Aceleyle ocağın düğmesini kapatıp vanayı sıkıştırırken “Seninle sonra hesaplaşacağız”
diye mırıldandıktan sonra telefona cevap verdim. Kargo şirketi gönderileri birazdan
alacağını haber veriyordu.
Fincanımı yıkadıktan sonra mutfağa son kez göz gezdirdim. Masanın başında taze fasulye
ayıklayan ninem, kıyır kıyır baklavaları maharetle açan annem, bozulan ekmek kızartma
makinesini ille de mutfakta onarmaya çalışan babam, su içme bahanesiyle mutfağa girip
kurabiye tırtıklayan kardeşim, sebzeler, meyveler, hamur parçaları, yemekler, reçeller, mis
kokular bir biri ardına bana veda ettiler. Bu kadar çokluktan bu kadar yokluğa geçişimi
kendilerince kutsadılar.

Kargo şirketi elemanları kolileri
alıp gittikten sonra açık pencereyi
kapatmak için tekrar yatak
odasına geçtim. Perdeleri
çekerken karşı apartman komşum
yaşlı öğretmen kadınla göz göze
geldik. Elindeki küçük poşeti bana
doğru gösterip eliyle gel işareti
yaptı. Anlaşılan bir veda daha
vardı.

Evin içinde son kez dolaştım.

Vincent Van Gogh, The Yellow House

Eşyaları odaların ortasına öbek halinde toplamış, üzerlerini de kocaman beyaz örtülerle
örtmüştüm. Nedense böyle durumlarda insansız evlerin eşyaları hep beyaz örtüler altına
gizlenirdi. Tıpkı ölüler gibi. O kadar uzun zamandır örtülüydüler ki altında hangi eşya var
tam olarak hatırlamıyordum bile. Salon vitrininin camına skıştırılmış aile fotoğrafına
takıldı gözüm. Üniversiteyi bitirdiğim bahar çektirmiştik. Ninem yeni ölmüştü. Hepimizin
yüzünde fotoğrafçıya doğru bakarken bir sahte gülümseme vardı, oysa içten içe yas
yüklüydük. Ninemin ördüğü mavi renkli bir süveter vardı üzerimde. Demode bir havası
vardı; herkes angora, shetland, lambswool kazaklarla gezerken ben el örgüsü bir süveteri
giymek istemezdim. İnadına üzerine yemek döktüm, leke oldu. Annem ne yaptı etti o
lekeyi çıkarmayı başardı. Ninem ölünce vicdan azabımı hafifletmek için onsuz
çektirdiğimiz ilk fotoğrafta isteyerek o süveteri giymiştim. Hüzün, hüzün… Bu ev ne çok
hüzün biriktirmiş.
Telefonumun alarmı evden çıkmam gerektiğini hatırlatınca babamın marangozluğa
heveslendiği yıllarda acemi elleriyle yaptığı ahşap portmantodan mantomu ve
ayakkabılarımı alıp, giyindim. Uçak biletimi tekrar kontrol ettikten sonra bir taksi çağırıp
evden çıktım.

EKİM DERGİ 21

MATEM Jacopa Vignali, Cyparissus
AĞACI

R'Ulaş Karakuş

yüküyle kavrulmuş ve
ta avuç içlerime savrulmuş
batmak üzere olan bir gemi
oturdu karasularıma canhıraşane.

büyürken zamanın kundağı tırnak uçlarımda:
-bu eller benim miydi

içimi, yonta yonta
kazmakla bitiremeyen çukurların kazmasından ve yarasından


kt
üm

-bu sızı bu iz benim mi

fıs ıl da dım toprağa ayak izlerimi
çağırdım kuşlara el izimi
asırlık servi ağaçlarına yaslarken esriyen döşümü
oldum şiirler okurken geyiğimle vur-ul-dum:
-bu acı ses benim mi sevgili tanrım

-öfkeme yapışmış bu matem benim!

ya bu kesik bir günahtan kovulmuş
ok atan eller
-bu eller benim miydi
-benim miydi.

EKİM DERGİ 22

IŞIĞIN
KUTSAMASI

Büşra Can Yüksel

Bir düş gibiydi kendimi arayışlarım.
Düşüncelerim ve benliğim.
Niceliğimin görünmez enginlerinde dalgalanıyordu tüm Tanrısallık
Tıpkı bilinçdışı rüyaları gibi,
Savruluyordum bir gerçeklikten ötekine.
Arıyordum içimdeki katmanları.
Derinlere, daha derinlere gidiyordum,
Çağların mitlerindeki gibi.
Gülümsüyordu içimdeki şeytan.
Gülümsüyordu ve boğuk sesiyle uzaklaştırıyordu beni var olan gerçekliğimden.
Bu tiksinç, ruhsuz ve bir o kadar da sahte olan dünyada.
Karartıyordu varlığımı oluşturan her bir uzvumu.
Yaprakları solan bir çiçek misali.
Biliyordu içimin derinleri,
Kalbimde yatan ışık dolu güzelliği ve gücü.
Dayan diyordu o güç, ancak sesi yetişemiyordu zihnime.
Cılız bir yakarış gibi adeta,
Uyanıkken farkında olunmayan.
Uyurken ise şahlanmış bir at gibi koşuşturuyordu ormanlarında benliğimin.
Uyumak istiyordu bilinçli halim.
Uyumak ve uyanmamak.
Uykularımda kavuşuyordum gücüme ve ışığıma.
Sessiz yakarışlarla devam ediyordum günlük yaşantıma.
Gündüz güneşin ısısı, gece ayın ışığı ile güçleniyordum,
Hayata tutunabilmek adına.
Şimdi bıraktım tutunmaları ve tüm zorlanmaları.
Akışta ve tüm olabileceklerin kıyısında.
Sessizce oturuyor ve düşlüyorum.
Birleşeceğim günü onunla.
Ah, o saf ışığın gücü.
Gündüzün ışığı ve gecenin düşü.
Çok geçmeden geçir ruhumu ele.
Birleşsin zihnim o büyük güç ile.

EKİM DERGİ 23

Yaşamak

Neşe Aksoy

Bir çatlağın içine sıkışmış tüm sıkıntılar
Varoluşun sancılarından doğuyordu
Ve insan olmanın bilinen halleri
Görme, duyma, tatma
Hepsi de sığlaşmıştı
Alabildiğine gerçeklikten uzak


Gerçeği bilemeyecektim

Yine de bir arzu tutturmuş bilmek için
Hep daha ileri bir noktayı hedefleyerek
Oysa devinimleri çaresizdi sıkıntının
İçi oyulmuş kendiliğin ve bana küskün ben

Bir dosyayı kapatmak ister gibi



Yine de süregiden bu şey, yaşamak yani
Ama hangi yaşamak?







Rene Magritte, The search for the absolute

EKİM DERGİ 24

KİRALIK
BİSİKLET

Sümeyye Ergintürk

Yere serpilen çamların gölgeleri arasında, hafif
esen rüzgarın göğsüme verdiği serinlikle
yürüyorum. Etraftan gelen her ses, attığım
adımlarla uğultulara karışırken ilerideki
bisikletçiye takılıyor gözlerim. Aklım birkaç
sene evvele gidiyor. Lise yıllarında işte tam
burada, en yakın arkadaşımla bisiklet kiralayıp
gezdiğimiz, hüzünlerimizin neşeye karıştığı
yıllara. İçimi saran bir hasretle gidip bir bisiklet
kiralıyorum.

Ayaklarımı pedallara atıp çevirmeye
başladığımda iki teker üzerindeki bir saatlik
özgürlüğümüz canlanıyor gözlerimin önünde.

Ocar Dominguez, Yellow Bike

Aslında hasretimin o bir saatlik özgürlüğüme olduğunu hissediyorum. Ailemizden zar zor
izin kopartıp sabahın erken saatinde aceleyle geldiğimiz bu botanik parkta, bir saat bisiklet
üzerinde parkı turladıktan sonra dondurmalarımızı alır gölgelikteki bir bankta dertleşirdik.
İşte o zamanlara dair en sevdiğim, hatırladıkça yüzümde tebessüme sebep olan şeydir bu
ufak tefek silik hatıralar. O zamanlar buraları avucumuzun içi gibi bilirdik. Ağaçlıkların
arasından geçer, keşfettiğimiz yerleri bilen tek biz olduğumuza kendimizi inandırırdık. Bu
gizli yerlerde oturup dinlenir, henüz kendimizi bile tanımıyorken kendimizce büyük
meselelerden konuşurduk. Yaşımız kadardı derdimiz. Kahkahalarımıza bir iki damla
gözyaşı karıştığı olurdu. Sonra hep hayal kurardık. Mesela aynı üniversiteye gidecektik.
Birlikte bisiklet satın alıp her yere onunla gidecektik. Ayrı bir tutkuydu bizim için bisiklet
sürmek. Dedim ya işte, hız yaptıkça özgür olduğumuzu hissederdik. Pedal çevirdikçe
rüzgara savaş açardık. Yüzümüze tatlılıkla esen meltem rüzgarıyla bir olurduk da yine de
ona karşı çıkardık. Aslında ikimizin de hayaliydi lisedeyken bisiklet satın almak. Ne
paramız vardı ne de buna izin verecek ailemiz. Okulumuz evimize uzak olduğu için hep
karşı çıkarlardı. Çok da haksız sayılmazlardı gerçi. Ben Yıldırım’ın bir ucunda, okulum bir
ucunda. Hem “ Kız çocuğu bisiklet mi sürermiş?” Eee kime neymiş?

EKİM DERGİ 25

Çocukluğumda bana bisiklet sürmeyi öğreten ağabeyim oldu. Önce dört tekerle başladık
tabii. Komşumuz Deli Esma hep kızardı çok ses olduğu için. “Gidin kapınızda oynayın.”
Der, bir terlik fırlatırdı arkamızdan. Bizdeki de çocukluk aklı ya alır terliği geri götürürdük.
Tabii bir de öyle azar işitirdik. Ama asla uslanmak yok. Ne yapalım? Annemiz de başka
yere göndermezdi. Balkondan baktığında görünürde yoksak başlardı telaşeye. Dört
tekerden iki tekere geçince hiç tutamaz oldu bizi. Tabii iki tekere geçmemiz de güç bela
oldu. Az toslamadık elektrik direklerine. Yokuş aşağı inerken az yaralamadık dizlerimizi.
Zamanla mahalleyi keşfe çıkmaya başladık. Bazen annem bizi aramaya çıkardı. Korkardı
kadıncağız. Oysa gittiğimiz yerler de bir iki sokak ilerisiydi.

Hiç unutmam bir gün ağabeyim benim bisikletimle düşmüş mü, duvara mı toslamış? Ne
olmuşsa, bisikletimin direksiyonu kırılmış. Ondan sonra uzunca bir müddet bisikletim
olmadı. Tabii bizde mızıkçılık etmek yok. Kardeşlerimin bisikletine sırayla binmeye
başladık. Sonra büyüdük, büyüdük.. Biri babama bir bisiklet vermiş, onu bana getirdi.
Getirdiği günü dün gibi hatırlarım çünkü daha mutlu olamazdım. Frenleri tutmuyordu ama
bunun da bir çözümü vardı. Ayaklarımı yere sürterek yavaşlardım hep. Bu bisikleti de fazla
kullanamadım. Hem her yeri dökülüyordu hem de büyüdüğüm için laf söz oluyordu.
Ondandır hep içimde ukde kalması.

Sonra yıllar geçti. Lisede benim gibi bir arkadaş buldum. Aynı hayalleri kurduk, aynı hazzı
tattık. Hep aynı heyecanla çevirdik o pedalları. Kendimize ait olmasa da o bisikletler, biz
onlara aittik. Lise bitince yollarımız ayrıldı tabii. Başka üniversitelere gittik. Yine bir
bisikletim olmadı. Kurulacak bir hayal de kalmadı. Şimdi bisiklet sürmenin bile tadı tuzu
kalmadı. Bak bir saat geldi geçti. Ne hayallerle çevirdiğimiz pedalları şimdi yalnız başıma
çeviriyorum. Bir hayalim yok. Yalnızca hayal meyal canlanan hatıralarım var. Şimdi gökte
ilkbaharın tatlı güneşi, yüzüme vuran o meltem rüzgarı yok. Dümdüz, hiçbir gizli geçidi
olmayan şu yollarda tek başımayım. Solumda arkadaşım, yolumda gizli geçitlerim,
yeşilliklerde papatyalarım yok. Yüzüme esen rüzgar bile bir başka artık. Daha sert, daha
soğuk. Yere bakıyorum, sararıp solmuş yapraklar. Göğe bakıyorum sonbaharın güçsüz
akşam güneşi , son ışıklarıyla bana gülümsüyor. O gülümseme taa içimde saklı kalmış
hatıralara hayat veriyor.

Yüzüme buruk bir gülümseme takınıp bisikleti aldığım yere teslim ediyorum. En güzel
zamanlarıma şahit olan şu parka dönüp son kez bakıyor, görebildiğim her yeri bakışlarımla,
bir anne şefkati ile okşuyorum. Buğulu gözlerimden iki damla yaşın akmasıyla titrek bir iç
çekiyorum. Hayatımın baharında yaşanmış en güzel hatıralarıma gülümseyip, yavaşça
ayrılıyorum parktan. Her adımımda sesler uğultulara karışıyor, her adımımda rüzgar daha
sert esiyor. Sanki hatıralarımı benden alıp götürüyor.

EKİM DERGİ 26

Tanrı ..... Dedi

Semanur Değerli

"Kim kuşları kafese koydu" dedim
Tanrı 'insanoğlu' dedi

Bir utanç sardı bedenimi
Hissettiklerime en yakın terim cehennemdi

Ama en iyisi göğe fırlatmak kafesleri



Kim attı dedim beni bu dehlize
Tanrı ' kudretim' dedi

Bir kaşık sevgide geliyor boğasım
Bu yaşamak işini beceremiyorum



"Hangi türde canıma kıysam" dedim

Tanrı ' yasak ' dedi
Geldim öyle meçhul hayat'a
Yaşıyorum öyle avare dünyada

Belki de zorla

Fikret Mualla, Chianti Şişesi ve Balık

EKİM DERGİ 27

RENGÂRENK Burhan Doğançay, Early New York Subway Wall
DÜŞLER

Selçuk Küçükkarabay

rahat yine mor uzaklarda
beyaz teller siyaha inat
görünmez diyarlar çorak
aklımda, dilimde, yüreğimde
iki hece
dağlar beni acımasız

mazi yine karanlık uzaklarda
sesim de sessizliğim de
görünmez diyarlar kurak
aklım, dilim, yüreğim
iki hece

ati yine rengârenk uzaklarda
tüm ihtişamıyla
görünmez diyarlar tuzak
aklıma, dilime, yüreğime düştü
iki hece

sadece düş’tü

EKİM DERGİ

KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT

YAZI- ŞİİR- FOTOĞRAF
GÖNDERİMLERİNİZ İÇİN
[email protected]

GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİNİZ
İÇİN

[email protected]

@ekimdergi @ekimdergi


Click to View FlipBook Version