The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by Ekim Dergi, 2023-04-16 14:21:44

Ekim Dergi Nisan Mayıs 2023

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

E K İ M N İ S A N - MA Y I S 2 0 2 3 | S A Y I 1 1 Barış Özemre - Emre Mete - Şeyma Ece - Resul Nazım Parlak - Ece Budak Deniz Güzel - Zeynep Ayan - Atılım Kozmonot - Fatih Akar - Mustafa Oral Yusuf Sevingen - Yasemin Coşkun - Gözde Erzurumlu - Kübra Nur Çakmak Muhammet Demir - Beyza Ergül İki Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi


Selam Bertolt Brecht, ligandlarla sesleniyorum sana duyuyor musun? Sever misin bilmiyorum fonda Arianna Savall'den Adoucit la melodie çalıyor Şairin acısı ansıdığıdır ya Hatırlarsın belki. Acımızın kontrplaklarında istiflendikçe güç bulan sanrı çoğalıyor, Çoğalıyor durmadan, üşenmeden. Sen gittikten sonra İyi bir duvarın önünde, İyi tüfeklerden çıkan, İyi kurşunlarla vuracaklarımız çoğaldıkça çoğaldı. Fakat iyi bir duvar bulmakta güçlük çekiyoruz sevgili dostum Çin seddi bittikten sonra Bütün iyi duvarcılar oracıkta yığılıp kaldılar herhalde. ll.Filip'ten sonra tekmil filosu batan azdır da Bizim buralarda filoları bile isteye batıran çok oldu Titanic romantikliğini sahiplensek son çırpınışlarda Bütün güzel sanatçılarımız köhne bir sokakta yok oldu. Sen olsaydın "Peki kim vurdu akıntı çağanozluğunda o güzelim müzisyenleri" diye sorardın. Yoksun'luk endişeye mahaldir sevgili dostum Selam Bertolt Brecht, ligandlarla sesleniyorum sana duyuyor musun? Dünya şavaşlarından sonra nüfus arttı Daha çok yüz görmeye başladık Daha çok kalp ve kalpsizler... EKİM DERGİ SELAM BERTOLT BRECHT B a rı ş Ö z e m r e 1


EKİM DERGİ Tanklar; V panther, mark I yahut Katyusha gibi değil, çok mekanikleşti Daha çok insan öldürür oldu. Artık her mecrada sesimiz bastıramıyor megafon sesini Dediğin gibi sevgili dostum: "Sayımız yavaş yavaş azalmada Sloganlarımız orda burda dağınık" Bir susku virüsüne gebeyiz Doğuramıyoruz isyanı Etrafımızda bir karanlık çoğalıyor Unuttuk şarkılarımızı.. Korkuya bağlananlar Aynalardaki en korkanı bulmuyorlar Söylemiyorlar şarkımızı Ah dostum, O kadar demokrasi baharı geldi ki Biz hiç yeşeren bir çiçek görmedik buralarda Ayazda bot izleri, Yüksek teknolojiden zafer çığlıkları atan tüfek sesleri duyduk Ama bir insan sesi? Asla! Ne de çok Franco yetişti bağrımızda Selam Bertolt Brecht, ligandlarla sesleniyorum sana duyuyor musun? Aşk ve isyan şiirlerini yazdığımız topraklar Aşkın kör ihanetinden ölen isyancı mezarlıklarıyla doldu Heinle ve Rika hatırlanması güç olan efsaneler olarak kaldı Senin yedi gülü olan dalında Altı gül kim vurduya gitti Kalan son gülün ise halâ bende. 2


Önce kelimenin etimolojik değerlemesini yapalım. Kötü kelimesi Eski Türkçe olan köti sözcüğünden evrilmiştir. Kaşgarlı’nın "Kıpçakça" olduğunu belirttiği ketü sözcüğüyle şayet eşdeğer ise Eski Türkçe ke (geri, arka) edatıyla ilişki kurulabilir. İlk bahsedilmiş ise köti "fena, yaramaz" [Divan-i Lugat-it Türk (1070)]’ü gösterir. Kötülüğü tanımlamak için insanlar çok basit ifadeler kullanırlar. Bir şeyi yaftalamak basittir. Victoria çağında insanlar kendi çocuklarını melek ya da şeytan olmaları fikirlerini öne sürecek kadar cüretkâr olabilmişlerdir. İnsanın yaşadığı dönemdeki baskılarla kalıptan kalıba gireceğinin en iyi örneğidir. “Kötülüğün, öte yandan, sebepsiz olduğunu ya da kendi kendini yaratığını düşünürüz.” ifadesiyle bize ne demek istemiştir? Birisi sizi uyarmak için dokunduğunda sizin düşmenize sebep olsa bu kötülük olmuş olur muydu? Bu bağlamdaki tez biraz aykırı durmaktadır. Kötülüğü anlarken karşı tarafa verilen zarar olarak düşünürüz. O halde bu eylemde kötü bir eylemdir. “Açlık, sabahın ikisinde bir fırının kapısını kırmak için yeterli bir sebeptir ama bizim polis gibi çoğu insan bunu geçerli bir sebep olarak görmez.” İşte bu anlatı aklıma yıllar evvel okuduğum Açlık kitabını getirdi. Sokaklarda yaşamaya mahkûm ve karnını doyurabilmek için her türlü işi deneyen bir adamın sokakta kaldığı için tercih edilmemesi onu hırsızlığa yönelmez miydi? Bir gazete parçasındaki bulduğu bir yazı onu farklı bir alana yöneltmişti. Banklarda uyuyan insanların, evlerinde sıcacık yuvalarında uyuyan insanlardan farkı neydi? Bu onları suç işlemeye yönelten yoksulluk hali insanı kötü yapacaksa diğer kötülük hangi açıdan değerlendirilirdi, bu tamamı ile ikileme düşürecek bir konuydu. Ahlaka uygun olmayan, etik dışında kalan ve dinsel olarak tasvip edilmeyen her türlü davranışa kötü diyoruz. Toplumsal olarak pek bir problem arz etmese de dinsiz olanların kötü olduğu argümanı Sami kökenli dinlerde çok yaygındır. Ahlak ise her toplumda ve ülkede değişkenlik gösterir. EKİM DERGİ KÖTÜLÜK ÜZERİNE BİR DENEME (TERRY EAGLETON) E m r e Me t e 3


Hatta bazı kabileler de ve eski uygarlıklarda aile içi evlilik normaldi. Etik ayrımı ise bu ikili ile bağdaşsa da daha çok kişiselleşmiş bir davranıştır. İşte bu kavram böylesine kaos yaratmaya hazır bir kelimeydi. Kitap karakterlerinden kötülük boyutuna bakalım biraz da. Robinson Crusoe’u ele alabiliriz. Kendi yaşamını kuran bu adam yaşadığı yere ne derece kötülük etti ya da kendisine yaptığı bu eylemle kötülüğün en büyüğünü kendine yapmış olabilirdi. Belki de aksine iyi bir eylemde bulunarak yalnız yaşamıştı. İngiltere’de yazıldığı dönemlerde çok fazla rağbet görmüş bir romandı. EKİM DERGİ 4 Peki Faust hikayesinde kötü olan hangi taraftı? Şeytan mı yoksa anlaşmayı yapan doktor mu? Belki de iki tarafta kendi iyilikleri için yaptılar. Kötülükten bağımsız bir işti. Hegel, kötülüğün bireysel özgürlükle eşgüdümlü geliştiğini söyler. Bu aklıma bir çoğumuzun bildiğini düşündüğüm bir kitap karakterinin değişimini ve kötülüğe olan eğilimini getirdi. Yüzüklerin Efendisi serisindeki Gollum karakterini okumadıysanız bile duymuş olabilirsiniz. Asırlarca yüzüğün laneti ile yaşayan bu yaratık hem iyinin hem de kötünün aynı bedende buluştuğu bir canlıydı. Yüzüğün laneti onu kötülüğe sürüklese de hobbit yanı içindeki bastırılmış iyiliğe hayır diyemiyordu. İşte günlük yaşamda da insanlar olarak böyle ikiyüzlü yaşamlar yaşıyoruz. Aslında en büyük ve ilk kötülüğün ilk insan olan Adem’in eşi olan Lilith’in yaptıklarına atfedilir. Birçok kişi ilk kadını Havva olarak bilse de iş öyle olmamıştır. Lilith Adem’e karşı gelmiştir. Her Ademoğluna zarar vereceğine yeminler ederek ondan uzaklaşır. Aslında bu olayın derinliği çok fazla olsa da burada ona giremem. İlk kötülük aslında dinsel boyutta budur. Unutmadan şunu da ekleyeyim, Lilith ilk feministtir. Yazar Graham Green’in kitabı olan Brighton Rock kitabındaki Pinkie karakteri özünde hiç içki, sigara kullanmayan, dans etmeyen hatta çikolata yemeyen bir insandır. Burada bir kötülük ya da iyilik yoktur. İşin garip yanı bu karakterin bir seri katil olmuş olmasıdır. Kötülük kavramı bu kadar ortada bir olaydır. Katilleri çok seven insanları düşünürseniz bunu biraz daha iyi anlayacaksınızdır. Şeyma Ece


O katil olduğu için kötü değildir, kötü olduğu için insanları öldürmektedir. Kendisi sadece 17 yaşındadır. Schopenhauer’a göre insan yaşamının devam etmesi kadar aptalca bir şey yoktur. Bu pesimist yaklaşımın altında aslında hayat neden devam etmeli sorusu vardır. Sahi hayat neden devam etsin ki? Egolarımız bize bizim önemli olduğu fikrini kabul ettirse de hiç de öyle değiliz. Doktor Jekyll ve Mr Hyde’ın hikayesini bilenler bu kötülük karmaşasındaki ikiliği daha iyi gözlemleyecektir. Bir canavara dönüşen doktor kötülüğün birçok yolunu denese de aslında o kişi Mr Hyde’ın kötü ve şiddete eğilimli yanıdır. Doktor özünde iyi bir insandır. Bu hikâye aslında insanın iki yanının da olduğunu ama kötülüğün daha arzulanabilir bir eylem olduğunu göstermiştir. EKİM DERGİ 5


Galiba havanın yağmura ihtiyacı var, Cam diplerine mahrum kalmaya bizim. Güzel hava istifalarına ara vermeye, Uyumaya, uyanmamaya rahat yataklarımızda. Su içmeye sakince Ve ekmek bölmeye rahatça, Hem de diğer yarısını düşünmeden, Hem de bilerek en ufukta görünmeyen yerlerdeki İnsanların bile ekmeği aramadığını. Ah şöyle sevilmeye ihtiyacımız var, Ha tanrı, ha devlet, ha diğer insanlar tarafından. Sokakta, işte ve hayatta kaygusuz insanlar tarafından. Bu insanlar ve ben ve herkes ve sokakta kedi, Yaşamaya ihtiyacı var. Bir hesabı var yaşamakla arasında, Memleketin yağmura ihtiyacı var. Bütün yolsuzluk ve nefreti ve sefaleti Tırnaklarımızdan sökecek bir yağmura. Uyusak uyanmasak. Rüyamızda bile derdimiz, İnsanca olsa. Çakıl taşının şekli bozsa kafamızı. Başımıza düşen su damlası ıslatsa. Ağlamak! Ağlamak! Yalnızca sevinçli günlerde, Bu insanlara borcudur. Yüzümüzdeki gülümsemeyi bizden çalanların Bir yağmur bir rüzgâr esse, Esamesi kalmasa şu günlerin. YAŞAYAN ŞİİR R e s u l Na z ı m P a rl a k EKİM DERGİ Emilio Longoni, The Speaker At The Strike, 1891 6


Sizden epey yukarıda tozlu bir raftayım sakin ve hoş sayılır sessizliğim içimi dinlemezseniz dinlemeyin size gürültü dinletmeyeceğim bu dinleyeceğiniz sessizliğim, sessizliğimiz, sessizlikler sizden epey yukarıda tozlu bir raftayım nasıl gelmişim buraya, kim bilebilir zaman haddini aşarak geçmiş yalnız nasıl gelmişsem güzel gelmişim, başım ve gövdem sapasağlam hala başımın sağlamlığına şaşmak gerekir, öyle şeyler doldurdum ki ona insanlık kadar eskidi başım boş verin- benim başımdan daha önemli şeyler var, vardır her zaman epey yukarıda tozlu bir raftayım ya da ben tozluyum, kim bilebilir zaman geçmiş haddini aşarak artık uzanmaya hevesim yok aşağıdaki tuhaf kargaşaya olur da, olmaz ya, çekerseniz beni yanınıza, şunu bilin kitap film siyaset dönerken boyuna sinekleri neden öldürüyorsunuz derim SİNEKLERİ NEDEN ÖLDÜRÜYORSUNUZ? SİNEKLERİ NEDEN ÖLDÜRÜYORSUNUZ? sizi pişman edene dek sürdürürüm bunu, kovmak zorunda kalırsınız beni kovun zaten, bu ne biçim masa, içimden içine sineklerden yürüyeceğim kimse yok! bekleyemem aranızda, saatleri görünmez olana dek bölün yine beklemem anında ciğerlerimi şişirir patlatır bu kaba hava ne güzel görünür sonra ciğerlerim meydanda, şaşarsınız, sizinkine benzemez ama şimdi kovun beni durmayın, tutun yakamdan, saçımdan, burnumdan elinize ne gelirse, sürüyerek çıkarın beni buradan öteye, daha da öteye, sineklerin hakkını buldurun bana bulduğumda gülerek döneceğim elimde yeni bir yasayla, olmadı ben uyduracağım zor değil bugünlerde bir şeyler uydurmak ve yutturmak kitlelere sineklerin ahlak yasasını yutturacağım ben de size, hadi bakalım! boş vermeyin- nasıl öldüğümüzden daha önemli hiçbir şey yoktur, diğer her şey buna bağlıdır her zaman! tek madde ama önce kovun beni, kovun uzatmadan kovun sinekler gibi! SİNEK YASASI E c e B u d a k EKİM DERGİ 7


Taşrada kadınlar, eteklerinde çiçekleri. Buz mavi gök, Altında güneşin. Acının mı yüzleri, yüzleri mi acının ? Kan misali gelincikler Rüzgara boyun eğen. Altı yaşında Topraklı elleri, memesinde annenin. Eli karnında yeni gelinin. Kerpiç evin arka bahçesi, Unutulmuş sakinleri. Zaman ayrımından mütevellit, Geçmişin gerçeği. EKİM DERGİ SANRI D e n i z G ü z e l 8 Fikret Otyam


Trajikomik bir hadisedir bu efendim. Neresinden bakarsan oraya kör oluyorsun. Tutunabilirsin elbette nesnelere, soyutlara. Soyutlara dediğimi görse çok gülerdi en samimi dostum. Gerçeklikten kopuş çabam komik geliyordur elbette. Bir yandan materyalist kelimesini çokça kullanıyor olmam da cabası. Nesnelere ve soyutlara tutunmak diyorum bu yüzden. Biri ötekinden ayrı tutulabilir mi sıradan İnsanlar için. Şayet tutabilmeyi becerebilirsem adımı duyarsınız. Aksi halde avazım çıktığı kadar bağırsam da beş metre öteye duyurabilirim sesimi. Ki bu dahi bir başarıdır şimdilerde. Bir kişiyi dahi sevmiş olsan hayatın kurtulmuş demektir, o seni sevmese bile gibi bir şey söylüyordu bir yazar. Adını anımsayamadım. Okuması sahiden de haz verici fakat gerçekliği sorgulanabilir. TRAJİKOMİK BİR HADİSE EKİM DERGİ Z e y n e p A y a n 9 Sahiden de karşılıksız bir duyguyla hayatın kurtulur mu, sevmek bu denli yüce midir? Bir yön kazandırdığını söyleyebilirim kesinlikle fakat hayatını kurtaracak olan şey bu sevgi midir yön müdür diye sorgulamak isterim. Eğer cevabımız yön ise (ki bence öyle olmalıdır) sebebi tek bir kişiyi sevmeye indirgemek çok basit kalabilir. Bir kelebeğin kanat çırpışı efendim, düşlemesi trajikomik. Konumuzdan sapmadan trajikomik gibi bir köke dönelim. Bazı zamanlar acı gibi (işte buna yüce diyebilirim) bir duygu deneyimlediğimizde içinden çıkılmaz vaziyetlere hapsolmuş hissedebiliriz. Yıllarca sürebilir, cezalandırıldığımızı düşünebiliriz. Ve sonra ödüllendiriliriz, en azından öyle zannederiz. Bu noktada en agnostik olan ben bile ilahi bir güce yaslanabilirdim (yaslanmadım). Fakat ne kadar komiktir ki ödüllendirilmediğimi anladığım o anda evet diyorum, bunu bir güç yaşatmış olabilir. Bu trajikomik hadiselerde tüy yumağıyla oynayan bir kedi, kemik fırlatılan bir köpeği anımsatabiliriz. Atılım Kozmonot


Bize bu güzel oyuncağı veren şey canı sıkıldığında kendi uğraşlarına dönüyordur belki de. Düşlemesi sahiden de zevkli. Bizim de alt zihindeki canlıların tanrıları olduğumuzu varsayarsak muazzam derecede mantıksız değildir bu. Kendimizi biraz küçültebiliriz bence. Narsist bir yansımadan bakmamalıyız yaşananlara ve bunu söylerken kendime gülümsüyorum. Başkalarının hayali olabilecek acılarımdan sanatsal bir gaye güderek bahsetmek adına bunları kaleme alıyorken. Sayın okuyucu, avazım çıktığı kadar bağırıyorum sana. Keskin kılıçlarımı saplıyorum ahşap duvarlara. Çok da şiddetli değil, materyale de önem veriyorum. Oldukça hareketliyim, yerimde duramıyorum. Beş metre çapındaki yerimde duramıyorum. Alanım daha geniş olsa bir yere saplanır kalırdım belki de. Gösteriyorum kendimi alanıma. Mırıldanıyorum, bu kadar çıkıyor avazım da. Ellerimi kirletiyorum tozla, ışıkla. Trajikomik bir hadisedir bu. EKİM DERGİ 10


Kimliksiz gecenin kimliksiz insanları, Bir adımlık mesafeden korkup alınamayan cüzdanların içinde, Annem, kardeşim ve insanım kimliksiz. Artık kimse yok enkaz altında Gündönümünde bırakıldı hepsi, Hepsi karın yumuşaklığı ile gaddarlığınızdan korunarak, Sessizce çekip gittiler saltanatınızdan. Bir koca gün boyu gri betonun ve Postallarınızın ve aflarınızın yolsuzlukla yaptığınız Ve çaldığınız her kum zerresinin Sizin altınızda bu halk. Enkaz bir koca şubat günü boyu, siz 20 yıldız eziyorsunuz masum bedenimizi. Ve ben lise öğrencisi dün bırakıp geldiğimde Geride ailemi, Gecesinde bir İstanbul fırtınası bir boğaz ağrısıyla uyuyamayan ben, Orada olduğumdan daha fazla düşünüyorum şimdi orayı. Ben kimliksiz şehirden gelen lise öğrencisi Üzüntü ve keder içinde boğuluyorum. Binlerce kilometre ötesinde, Ben yanıyorum. SALLANMAKLI ŞİİR R e s u l Na z ı m P a rl a k EKİM DERGİ Giu s epp e Pellizza da Volp e do, Il Q u a rto Stato, 19 01 11


Ve ellerim, ki narindir Çalınmadığı vakitlerde ülkemin canlarının Sizin rantlarınız tarafından, Ancak soğukta uyurken kardeşim, Sen sıcak yatağının yanına bile yaklaşamazsın. Ellerim sizin enkazınız olacak! Ellerim canı yanan herkesin elleri Ellerim sizin nefretiniz ve kibrinizden uzak herkesin elleri Ellerim bu halkın elleri Ellerim yakanızda Ellerim enkazınız olacak! Ve gece çökerken dünkü deprem kargaşasından uzak Ben dünü düşünerek yine sizden nefret duyacağım. Bunu unutmayacak ellerim. Bu yanınıza koyup gideceğiniz bir masum hakkı değil, Ellerim hepinizin ölümü olacak. Ellerim bu halkın elleri. Sizin pisliğinize batmamış herkesin elleri. EKİM DERGİ 12


ÖLÜM GÜZELLEMESİ "Kendilerini gerçekten felsefeye vermiş olanların sadece ölümle ve ölmekle ilgilendiklerini diğer insanlar büyük bir ihtimalle hiç fark etmez." der Platon. Kendilerini gerçekten felsefeye vermiş olanlar ise Sokrates’in dediği gibi cehaletlerinin farkına varmak isteyenlerdir. Peki neden istenir ki ölüm? Bu istencin temel nedeni varoluşsal sorgulamalardır. EKİM DERGİ F a ti h A k a r 13 Varoluşsal sorgulamalar sonucu bu istencin oluşmasının sebeplerinden ilki; bu dünyanın geçici olduğu, üzerimizdeki Maya örtüsü kalktıktan sonra ulaşılabilecek başka bir gerçek dünya olduğuna inanmak, ikincisi ise; bundan sonra var olunup olunmayacağı umursanmadan, yaşanılan bu hayatın herhangi bir amacının olmadığı ya da toplumlarca kabul görmüş amaçların mantık dışı olduğunun düşünülmesi nedeniyle daha fazla devam etmesinin istenmemesidir. Görüldüğü üzere “bildiğimiz tek şey hiçbir şey bilmediğimizdir.” Bu sorgulamaları belki de Delfi tapınağının girişindeki "Nosce Te Ipsvm" mesajıyla “kendimizi bildiğimiz” için yapmaktayız. Ve Nietzsche; “Neticeten kendi ölümümüzü överiz, gönüllü ölümümüzü, biz istedik diye bize geleni”. Salvador Dali, The Horseman of Death


EKİM DERGİ Sessizce yaratılmış bir beden var ortada, Kargalar tarafından yontulmayı bekliyor. Gazete kağıtlarıyla sarılmış kaldırıma, Uykusunu almış yarası, kabuk bağlıyor. Öfkeli şairin kalemi durur omuzlarında, Yaz desen yazamaz ama kürek bekliyor. Toprağı doldurmuşlar metrekarelik kuyuya, Düşsen düşemez, ama ayakta duramıyor. VARILACAK YOL Mu s t a f a O r a l 14 Belli ki ölümler gerek duyardı yaşamaya, Bedelsiz dualar kabul edilmeyi düşlüyor. Kargaşanın ortasından duyulur ağlama, Biz de yaşadık ama ölüm bizi bekliyor. Vincent van Gogh, Wheatfield with Crows


KUYU Ökkeş'in oğlu Abdo, yaşamı boyunca yalnızlığı yeğledi. Ökkeş, çok sosyal bir varlıktı halbuki. Bu durumda Abdo'nun asosyalliği Ökkeş'ten kaynaklı değildi. Ortada kalıtımsal bir durum olmaması, umut vericiydi. Ne olmuştu da Abdo, Ökkeş'e paralel bir evlat olmamıştı? Meçhul orası... Ökkeş, kara kara düşünüyordu. Gecesini gündüzüne kattığı da oluyordu. Bazen iki elinin arasına başını alıyor bazen de sırtını yere verip tavanda arıyordu sorusuna bir yanıt. Gözleri yumuluncaya kadar düşünüyor, deliksiz bir uykunun üstüne gardiyan edasıyla göz kapaklarını kilitlerken sımsıkı yumrukları açılıyordu bir gonca gibi. Sıktığı dişleri de cabası... Uyku, gevşetiyordu insanı. Kapanış, böyle bir açılışa gebeydi işte. Esaretin, özgürlüğe gebe olduğu üzere... Ne yapıp edip Abdo' yu dipsiz kuyu gibi içine çeken ininden çıkararak topluma katmalıydı. Katmalıydı da nasıl? Meçhul bir meşgalede eğleşiyordu kendi kendine. Türlü türlü yollar ile yaklaştı Abdo'ya. Söz gelimi Abdo'nun bulunduğu her ortamda toplumun estetik evsafını göklere çıkardı durdu. Olur da gönlünü topluma çelerim diye... Abdo, bunların hiçbirine kulak asmadı ve dönüp de bakmadı bile. Yavan ve bayat geliyordu ona. Ucuz numaralara karnı toktu. Büyük numaralar, yalnızlıkta gömülü bir hazineydi sanki. Bir gün duyduk ki Abdo, kendisini asmış. Canına kıymadan evvel yalnızlığını paylaşan dört duvara şunları yazmış: "Mutlu olduğum yerdi vatanım. Bu nedenle benim vatanım, dört duvar arası. Beni unutun. Sizinle değildim ki anasınız. Ben kim miyim? Bugün diri, yarın ölü bir insan... Babacığım, askıda bir ölü var. Hayat seni, mezar beni bekler, bırak ölülere karışayım. Büyük numarayı buldum, en büyük numara için beni gömün. Gömün ki en ulvi yalnızlıktan onu çıkarayım." Y u s u f S e v i n g e n EKİM DERGİ 15


EKİM DERGİ 16 Yasemin Coşkun


Paltosunun cebine koyduğu elini yumruk yaptı ve sıktı. Isınmak için parmaklarını kenetlemesi yetmiyordu artık. Kışa bir türlü hak veremiyordu, anlayamıyordu onu. İnsanlara, hayvanlara, bitkilere ne vaat ediyordu? Rüzgâr? Kar? Yağmur ya da soğuk. Bu mevsimi sevemiyordu bir türlü. Adımları hızlandıkça düşünceleri de vehimleri de artarak devamlılığını idame ettiriyordu aklında. Gölgesini gördüğünde gölgenin ne olduğunu yargılamaya başladı kendi içinde. Sahi neydi gölge? Karaltıdan ibaretti. Herhangi birinin karaltısı. Başını yukarıya doğru kaldırdığında gökyüzünün aydınlığına esir edilmiş karaltıya, kendi karaltısına acımasızlık yaptığını düşündü. Uzun düz saçları, siyah paltosu ve büyük çantası yansımıştı dükkân camına. Dış dünya demek böyle görüyordu onu. Peki ya varlığı sadece bu kadar değilse? Ya da varlığı bu değilse? ZAMANSIZLIĞIN MEVSİMİ EKİM DERGİ G ö z d e E r z u r u m l u 17 Bedeni kaç mevsimi görmüştü bilemiyordu. Zamanı algılayamıyordu. Varlığının zamanını birkaç yıl birkaç ay, birkaç mevsime sığdırmak istemiyordu diğerleri gibi. Kabullenememişti insanoğlunun safsatasını. Varlığının zamansızlığından bıkkın düşse de anılarının ondan ne denli uzak olduğuna ilişkin bir mevsimsel ölçü yapabilirdi. Karşı sokağa doğru gözlerini çevirdiğinde denizin dalgasının rüzgarla olan ahengine bakakaldı. Ürpertiyi hissettikten sonra elini paltosunun cebinden çıkardı ve kışın ona başlangıcı, ıstırabı anımsattığı kanısına vardı. Nedensizce diğer mevsimleri düşünmek istemedi. Belki de varlığının ne kadar uzun süre olduğunun bir ehemmiyeti yoktu. Zamansızdı varlığı, bedeni, ruhu, bilinci. Arabaların arasından geçerken dalgaların hiddetli sesini duyabiliyor denizin o tuzlu kokusu genzine kadar iniyordu. Heyecanından adımları birbirine karışarak tökezlese de sonunda yavaşladı ve durdu. Derin nefeslerin eşliğinde kulağında suyun çarpma sesini işiten bu varlık zamansızlığın mevsiminde yaşamaya karar verdi. Ne insanoğlunun safsatası olan kurallı zaman ne de onun kendi yarattığı ölçüm umurunda değildi. Vakti gelmişti artık. Mevsimlerden zamansızlıktı. Ve o bunu çok sevmişti. Kübra Nur Çakmak


Muhammet Demir 18 EKİM DERGİ


Sanırım yaşamsal içgüdülerime dayanarak son arta kalanlarla neler yapabileceğim bilincine ulaştım. Buradaki bilinci diğer tüm sahip olduğum bilinçlerden ayıran şey yokluğuydu. Bizi varlığıyla tatmin eden birçok şey aslında yokluğuyla dolduruyor olabilir miydi ? Var olduğuna inandığımız bir yanılsamaydı belki de ? Yokluğuna inandığım bilincim varlığımı temsil ediyordu. Belki de ben oydum o bilincim kendisiydi ruhsal varlığımın. Varoluş sancısı kapladı işte ruhumu. Sorguladıkça sarsılıyor ruhum. Mutlak bir soru kafilesi ortak bir noktada buluşuyor. Sonsuz yaşamı vadediyorlar fakat bu pek mümkün değil. Yaşamı büsbütün hissediyorum içimde. Yaşamak fakat bir o kadar da ürkütüyor. Üstüne yaşamı vadettiğim ruhum ve bedenim neyden ibaret? Sonsuzluk evreninde mutlak bir arazide onlara hiç rastlanılmamış ki. Öyleyse bunca savaşı geçici bir bulunma için neden veriyorum? Ruhların ve bedenlerin birbirine tutunması neden böylesine şiddetli fırtınalara mutabık? Böylesine istinaden gökyüzü artık taşıyamıyor suyu. Geçici bulunduğu her yaşamsal alanda adına çok daha farklı sesleniliyor. Çığlığın ve kocaman boşluğun içinde ilerliyor. Ona bir bedende ilerlerken rastladım. Söylesene bir varoluş kaç mekanda yer edinir, kaç farklı isim alır? Farklı yerlerde farklı anlam kafilesinin içinde yer edinebilir? Tıpkı evrende varlığına inanıp yokluğuyla sınandığımız çözüme kavuşamayan birçok şey gibi. Küçük bir su damlasının hikayesi gibi… Ruhumda fırtınaların tadı var. Tüm yaşayışlarıma bir umut kapısı vadediyorum, bütün yaşayan ruhlara. EKİM DERGİ DURAĞIN SOL TARAFI B e y z a E r g ü l René Magritte 19


EKİM DERGİ K Ü L T Ü R , S A N A T V E E D E B İ Y A T GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN YAZI- ŞİİR- FOTOĞRAF GÖNDERİMLERİNİZ İÇİN [email protected] @ekimdergi @ekimdergi [email protected]


Click to View FlipBook Version