The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by Ekim Dergi, 2023-03-01 05:13:36

Ekim Dergi Mart 2023

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

E K İ M MA R T 2 0 2 3 | S A Y I 1 0 Latihan Bozdemir - Barış Tutunan - Fatih Akar - Yasin Gültekin - Buse Ünal Kardelen Semerci - Peyman Hürmüz - İdris Ayayna - Maria - Nihal Sipahi Erdi Akbulut - Ilgar Kuzu - Atılım Kozmonot - Çağlar Gülcan - Nursena İnal Berat Fırat Yegin - Seda Namver - İlknur Top - Öykü Öz - Baran Düzgün Ömer Haydar Karakuş - Yasemin Coşkun - Ahmet Bahadır Çıtır - Ramazan Özçelik Şeyma Ece - Rıfat Çöteli - Zehra Nisan Turhan - Koray Özer - İlyas Arabacıoğlu Ayşe Ceylanlı - Furkan Oral - Kübra Nur Çakmak İki Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi


Saraylar saltanatlar çöker Kan susar bir gün Zulüm biter Menekşeler de açılır üstümüzde Leylaklar da güler Bugünlerden geriye Bir yarına gidenler kalır Bir de yarınlar için direnenler Adnan Yücel


EKİM DERGİ Tenhada boğulan ışıklar gibi Bir sönüp bir yanıp belirmekteyim. Yanık eller, aklı gıdıklar gibi Kahkaha atarak delirmekteyim. Koşar duvarlarda çıplak cüceler, Jiletten kamışlar, kemiğe değer. Kapkara bir kuşun ağzında haber Var mı diye bakıp ürpermekteyim. YATAKTAKİ RUH L a ti h a n B o z d e m ir Mustatil cinnetim çatlasın diye, Aziz beddualar, çıtlasın diye, Ansızın kalbimde patlasın diye Ecel balonumu şişirmekteyim. Zaman, içimde bir yağ tabakası; Ömrü kesip biçen vagon makası. Damlıyor gözüme ateş halkası Ruhumu yatakta pişirmekteyim. Frida Kahlo, The Bed 1


Hiç düşündünüz mü? Kaçımız sadece duyduğumuz bir sesten dolayı hiç görmediğimiz, bize türlü acılar çektirmiş bir insanı tanıyabiliriz? Belki de benzeme ihtimali bile öç alma duygumuzu harekete geçirme isteğimize yeterli olacaktır. Çünkü o olduğuna inanmak isteyeceğiz. Tarifi imkânsız fiziksel acılar ile geçen zamanın ardından duyulan bir kahkaha, bir homurtu ya da emir kipi ile baskıcı bir tepeden anlatım. Tarık (Tarık Akan) Bodrum’un ilgiye muhtaç, yeni yeni filizlenen bir çiçek endamındaki balıkçı köyüne, sağ elinde taşıdığı valizi ile geldiğinde, hayatını tümden etkilemiş ve hala etkileyecek işkencecisinin sesi ile karşılaşacağını elbette düşünmemişti. SES FİLM İNCELEMESİ B a rı ş T u t u n a n Sol Kolumun Sebebi O Ses 12 Eylül askeri darbesinden sonra sorgusunda türlü türlü işkenceden geçmesinin ardından, sol kolunu kullanamama sebebi işte o sesti. Tarık hüküm giymiş ve 6 yıllık bir esaretin ardından yolu işkencecisi ile Bodrum’un deniz kokan bu köyüne geldiğinde, ruhunda en ufak bir hesaplaşma gücü aslında yoktu. Eşini aşağılayan, iş arkadaşına meslek aşkı öğütleri veren ve kibrin karanlık sokaklarında sesiyle, arızalı bir elektrik direğine yaslanmış bekleyen bir işkenceci, başına geleceklerden habersizdir. Ses Film Konusu 12 Eylül askeri darbesinden sonra sorgusunda ve devam eden hapislik hayatında gözleri bağlı bir şekilde işkence gören genç bir adam günün birinde Bodrum’un bir köyüne gelir. Elinde çantası, işkenceden ötürü sol kolu engelli, ürkek ve yalnızdır. Sıcacık insanlarla dolu olan bu köye annesiyle tatile gelen Serap (Nur Sürer) uzaktan uzağa bu genç adamı izler. Kısa zamanda tanışırlar ve birbirlerini daha yakından tanımaya başlarlar. Genç adam, köy tatilcilerle dolup taştığı günlerde bir balıkçı lokantasında yemek yediği sırada arka masadan gelen o sesle irkilir. EKİM DERGİ 2


Ses, ona işkence eden ve bir kolunun engelli olmasına sebep olan işkencecisinin sesidir. O andan itibaren Tarık’ın hayatı tam anlamıyla değişir. İşkencecisini kaçırır ve harabe bir kiliseye götürerek gözlerini bağlar. O andan itibaren ikili arasında o büyük hesaplaşma başlar. Yok Oluş ve Tükeniş Yönetmen Zeki Ökten “Sürü” ve “Pehlivan” filmlerindeki yok oluş ve tükeniş temalarını bu filmde de bizlere sunmuş. Askeri darbenin ardından hüküm giyen, türlü işkenceden geçmiş olan insanların toplumsal hayata adapte olurken karşılaştıkları zorlukları usta bir dramatizasyon eşliğinde gayet anlaşılır bir biçimde izleyiciye geçirmiş. Filmin senaryosunu yazan Fehmi Yaşar çok başarılı bir iş çıkarmış. Filmin en önemli noktası ise film müziği. Müzik, insana senaryonun vermiş olduğu ağır dramı fazlasıyla hissettiriyor. Orhan Oğuz’un görüntü yönetmenliğini yaptığı filmin yönetmen yardımcısı koltuğunda ise tanıdık bir isim var. Zeki Demirkubuz. Konusu itibarıyla izleyenleri cezalandırmak ve affetmek ikileminin arasında sıkıştırarak, bundan kurtulmanıza izin vermemeyi başarmış bir yapım. EKİM DERGİ 3


Nietzsche aslında merhametliydi, gösterdi merhametini Torino'daki ata, ancak merhamet görmediğinden merhametsiz Zerdüşt’e dönüştü ve böyle buyurdu Zerdüşt; “Merhamet, insanları sevenin mıhlandığı çarmıh değil midir?”. Nietzsche aslında aşıktı, gösterdi aşkını Salome’a, ancak kontrol edemediğinden Salome’yi, kadınların yanına giderken kırbacını almayı unutmadı, Nietzsche aslında sevmezdi yalnız olmayı, gösterdi bunu Wagner’e, ancak Wagner Alman popülaritesini ona tercih ettiğinden yalnızlığı seçti, “Ben bana yoldaşlık etmeksizin yalnızlığımı tüketenlerden nefret ederim.” dedi. Nietzsche aslında dindardı, bir papazın oğlu, bir papazın torunuydu ancak Tanrı kendisini unuttuğundan Deccal’e dönüştü. “İnançlar hapishanelerden farksızdır.” dedi Deccal. NİETZSCHE HAKKINDA F a ti h A k a r EKİM DERGİ Ve böyle buyurdu Nietzsche; “Benim de kötü dönemlerim vardır. Kimin yoktur ki? Ama beni ele geçirmiş değil. Onlar hastalığımın değil, benim varlığımın bir parçası. İsterseniz şöyle diyelim; onlarla beraber yaşama cesaretini gösterebiliyorum.” Nietzsche birçoğumuzun yapamadığını yaparak bunlarla beraber yaşama cesaretini gösterdi, Nietzsche birçoğumuz gibi bunları seçmek zorunda olduğu için seçti. Naçizane düşüncelerimdir. 4


Çok defa söylemiştim ona. Bunun çok tehlikeli bir şey olduğunu da. Düşündüğüm tehlike başkaydı, neyse ki o değildi. Uyuduğunda Allah korusun, nefes borusuna kaçabilir, nefes almasına engel olabilirdi sakız. Sabahleyin kalktığımızda kimse onu mosmor görmek istemezdi o da herhalde. Düşündüğüm küçük tehlike olmuştu. Sakız, sol kulağının yukarısına yapışmış. Kendimi zar zor tutmaya çalışsam da sonunda dayanamadım, güldüm. O da sanki her sabah böyle uyanıyormuş gibi güldü. Durum çok komikti. Bir süre karşılıklı gülüştük. Ansızın durup, “Sakızın nerede?” diye sordum. Yere, yatağının içine, yastığının altına baktı, göremedi. Şaşkınlıkla bana baktı. Parmaklarımla başımı işaret edince, iki elini yavaşça başına götürdü. Yüzündeki gülüş yerini ciddiyete götürdü. Sağ eliyle başındaki sakızı hissedince, bu defa kahkaha attı. Hızlıca, söylene söylene banyonun yolunu tuttu. Aynanın karşısına geçmiş, saçlarına zift gibi yapışan sakızı yokluyor. Çekip çıkarmanın yolunu arıyor. Çaresizce vazgeçti bu eyleminden. Gülerek evdeki herkese saçına yapışmış sakızı gösteriyordu. Uzun bir süredir olur olmaz şeylere sinirlenen babam, Yusuf’un başındaki sakızı görünce söylenmeye başladı. Annem, babamı daha fazla sinirlendirmemek adına, kısa da olsa bu durumdan uzak tutmak maksadıyla araya girdi. “Kahvaltımızı edelim, bir çaresine bakalım” dedi. Saçına yapışmış sakızla sokağa çıkamayacağından Yusuf’un yerine ben bakkala gidecektim. Keyfini çıkarıyordu sanırım. Başına kötü bir şey gelmiş gibi değil de bir kahramanmış gibi duyguya kapıldı hemen. EKİM DERGİ BİR GÜN BİR SABAH Y a s i n G ü lt e k i n Pablo Picasso 5


Ablamla bir olup onu kızdırmamıza bile aldırmadı. Kahvaltı esnasında sakızı nasıl çıkaracağımızı konuştuk. Babam, hiç konuşmuyor, kardeşime de bakmıyordu. Suskunluğu hayra alamet şey değil elbet. Her an bağırıp çağıracakmış gibi bir izlenim veriyordu. “Limon veya buz” dedi ablam, kısık bir sesle konuya, ortama, babama ayak uydurarak. Yusuf, önce limonu denemek istedi. Kahvaltı faslımız bittikten sonra babam, gazetesini alarak kanepeye yerleşti. Ablam bulaşıkları yıkamak için mutfağa gitti. Ben ve annem Yusuf’un odasına gittik. Limonu sakızın üzerine sıktım, biraz bekledik pek bir değişiklik olmadı. Gerçi bir kısmını bir tutam saçla koparıp almıştım ama Yusuf’un gözlerindeki yaşları görünce vazgeçtim bu işten. Acıdan bağırıyordu. Kahramanlık havasını söndürmüştüm biraz. Babam, suskunluğunu bozarak odaya geldi. Bana buz getirmemi emretti. Buz parçalarını bir kâsenin içine koyup getirdim. Babam, bir parça buzu alarak sakızlı bölgede gezdirdi. Ovmaya başladı o bölgeyi. Yüzündeki ifadeden bir anlam çıkarmaya çalışıyordum. Bu işin biran önce bitmesini istiyordum. Babamın sinirlenmesini istemiyordum. Bu gerginlik hepimize de geçmiş gibiydi. Eriyen buz Yusuf’un şakaklarından boynuna damlıyordu. Bu durumdan pek hoşlanmadığı belliydi. Babamın yanında havalara da giremiyor tabi. Kuzu kuzu bekliyordu şimdi. Bütün buz parçalarını ovalaya ovalaya erittikten sonra babam, sakıza asılmaya başladı. Sakızın bir parçası daha koptu bir tutam saçla. Kardeşim ağzını sımsıkı kapamış, tek kelime edemiyordu. Gözlerinde biriken yaşları hepimiz görebiliyorduk. O da bize, bıraksak bir saniye bile burada duramayacağını, kaçacağını gözleriyle söylüyordu. Tekrar buz istedi babam. Bu defa sesi de yüzü de yumuşaktı. Annem kardeşimin başına havlu koydu. Babam, sakızlı bölgeyi ovmaya başladı. Zavallının sesi çıkmıyordu hiç. Babam, sakıza asılmadan evvel, kardeşime bakıp tebessüm etti. Bu defa parmaklarının arasında sadece bir tutam saç vardı. Kardeşim dayanamayıp gözlerindeki yaşlarla iki avucuyla sakızlı bölgeyi kapadı. “Bu böyle olmaz hanım” dedi neşeli bir ses tonuyla. “En iyisi tıraş edelim olsun bitsin.” Banyona keyifle gidip elinde makas ve tıraş bıçağıyla geri geldi. Annem Yusuf’un boynundaki havluyu alıp yerine bir iki peçete koydu. Babam, makasla sakızlı bölgeyi olabildiğince kesti. Sonra tıraş bıçağıyla sakızlı bölgeyi bir güzel tıraş etti. Yusuf’un simsiyah saçlarının ortasında bir kuyu ağzını andıran büyükçe bir beyazlık ortaya çıktı. Babam, dudaklarını büzerek “ işte bu kadar basit” deyip, sanki hepimiz onun devamıymışız gibi bakıp bakıp odadan çıktı. EKİM DERGİ 6


Yaşlı ağaçların koca gövdelerinde görmek yeryüzünün tam ortasını, Ardı görünmez yollara benzeyen uzayışlarda insanı aramak Ne kadar ortasındaysak yolun o kadar var gerimiz Ve ne kadar uzunsa bir yol o kadar alıp götüreceği Görünmez bir gitmek eyleminde yıllarını üleştir diyorlar yollara “Yaşa” cümlesini bağırıyor ardı ardına kurumuş dudaklar Yol kaybetmek ölümle kardeş olmuş oysa çoktan, Boşluğa meftunluğun cezası geçmiyormuş yaşamaktan Ağaçlarda gördüm kayıp yolları -yeryüzü sancılarıRüzgar götürecekmiş bizi, öyle söylüyorlar Haberi şiirler getirmiş dostlarına Kardelen Semerci YERYÜZÜ SANCILARI B u s e Ü n a l EKİM DERGİ 7


Yolumuz özgürlük yolu, Sarsa diken eli kolu, Direnç ile kavga ile, Düşler bizim yarın bizim. Fatma bacı Yusuf dayı, Kuyu bizim toprak bizim. Al kazmayı vur çapayı, Ekin bizim hasat bizim. Uçurumdan öte ne var, Koş koşabildiğin kadar, Gün geceye devşirmeden Düşler bizim yarın bizim. Fatma bacı Yusuf dayı, Kuyu bizim toprak bizim. Al kazmayı vur çapayı, Ekin bizim hasat bizim. YARINLAR BİZİM P e y m a n Hü r m ü z EKİM DERGİ İbrahim Balaban, Tarlada Çalışanlar 8


EKİM DERGİ Nehirler kıyısının tozuyla kör olduğunda dedi Kahin Ciğeri çatladığında siyah kanatlı meleğin Uzun yolların Arafına çökünce bütün zamanların Bir taştan sağılacaksın dedi Kahin Yalnız ve ölmek üzere olan her şey sende ölecek dedi Yumacak gibi oldu gözlerini Kahin Neredeyse eşiğini atlayacaktım acılarımın Daha diri açtı gözlerini Kahin Acemilerin ilahını an dedi Takati kalmamışlara ruhundan sağ Avuçlarında atlar sula Toprağı eşelemeden göğe kulak kabartma dedi Leylaklar ve nergisler duyduğun yerde yeşerecek Kopacak bütün esir zamanların zincirleri Ve sen yabancı ve sen Ateş karıştıran değneğin ta kendisi olacaksın dedi ve Aynalar senden az gösterdiğinde diye fısıldadı Kekeme peygamberin lanetinden daha çok Deve doğuran kayalarda emzirileceksin Yaralı yüzünü okşadı Kahin Nöbetlere tutulup sırtüstü devrilirken Siyah meleğin topuğunu öpüp öleceksin Çekirge sürüsünün ağzında dişlerin olacak Ancak ve ancak bu bedeni sen kemireceksin Dedi ve yumdu gözlerini Kahin KAHİN İ d ri s A y a y n a 9


Şapkalar kendi içerisinde birçok farklılık göstermekle birlikte; bu farklılıklardan bazıları çoğunluk tarafından fazlasıyla beğenilmektedir. Bahsetmek üzere olduğum aksesuar, ilk bakışta sizin için birincil ve en çok aranan parça olmayabilir fakat sizinle bir bütün olduğu takdirde size katabilecekleri tahmin dahi edilemezdir. Gelin sizlerle birkaç örnek inceleyelim: Fötr şapkalar ilk bakışta zamansız görünse bile, belki bir yıl yığınının yıldızı olmaktan ileriye gidemez. Manipülatif oluşunu sahip olduğu güzellikle maskeleyen fötr şapkalar, deneyip de sizin için olmadığını anladığınız vakit tüm büyüsünü kaybeder. Spor şapkalar, fötrün aksine daha sade, silik, sıradan herhangi bir şapkadır fakat birçoğumuzun vazgeçilmezi, güneşli günlerin kurtarıcısıdır. Dönüp bakılmaz, fark edilmez oluşu, varoluşunun öneminden hiçbir şeyi gayet tabii eksiltmez. EKİM DERGİ Ma ri a ŞAPKA Bereler de konu sıradan ama vazgeçilmez olmak olunca spor şapkaların hemen yanı başında yerini alır. Spor şapkalarla arasındaki nüans nedir diye düşünürseniz, bazı soğuk -kimiler için yalnızzamanlarda size sunduğu sıcaklık kendini öne çıkarıverir. Bere, her zaman orada olduğunu bildiğiniz, sizi hiç terk etmeyecek olan en yakın arkadaşınız gibidir. Fransız stili şapkalar, herkesin uzaktan beğendiği fakat kimsenin kolaylıkla kendine yakıştıramadığı bir türdür. Nihal Sipahi İngiliz stili şapkalar, ancak ve ancak sessiz fakat kendine özgü yakıştırmaları olan erkek kardeşinizin takınabileceği bir şapkadır. Bakışlarınızı sunduğunuz hiçbir insanda, bu kişide durduğu kadar hoş durmayacağını her zaman bilmelisiniz. Balıkçı şapkalar, güven vericidir. Sizi, yüzünüzü, en kırılgan noktanızı -mesela ruhunuza açılan bir kapı olan gözlerinizi- dış saldırılardan korur, sizi evinizdeymiş gibi sıcacık tutar. Çok uzaktaki dostunuzdan aldığınız sımsıkı bir sarılma gibidir. Bu şapkalar sadece altın kalpli, ruhu iyiliğin berrak suyuyla yıkanmış insanların tercih etmesi gereken türde şapkalardır. Tarif ettiğim bu güzellikte olan, dünya üzerinde bilinen sadece yedi kişi vardır. Bir de şapkaları tercih etmeyen ruhlar vardır ki bunlar özgürlükçüdür. Veyahut saçları çoktan önemsenmeyecek derecede yıpranmıştır. Bu kişiler çoğu zaman sahip olabileceklerini çöpe atabilecek kadar umarsız, kendilerini harcamaktan çekinmeyecek kişilerdir. 10


Hayatınızda, bu son cümleleri okuyunca kendini size hatırlatan kişi ya da kişiler varsa, onlara birer şapka hediye etmeyi unutmayınız. Kulağa komik gelse de bazen bir şapka hayat kurtarıcıdır. Kişinin şapkalar hakkındaki fikri öznel düşünce yapısı ve tecrübesine göre elbette farklılık gösterecektir. Bu yazıda dikkatinizi çekmesi gereken esas unsur, takınmak üzere olacağınız aksesuarın niteliklerinden önce sizin kendinize vermeniz gereken kıymetin; kendi içinizde sahip olduğunuz yakıştırmalarınızın, güzellemelerinizin yeterli olmasıdır. Not: Bu yazının şapkalarla alakası yoktur. EKİM DERGİ 11


EKİM DERGİ Algılarımızın kazılan kuyusunda buluşalım vitrinlere sığmayan acıların önünde lakayt yaşama sevinçlerini de yarı uyduruk şarkıları da alalım yanımıza rüzgar olmadan dağılmaz gece bir hava, bir nefes ve saçların saçların inançlarımın doruk noktası fakat direnişim selam çakmak gibi omuzlardaki cenazeme barikatlarda dövülen hayallerim ince bir öksürük gece vakitleri kısmen boyun ağrıları ve daha niceleri kimse bilmeyecek zihnimdeki kurşun deliklerini gözlerim hep geçmişe kapanıyor benim göğsümdeyse değersiz madeni para sesleri ne umdum ne buldumsa razıyım sahipleniyorum doğrularımı yanlışlarımı yanılgılarımı her kavgada yenik düşen geyikler kadar yaralı kanayan ve gözü kapalı yazıyorum bunları seni sevmenin çoğu kafiye yoksunu amatör bir acı gerisi ise üç aşağı beş yukarı hep aynı. MADENİ PARA SESLERİ E r d i A k b u l u t 12


pervane bir an bile bıkmıyor alçaklığından gün gün öldürüyor denizi ve denizin ardında bırakamayıp tavladığı sıyrıklara yine dalgalar sahip çıkıyor şimdi denizin kanlı ipliğiyle kendini dikmesi ayağa kaldırılmayı bekleyen bir sonbahar yaprağı parmağımın ucunda mavi tuzu kaldı anmazsak bir daha onu yeni ve meçhul hayatta mahlası kalsın gezgin merhemin adı deniz bir şiirin yarattığı en görkemli şairdir köpük dalgalara sinmiş çaresizliğim omzumdaki son el de çekti yoldaşlığını kasketimden hava doluyor içeri boğuluyorum adım adım çatlamışım yarılıyorum tam ortamdan ikiye dağılıp dağılıp taşıyorum Atılım Kozmonot EKİM DERGİ BOŞLUKTAKİ CEREYAN I l g a r K u z u 13


Aklım bir çölden ibaret Yağmur yağıyor, damlalar düşüyor Ensemden kıçıma doğru Fırsat bulduğum ilk an bulutlara sarılacağım Öpüp koklayacağım, yağmur için sağ ol diyeceğim Sersemletti beni bu düzen Sarsıyor elleriyle omuzlarımı Bir cinayet için elverişli bir ortam gibisinden Aşağıdan başlıyor bu suyun kaynağı Bulutlara uzanıyor bu sersem düzenin dizeli cinayetleri Kat kat katlanıyorlar, yaptıklarına Bedenimin her parçası için lanet okuyorum Ellerime daha çok! Nerede durması gerektiklerini bilmedikleri için Onlara daha çok lanet okuyorum. SERSEM DÜZENİN DİZELİ CİNAYETLERİ EKİM DERGİ Ç a ğ l a r G ü l c a n Jean Dubuffet 14


Zihninde akan düşüncelerin, zihninin taşlarına çarpıp çıkardığı sesler onu bambaşka sürüklenmelere itiyordu. O ise zihnindeki sahilde yalnız dalga seslerini dinlemek istiyordu. Bilinciyle güneşlenmek, iradesinin gök mavisinde huzur bulmak istiyordu. Sahil ya burası, havalar da güzelleşmeye başladı ya martılar durur mu? Su kaplumbağalarının da göç zamanıydı tam! Balıklar da dans edecek neşeyi bulmuştu. Onun istediği ise çoğu zaman istediğinin aksine tüm bunlar değildi. Herkesin şahit olmak için can attığı şeyler o an onun istedikleri değildi ne yazık ki. Yazık ki o sahilde yalnız rüzgarın denizi tangoya kaldırdığı anın tadını bozan balıklar, kaplumbağalar ve taşlar vardı dalgaların çarptığı. Ne o mucizenin tadını çıkarabiliyordu ne de aradığı huzuru bulabilmişti. Zaman zaman kendini fikrinin denizinde boğulurken bulurdu. Kalbi can simidini patlatan bir deniz dikeniydi. Aklı ise mavi gökte süzülen sahipsiz bir uçurtmaydı. Tuhaftır ki denize de yansımış olan uçurtma iki madde akışında da sahipsizdi. Sanki farklı bir evrende yine uçurtma olsa çocuk sayısından bir fazla uçurtma olacaktı ve göklerin derinliğinde sahipsiz savrulan bir kendisi kalacaktı. Anılarını oluşturan sıcacık kumlara basıp, derin bir nefes çekip, gökyüzünün ferah rengini gözlerine doldurup güneşe bakarken nefesini verebilirdi. Bir yandan taşsız sahilin saçlarını okşayan su sesi... Fakat deniz çekilmiş sahil taşlarla dolmuştu. Havada da karamsar bulutlar belirivermiş, güneş kaybolmuştu. Kumlar mı; ayaklarının altından kayıp gidiyordu denize doğru. Şimdi bir fırtına çıkmış her şeyi denize sürüklüyordu. Bilinci, fikri, iradesi, aklı, anıları zihninde kopan delice fırtınada ayırt edilemez bir kıyamet küresine dönüşmüştü. Küre dönerek alev aldı; yandı, yandı. Külünü dahi bırakmayana kadar sönmeyecek bir hızda yandı. Yalnız ateşinin kokusu kalmıştı, mekandan geriye bir şey kalmayan o boşlukta. Boşlukta koku duyulursa bir koku kalmıştı lakin kokunun orada olduğunu ispatlayacak bir şey de kalmamıştı. Şimdi orası boşluktu, evet. Boşluk alan belirtseydi. Sınırları olsa alan belirtirdi fakat boşluğun sınırı olmaz. Belki de boşluk sonsuz genişlikti. İşte her ne olduysa buraya yutulmuştu. Her şey buradaydı, aynı zamanda burada hiçbir şey yoktu. Ne varlığı ispatlayacak bir yokluk ne de yokluğu ispatlayacak bir varlık... Yokluğun varlığının tezatında gömülmüştü zihninin mezarına. EKİM DERGİ DURAĞANLIĞIN AKIŞI Nu r s e n a İ n a l 15


EKİM DERGİ 16 Berat Fırat Yegin


DEPREM / AYNA Rüyamda soğuk beton blokların arasında bir yerdeyim. Dilekler, umutlar, çığlıklar ve ağlamalar var etrafımda. Üzüntümün ağırlığı derin ve karanlık bir kuyuya çekiyor beni. Dünya topuklarını yere sertçe vurabiliyor bazen. Ah konuşabilseydi, duyabilseydik; kalbinin içinde kaynayan gerçekleri… Ne yazık ki yalnızca kükreme yeteneğine sahip ve sarsıp üzse de, her zaman bize aşık! _____ K o r a y Ö z e r EKİM DERGİ 17 Rüyamda bilinmeyen yüzlerle dolu bir odada oturuyordum. Kimse beni tanımıyordu. Kimse birbirini tanımıyordu. Etrafta dolaşan bir ayna vardı. Sırayla her birimiz aynaya dönüp bakıyorduk. Aynanın gösterdiği yüz bize benzemiyordu. Tam da bunu fark ettiğimiz sırada, bir ses, “ayna hiçbir zaman yalan söylemez” diye, çıkıştı. Sonra dolaşmaktan yorulan ayna düşüp kırıldı. Pablo Picasso, Girl in front of Mirror


Bu gökyüzünü karartan fabrika dumanı altında Çakıl taşına gömdüğümüz çocukluğumuz gülümsüyor Sabun kokulu sokağı geçince Kirli sularını kesiyoruz aşınmış aralıkların Dün hiç geçmemiş, bugün hiç anlaşılmamış Rengini, kokusunu, dokusunu kaybetmiş bir kentin, kimsesizliği sızıyor çatlaklardan. Yalnız çocukken dünya bizimdi Ağaçlar, nöbet kulübesiydi bir aşığın Kuruttuğumuz her gül Ait olduğu bir duygunun sayfasına kaptırdı gönlünü Azalıyor gölgesine sığındığımız mutluluklar Her şeye sahip, hiçbir şeye ait olmadan, Yarını hevessiz ve çaresiz karşılayarak Ufalıyoruz yamacından bir dağın Adı boşluk bu büyüyen kara deliğin Avucunda sıkılmış bir dünyanın kaçışan ruhlarıyız Dünya bilinmezliğini bizden esirgemiş Sen güvercin peşinde koşmuşsun çocuk Ekmeğini bölmüşsün ilk aşkına Gövdesine resmedilmiş bir elma ağacısın belleğin derin kuytularında. Evler değişmiş, şehirler almış kokusunu baharın Zaman anların hayaletini çizmiş İçinden geçmişsin tüm ayak izlerinin Bilirim ordaydın. Bilirim ordasın Gözüme kaçmış bir yaprağı üflüyorsun dün Bugün seni soluyorum. 18 S e d a Na m v e r BOŞLUK EKİM DERGİ


İlknur Top 19 EKİM DERGİ


şu duvarlara en esaslısından bir kızıl tonu nasıl da yakışır ha anonim imzalarım veda mektubumu ve kabansız çıkarım dışarı boya almaya malum mevsim kış, havalar da soğuyor kristalden kirpiklerim kesiyor içimi gözlerimi çevreleyen perdeler her gün biraz daha sertleşiyor yirmilik dişlerimi söküp atıyorum hatıra ipliklerinden cılız bir kolyenin üzerinde fazla dayanıksız, çok ağır bir de çöplükteki moloz yığınına karışıp eriyor “tüh, ” diyorum “yaşayacak bir ömrüm kalmıştı.” ayrılamam, ait olamam kederden başka bir his öğretilmemiş bana uzansam da dokunamam göğü kapayan kayışlara 20 İNTİHAR MEVSİMİ Ö y k ü Ö z EKİM DERGİ sonuçta, sorgulamaz onlar çok da kaç yudumda tüketmişim diye hayatımı kaç kanlı mendile sarıp atmışım yaşamımın yirmi bir gramını evet, kış mevsimi ne yaparsın– ölümü düşünmek dışında yalnızlık çiğneyip çiğneyip tükürüyor üzerime beni müzik açıyorum gayri resmi ve yuvarlanıyor kalbim bir bayırdan aşağı bulur eninde sonunda sığınacak bir yer bulamazsa da eve döneriz bir demlik çay, iki de düğüm olur biter.


Baran Düzgün 21 EKİM DERGİ


Evet,ezecekler bizi karşıdan karşıya geçerken Kimsenin trafik kurallarını öğretmediği kedileriz* biz İnadına inadına yüzümüze gülecekler Kırılacağız elbet Bir otobüs durağıyız kaldırılmış bir hattın Ve köhne bir yolcu vagonu Ama olsun elimizin tersiyle sileceğiz gözyaşlarımızı Bak böyle kolumuza silince çocuk olacağız Kırılacağız ama bir yandan da güleceğiz Bugün salı diyeceğiz Bir şair demiş ki diyeceğiz Hiç izleyemediğimiz bir oyundan duyduğumuz bir tiradı taklid edeceğiz Nolmuş salıysa Salı günü aşık olamaz mı insan Majör depresifsin dedi doktor diye kahkahaların arasında Oysa okul bandosunda majör olmaktı hayalim Bizi kırdılar Bizi kıracaklar olsun Sen de zil mi olabildin yoksa ola ola Yok yok onu bile olamadım Kimseye söyleme Bir istasyon oldum camları kırık Ve kapatılmış bir paralı yatılı yurdu Kırılacağız Olsun *Kim öğretecek kedilere trafik kurallarını Sezai Karakoç EKİM DERGİ Ö m e r Ha y d a r K a r a k u ş OLSUN 22


Yasemin Coşkun 23 EKİM DERGİ


Yumruklar! Yumruklar! Yumruklar! Genç adam dakikalardır çeşitli yerlerine gelen yumruklardan kurtulamamıştı. Müthiş bir acı içindeydi. Bir yerine gelen darbenin acısını tam anlamıyla hissetmeden, başka bir yerine daha darbe alıyordu. Bunu ona o kadar çok yaptılar ki; artık şiddetle dile getirdiği ve dayak yediği iki kişi tarafından ezberlenmiş "Yapmayın ne olursunuz." ya da "Yeter ağabey vurmayın artık!" gibi lafları bir süre sonra söyleyemez oldu. Kısa bir süre sonra ayakta kalmayı da beceremeyip, yere kapaklandı. Bedeni gri kaldırımların soğuğunu hissetti. Oldukça yorulmuştu. Orada sakince uzansaydı, bu kaldırımlar ona iyi bile gelebilirdi. Ama öyle olmadı. Yerdeyken işin içine tekmeler de girdi. Başta sırtı olmak üzere çeşitli yerlerine tekmeler savruluyor, fırsat bulup kafasını kaldırabildiğinde bağırarak edilen küfürleri duyuyordu. Dayak yediği iki kişiden, iri olanı olabildiğince gerilip göğsünün üstüne bir tekme daha attı. Ses çıkarmaya mecali kalmamasına rağmen bu son darbe canını gerçekten acıtmış olmalıydı ki, kalan son gücüyle bağırdı. O an ölebilme ihtimalinden çok korkmuştu. Diğer ikisinin korktuğu şey ise: bu, son gücüyle bağıran gencin sesini işitip, polisin ya da herhangi birinin gelebilme ihtimaliydi. O yüzden köprünün başında yığılı kalmış genci bırakıp kaçtılar. Genç adam son olarak, iri olan adamın diğerine “Hadi Ömer gidelim!” diye seslendiğini duymuştu. Onlar ayrıldıktan sonra adı Aziz olan bu genç, kaldırım taşlarının zevkini sürüyordu. Yanı başındaki sokak lambası; umarsızca uzanan bedenini ve henüz kurumaya başlamamış kanlı yüzünün bir kısmını aydınlatıyordu. Karşısında içeri şehir vardı. Gözünü hemen yukarı diktiğindeyse Kral Kaya Mezarlıklarını ve Amasya'nın dağlarını görüyordu. Artık vücuduna darbe almıyordu ama daha önce aldığı darbeler acısını yeni yeni belli etmeye başlamıştı. Bu sefer bedeninin kendisi, bedenini acıtıyordu. Acılarını unutmak için düşünmeye başladı. Neden olmuştu tüm bunlar? Neden şu anda evinde sıcak bir duş alıyor olmak yerine, gecenin ikisinde acı içinde bu asırlık dağlara bakıyordu? Neden yemişti onca yumruk ve tekmeyi? Ona vuranlar kimdi? Neden vurmuşlardı? Hatırlamaya başladı. Hatırlamaya başladığında daha da acıdı kendine. Bu iki adam ondan sigara istemişlerdi. İki dal sigara yüzündendi bu acı. Sigara içmiyordu. Vermemişti bu yüzden. Verememişti daha doğrusu. "Üstümde sigara olsaydı verir miydim?" diye düşündü. Verirdi herhalde. KALDIRIMLAR VE DUMAN DENGESİ EKİM DERGİ A h m e t Ba h a d ır Ç ıtır 24


Bunun üstüne düşünmenin saçma olduğu kanaatine vardı. Üstünde sigara olmadığını, hatta sigara içmediğini söylediğinde ummadığı bir tepkiyle karşılaşsa da, olayın bu denli büyüyebileceğini tahmin edemezdi. Diğer ikisi Aziz'de sigara olmasına rağmen onlara vermek istemediklerini düşünmüşlerdi. İlk küfür de o zaman gelmişti zaten. Aziz küfre rağmen soğukkanlılığını korumayı başarmıştı. Ayrıca başka seçeneği yok gibiydi. Daha önce pek az kez kavga etmişti. Onlarda da kavgayı kazandığını hatırlamıyordu. Kendini sınamanın hiç sırası değildi. Birden o iki yabaninin suratı geldi gözünün önüne. O anki küfür enflasyonundan seçeceği herhangi birini onlara söylemediği için yarım saat önceki kendine teşekkür etti. Öyle olsaydı bu kaldırımlarda nefessiz bir şekilde yatabileceğinin farkındaydı. Kendisinin başa çıkabileceği adamlar değillerdi. Hafızasını tekrar zorlamaya başladı. Küfür etmeye ve bağırmaya devam etmişlerdi. Aziz’i korkutmaya çalışıp siyah ve uzunca kabanının içinden sigaraları çıkarmasını umuyorlardı. İri olan adama göre biraz daha tıknaz olanı dayanamayıp Aziz'in üzerine hızla yürümüş ve yakasına yapışmıştı. O an buradan sakin bir şekilde veya sapasağlam ayrılamayacağını anlamıştı Aziz. Kendini koruma içgüdüsüyle o da adamı çekiştirip kendinden uzaklaştırmaya çalışmıştı. Bunu gören diğer adam da arbedeye dahil olmuştu. Sonrası belliydi. Buradaydı işte. Daha da geriye gidecek olursak; tüm bunlar iş yerinde mesaiye kaldığı için gelmişti başına. Nereden çıkmıştı o incelenmesi gereken belge yığını. EKİM DERGİ Hepsini bitirmek için mesaiye kalmalıydı. Bitirip saatine baktığındaysa, hala evine gidip uyuyabilecek vakit olduğunu görmüştü. Şimdiki halini görse çıkar mıydı hiç ofisten. Tüm geceyi o rahatsız koltuğunda geçirmek çok daha cazip geldi ona o an. Derin bir of çekti. Yaklaşık 20 dakikadır bu kaldırımlarda yatıyordu. Ayağa kalkmaya tenezzül bile etmemişti. İlk defa gücünü toplayıp kalkmaya çalıştı. Sanki tekrar aynı darbeleri alıyordu. Belki daha fazlasını. Kaburgaları, göğsü, burnu, kolları ve bacakları hepsi birden isyan ediyordu. Ayrıca o iki canavarın endişeleri boşa çıkmıştı. Çünkü Aziz onlar gittikten sonra ne kimseyi gördü, ne de herhangi birinin sesini duydu. Dağların ardından gelen sert rüzgar çarpıyordu vücuduna. Yeşil ırmağın alışılmış sesi kulağını sıyırıyordu. Adamakıllı üşümeye başlamıştı. Hava da kapalıydı zaten. Kimse yağmurun yağmayacağını söyleyemezdi. Aziz sırtını tekrar o gri kaldırımlara yaslarsa, oradan bir daha kalkamayacağını düşündü. Bu düşünce onu daha da korkuttu. Şeyma Ece 25


Büyük bir gayretle elleriyle yerden destek alarak ayağa kalktı. Ayağa kalktığında bir zafer kazanmış gibi sevindi. Şimdi yapılacak şey belliydi. Kendini yatağına bir an önce atmalıydı. Evi, bulunduğu yere 15 dakikalık mesafedeydi. Aziz zor bela eve vardığında saat gece 3’ü geçiyordu. Evine 1 saatte gelebilmişti. Hemen yatağına gitti ve başını yastığına koyar koymaz uyudu. Aziz o geceyi yaşayalı bir hafta olmuştu. Yaraları iyileşmeye başlamıştı. Hastaneye gidip rapor aldığı için, patronu işe gelmesi konusunda ısrar edememişti. Ama Aziz; her tarafını ezberlemiş olduğu o ofise girdiğinde, çok daha fazla işle karşılaşacağını biliyordu. Bugün işe yeniden başlaması gerekiyordu. Uyandığında hava yeni aydınlanıyordu. Sabah uyandığı zaman genelde huysuz ve keyifsiz olurdu. Ama bu sabah işe tekrar başlayacak olmasına rağmen öyle değildi. Bunun nedeni: geceleri uyurken, rüyasında sürekli o iki canavarı görmesiydi. Gördüğü rüyada onlardan korkmuyordu. Ama oldukça fazla rahatsız oluyordu. Her ikisi birden gözlerinin ta içine bakıyorlardı. Sonra yanına yaklaşıyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi gülüyorlardı. Aziz de onlara hiçbir şey sormuyor, yalnızca onları izliyordu. Bu rüyayı sadece onlar tarafından dövüldüğü gece görse, çok da önemsemeyebilirdi. Ama dün gece de dahil, aynı rüyayı bir hafta boyunca görmüştü. Yüzündeki bu kurtulmuşluk hali bu yüzdendi. Bu içinden bir türlü çıkamadığı rüyadan en azından bir süreliğini de olsa kurtulduğu için memnundu. Yatağından kalktı ve banyoya gitti. Elini, yüzünü yıkarken bu gece aynı rüyayı, daha doğrusu kabusu görmemeyi umdu. Ardından her zaman ki gibi dış kapısını açıp, kapının önündeki gazeteyi ve ekmekleri aldı. Mutfağa girdiğinde gazeteyi ve ekmekleri masanın üzerine koydu ve kendine yiyecek bir şeyler hazırlamaya başladı. Yemeğini yedikten sonra, masadan henüz kalkmamışken gazeteye göz atmaya karar verdi. Bu; yerel bir gazeteydi ve genelde pek “kayda değer” haberler yayımlanmazdı. Aziz bu yüzden, her gün kapısının önüne konulan bu gazeteyi nadiren okumaya tenezzül ederdi. Gazeteyi okumaya başladığında; Amasya’da ki tarım işlerinden ve belediyenin ne gibi faaliyetlerde bulunduğuyla alakalı birtakım haberler ve değersiz birkaç köşe yazısı gördü. Tam gazeteyi katlayıp bir kenara kaldıracaktı ki, yan sayfadaki o başlık dikkatini çekti: “İstasyon Caddesinde Cinayet!” Başlığın hemen yanında iki fotoğraf vardı. Onu asıl dehşete düşüren şey: bu, iki fotoğraftı. Haberde şöyle yazıyordu: “İki yakın arkadaş oldukları bilinen Ömer A. ve Murat D.’nin tartışmasıyla başlayan kavgada bıçaklanan, Murat D. kaldırıldığı Amasya Devlet Hastanesinde hayatını kaybetti. Murat D.’yi bıçakladıktan sonra olay yerinden kaçan Ömer A., diğer gün karakola gelip teslim oldu. İfadesinde ise itirafından başka hiçbir şeyden söz etmedi.” Aziz okuduğu metnin üstünden defalarca geçti. Okuduğu her bir cümleden sonra ikisinin fotoğraflarına bakmaktan alamıyordu kendini. Tepesinde olan duvar saatine baktığında fazla zaman kaybettiğini anladı. Hemen üstünü giyindi ve evden 1 hafta sonrasında ilk defa işe gitmek için çıktı. Dışarıda yağmur çiseliyordu. Hızlı adımlarla yola koyuldu. EKİM DERGİ 26


İşe giderken kafasında tek bir soru vardı: “Nasıl?” 1 hafta önceki o gece ona , 1 hafta sonra bu üç kişiden birisi ölecek, diğeri hapse girecek, bir diğeri de sıradan yaşamına devam edecek denseydi, yaşayacak kişi olacağını aklının ucundan geçirmezdi. Nasıl oldu da bu iki felaketten hiçbiri başına gelmedi diye hayret ediyordu. Bu hayret kendisini asla sevince bırakmadı. O sırada yağmur hızlanmıştı. Evden aceleyle çıktığından, havayı kontrol edip şemsiye alma fırsatı bulamamıştı. Neyse ki yakında, sahibini tanıdığı bir büfe vardı. Koşar adımlarla içeriye girdi ve yaşlı büfeciye selam verdi. “iyi yağıyor.” Dedi büfeci. “İşe mi gidiyorsun?” Kafasıyla “evet” diye cevapladı Aziz. Ardından büfeci gerçekleşen cinayetten haberi olup olmadığını sordu Aziz’e. Genç adam yine kafasıyla onayladı. Ona o ikisinden dayak yediğini söylemedi. Bunun nedeni utanması değil, tüm olanları büfeciye anlatmak için vakti ve takati olmamasındandı. Buna rağmen Aziz’i en az 15 dakika oyalayacak ve hiç kısa olmayacak bir konuşmaya başlamak üzereydi büfeci. Bahsedeceği şeyler belliydi. İnsanlıktan ve onursuzluktan bahsedecek, sağdan soldan duyduğu dedikodularla da konuşmasını süsleyecekti. Aziz bu tür konuşmaların, kötülüğü yapanı kınamak ve doğruyu anlatmaktan çok, kendi insanlığını ön plana çıkarma çabası olarak görüyordu. Bu ona göre oldukça bencilceydi. Az sonra edilecek kötü lafların, o iki canavara gideceğini bilmesine rağmen büfeciyi dinlemek istememişti. Aziz bu konuşmayı, bir paket sigara isteyerek henüz başlamadan bitirdi. Büfeci: “Sen sigara içmezsin ama.” Diye itiraz edince, “bir de çakmak alayım zahmet olmazsa” dedi Aziz. Para üstünü beklerken dışarıya baktı. Yağmur tekrardan yavaşlamıştı. Parasının üstünü alınca da“hadi eyvallah” deyip büfeden ayrıldı. O gece uzandığı gri kaldırımların bulunduğu köprüye geldiğinde, sigara paketini açtı. İçinden iki tane çıkardı, kalan paketi ise Yeşil Irmağa attı. Köprünün başında ilk sigarayı yaktı ve köprünün sonunda bitirdi. Diğerini ise ilki bittikten hemen sonra yaktı. Onu da ofise gidene kadar bitirecekti... EKİM DERGİ 27


EKİM DERGİ 28 Ramazan Özçelik


Açık ve koyu arasında ama açığa daha yakın koyulukta mavi gökyüzü. Tek bir bulut olmayan, lekesiz mavi. Gürültü yapmadan usulca akan bir su. Suyun sessizliğini kıskanan, en genci yirmi dört yaşında olan ağaçlar ve ağaçları tek tek ziyaret eden geveze Sibirya Serçeleri. Serçeleri öpen, yönü belli belirsiz, ılıman, serin sayılabilecek bir rüzgar. Rüzgarın kararsızlığından mı suyun sessizliğinden mi yoksa gökyüzünün mavisinden mi sıkıldığı belli olmayan ama buram buram isyan kokan bir çığlıkla kendini boşluğa bırakan kimisi ihtiyar kimisi genç meyveler..." Sırt çantası büyüklüğündeki çöp kovasının yarıya kadar buruşturulmuş kağıtla dolduğunu fark etti. Hayalini kurduğu, her gece o rahatsız yatağa uzanıp gözünü kapattığında dolaştığı ormanımsı araziyi anlatamadığı iki satır yazıyla karalanıp buruşturulmuş onlarca kağıdın doldurduğu israf abidesiyle göz göze geldi. O anda bir şimşek çaktı. Sevinçten ya da heyecandan çöp kovasını kucaklamasına sebep oldu; bilmem kaçıncı defa çakan, belki de özgür olduğu tek ve en geniş alana tasvir duvarlarını örmekten son anda vazgeçmesine sebep olan, hayır vesile olan asil ama utangaç şimşek. Çöp kovasındaki buruşturulmuş kağıtları tek tek açıp, gecenin başında yanmaktan vazgeçen yorgun sobaya ikram etmek üzere dilimlerken; sobanın ayakları arkasına gizlenmeye çalışan alev kırmızısı rengiyle ben buradayım diyen kibrit kutusuna gözü ilişti. İçeriden kalbinin daha hızlı atmasına sebep olan tıkırtılar geliyordu. Kâğıtları yok edip yatağına girmesi için saniyelerle yarışması gerekiyordu. Fakat bedeni buna isyan edercesine ağır ve yorgundu. Yakalanırsa en iyi ihtimalle gecenin üçünde henüz uyumadığı için; nöbetçi kat sorumlusunun söylemek, kendisinin dinlemek zorunda olduğu ve sayısız defa dinlediği, kırk yedi saniye süren, acımasız değilse bile anlayışsız söylevi, ölüm sessizliğiyle dinlemesi gerekecekti. Sorun nöbetçi kat sorumlusu ya da söylev değildi. Sorun uyumak ya da dinlemekle ilgili de değildi. Sorun herhangi bir insanın herhangi bir yerde herhangi bir zamanda başka bir insana herhangi bir şekilde davranması ya da davranmaması gerektiğini söylemesi de değildi. Henüz bunları düşünecek kadar okumamıştı. Sorun uykusu kaçtığı zamanlarda yazmasına izin verilmemesiydi. Sobanın, Hiroşima’yı bombalayan pilot kadar ya da frontal kortekse zarar vermeden açtığı beyni, kapamaya çalışan bir cerrah kadar soğuk olduğunu burnundan aşağıya doğru hücum eden sıvı tabaka sayesinde tahmin edebiliyordu. Ama sobaya belli olmazdı. Yokladı. Yanılmamıştı. Sobanın üst kapağından kağıtları parça parça attı. Kaçmaya çalışan bir iki tanesi oldu tabi; yakaladı, buruşturdu, yaktı. Sobanın içine attı. Işığı söndürüp yatağa varıncaya kadar kağıtlar kül olmuştu. EKİM DERGİ R ıf a t Ç ö t e l i GECE 29


Gece gökyüzünü izlemeyi severdi. Perdeyi sıyırdı. Pencereden yukarıya doğru baktı. Üst katın balkon tabanı, birkaç bina, birkaç yıldız görüyordu. Üstelik tüm bunlara pencerenin korkulukları arkasından bakabiliyordu ancak. Korkuluklara odaklandı. İçeridekileri dışarıdakilerden korumak için mi yapılmıştı? Sahi villaların da penceresinde var mıydı korkuluk? Geniş bahçelerinin yüksek duvarları ve sahiplerine pek sadık köpeklerin “hav hav”'ları korumaya yetiyor olmalıydı elbet. Yoksa korkuluğun yegane amacı, önüne yerleştirildiği açıklığın iki tarafı arasında dikilmek ve paslanıp, işe yaramaz oluncaya dek, çelikten bir sabırla beklemek miydi? Ya şu beton çıkıntısına ne demeliydi. Çirkin, işlevsel fazlalık. Perdeyi kapattı. Geç saatte çok düşünmemeliydi. Çok düşünmek iyi değildi. Hep öyle söylerlerdi. Uykusu açılmıştı bir kere, aynada uykulu, kan haleleri oturmuş, yorgun, yarı açık gözlerine bakıp uyuması gerektiğine ikna olmalıydı. Huzursuz, yarı uyanık oturduğu yerde doğruldu, usulca yataktan indi, kapıyı açtı, ağır kokuya doğru ilerledi. El yordamıyla lavaboların olduğu kapıyı ittirdi, içeri girdi aynanın karşısına geçti. Bereket, nöbetçiyle karşılaşmamıştı. Aynadaki yüze baktı, tanıdıktı ama aynı zamanda yabancı hatlar vardı gözlerini kendisine diken simada. Dikkatlice inceledi. Aynadaki aksinin göz bebeklerine daldı, sonsuz yansımadan oluşan bir döngü başlatmıştı. Ürperdi. Önce döngüyü sonra ses olsun diye açtığı musluğu kapattı. Vücudunu yatağına kadar sürükledi. Gözleri kapalı yatağa girdi. Kafası yastığa değince uyku yerini yorgunluğa bırakarak vücudunu terk etti ve beynine düşünceler hücum etmeye başladı. EKİM DERGİ Ne yazıyordu arkadaşının okuduğu dergide? MAKYAJ DEĞIL SANAT başlıklı bir yazıydı. Şansı varsa hala masada olmalıydı dergi. Yataktan çıkmadan masaya uzandı, eli masada dolaştı. Pürüzsüz bir yüzey arıyordu parmakları. Buldu. Sessizce açtı. Sırtını pencereye döndü. Yazıyı buldu. Okumaya başladı. “MAKYAJ DEĞIL SANAT Günlük, kalıcı, porselen olarak benim sadece üç çeşidini bildiğim makyajın, aslında bu kadar çeşitli ve renkli bir alan olmadığı gerçeği, aynaya baktığımda beni seyrediyor, beni̇mle konuşuyor ve bana kendi̇si̇ni̇ i̇spat etmek i̇çi̇n türlü soytarılıklara başvuruyor. Bu konuşmalardan ve birazda soytarılıklardan öğrendiklerime göre makyajın sadece ama sadece iki çeşidinden bahsetmek mümkün. Bunlardan birincisi ve kadınların tamamına yakınının yüzünde görebileceğiniz makyaj; yüz hatlarında göze batan çizgi, üçgen ve çemberleri kapatmak veya bunlara daha elverişli (altıgen gibi) şekiller vermekten ibarettir. Bu konuda yetkin birisinin sandalyesine oturmadıysanız yüzünüzdeki noktalar daire, çizgiler dalga, üçgenler yamuk (hendese ilmi terimi) halini alacak ve aynadaki maktüle iltifatlar yağdıran fail tarafından kalabalığa karışmak üzere dışarıya ilk adımınızı atmak zorunda bırakılacaksınız. 30 Zehra Nisan Turhan


Fakat rahat olun, bu sık rastlanan bir durum değildir. Bu konuda yetkin olmayan veya hendese ilmine vakıf olmayan eller dahi, alışkanlığın ve tecrübenin verdiği rahatlıkla, tıpkı yıllardır yaptığı yemeğin tuzunu eken bir aşçı gibi, kolaylıkla yüz hatlarınıza istediğiniz şekilleri verecek, çoğu zaman da siparişinizde olmayan ufak sürprizlerle iki tarafın kendisine hayran hayran bakmasını sağlayacaktır. Bu, makyajın basit ve klasik halidir. İkincisi ise nadir pek nadir görebileceğiniz, fakat görür görmez o yüzde ruhani bir varlık bakışı olduğunu düşünmenize sebep olacak türden makyajdır. Bazen ufak dokunuşlardan ibaret olmasına rağmen bazen de alanında çığır açan bilimsel bir makale yoğunluğundadır. Lakin her zaman tek bir amacı vardır. Birincisinin aksine amacı yakışıksız yüz hatlarını kapatmak ya da değiştirmek değildir. Onun tek amacı; aynada akseden güzelliğin ön plana çıkarılmasından ve bu yüzün önündeki perdenin kaldırılarak bakanların gözünü kamaştıracak ışığın ortaya çıkarılmasından ibarettir. Öyle ki bu türden makyajı yalnızca usta eller uygulayabilir. Usta eller bu yüzün karşısına oturup kalktıktan sonra; bu metafizik alemden gelen ziyaretçiyi incitmemek adına gün batar, ay ışığı bulutların ardından yol almaya çalışır. Birinci türden olan makyaj dikkatlice incelense ve türlü eksiği, kusuru dile getirilse dahi ikinci türden makyaj en hasut kimseyi dize getirip mesut etme kabiliyetinde ve insanı olduğu kadar eşyayı da tesiri altına alma yeteneğindedir. Onu hisseden bardaklar kendisini tutan elden sıyrılarak ona koşmak, ulaşmak üzere hareket ederken sayısız parçaya ayrılır. Bu türden makyaj her seferinde farklı isim alsa da orijinal makyaj olma niteliği.....” Okurken uyuyakalmış, dergiyi kucaklamış ve derginin kapağını yırtmıştı. Umursamadı. Yazıyı beğenmemişti. Yastığına gömüldü. Rüyası yarım kalmıştı. Arkadaşının henüz söylemediği sitem dolu cümleleri annesinden hiç duymadığı ninniler gibi dinledi. Uykuya geri döndü. EKİM DERGİ 31


YORGUNLUĞUMUN ŞİKAYETİ İ l y a s A r a b a c ı o ğ l u Sabahın körü, huzurlu bir sesle uyandım Gün daha yeni doğuyor fakat ben karanlığa alışkınım Sis duvarları üstüme geliyor İçtiğim kahvenin acısı hala dudaklarımdayken Bir fal bana gelecekten bahsediyor Kaçınılmaz son, mutlak gerçekleşiyor Biraz yorgunum bugünlerde ve tahammülsüz Abartılmış hikayelerden geçiyorum umarsızca Bir tütün yakıyor içimdeki çocuğu boğuyorum Anlamsız bakışlarla aynanın karşısında dikiliyorum Gözlerimden mercan sızıyor Daha gün doğmadı, neden sokak lambaları kapatılıyor? İnsanlar bu karanlıkta evlerinden ayrılıyorlar Derin düşüncelere dalıyorum Yâri bırakıp gitmek zor olsa gerek Bilmem, ben hiç bırakan olmadım ki Kabanımı alıp dışarı atıyorum kendimi Havada yoğun sis, uğultulu insan sesleri Tanrım ne kadar da telaşlı bu insanlar Yoksa ölümün varlığını mı unutuyorlar? Ne kadar çok soru soruyorum Aldırmayın siz bana Ben bu çağdan değilim aslında Dağda koyun güden bir çobanım Bu kadar çok insan gördüm, şaşırdım… Ayşe Ceylanlı EKİM DERGİ 32


HAYATIMDAN BİSTÜRİYLE ALINAN BİR KESİTE MİKROSKOPLA BAKMAK Bu şehre geleli 94 gün oluyor. Her bir günün bir askerin takvim yapraklarını yırtıp atması gibi çöpe atılmasını umarken her biri bir mahkumun duvara kazıdığı çentikler gibi beynime kazındı. Öylesine sarsıcı ve bana büyük değişimler yaptırabilecek güçte günlerdi. İlk hafta neler olacağı üzerine çevremdekiler tarafından o kadar çok şey anlatıldı ve hepsini öylesine dikkatle dinledim ki ilk haftayı 18 senedir oturduğumuz evimize her zamanki yoldan yola bakmaya bile gerek duymadan gidercesine geçirdim. İlk hafta iyi olduğu için değil bana buraya gelmeden önce anlatılan şeylerin aynıları olduğu için. Saldırılar olsa da savunma mekanizmam açıktı. Kalkanımı sağlam bir şekilde tutuyordum ve biliyordum karşıdan oklar geliyor böylece durmalıyım. Bu yüzden beklediği bir şey fazla zarar vermez insana. İnsanı asıl beklemedikleri vurur. Daha çok üzülünür ya hani ani gelen ölüme yoğun bakımdakine göre. Oysa ikisi de beklenen şeyler olması gerekirken... Tanımadığım insanlarla aynı sınıfta olmaya alışmıştım. Yurtta tanımadığım insanlarla aynı odada uyumak tuhaftı ama alışılıyordu. Hiç bilmediğim bir şehirde tüm işlerimi tek başıma halletmem de tuhaftı ama ona da alışılıyordu. Formülde tek değişken zaman, gerisi hep aynı, sonuç: alışılıyor. İkinci hafta kendimi çok zor durumlara soktum. Yurdun bahçesinde hapishaneymiş gibi orası volta atıp kulaklığımla “geçmiyor günler” şarkısını dinleyip durdum. Geceleri üniversitenin boş yollarında dolu aklımla boş kalbimle bir şeyleri çözme uğraşı içinde kulaklığımda Erkin Koray’dan “Tek Başına” şarkısıyla... Okuduğum bölümü istemiyordum. Kötü olduğu için falan değil ama. Zaten kötü olsa yazdırmazdı bu bölümü bana her konuda iyiliğimi düşünüp bazı konularda kötülüğüme oynayan ailem. Bu konu yüzünden tartışma yaşadık birkaç kez buraya gelmeden önce ve çok kez de geldikten sonra. Burada kötü günler geçirdim. Aile ve memleket özlemi, zorla okuduğum ve her saniyesini hayatımdan zaman kaybı olarak gördüğüm üniversite, evdeki gibi kendime ait bir odamın olmaması ve rahat bir şekilde yaşayamamam, yalnızlık... Yalnızlık beni çok mahvetti çok yıprattı. Çekingen biriyim ben ve bu yüzden çok yalnız kaldım. İkinci hafta sadece bir ablamla 38 kez telefonla görüşmem yalnızlığımın derecesini anlatmaya yetiyor bence. F u r k a n O r a l EKİM DERGİ 33


Tüm bunların yanında güzel bir şey de yaşadım elbet. Güzel başlayıp kötüye dönüşüp bitmeyen, hala devam eden bir süreç. Sıradan bir aşk hikayesi aslında. Bu şehirdeki 32. günümdü. Çok yorulmuştum dinlenmek istiyordum. Artık gitmek istiyordum, dünyadan. Yanımdan her hızla geçen arabanın önüne atlama isteği, her yüksek bina gördüğümde tepesinden kendimi bırakmak isteği, her bıçak gördüğümde alıp onu kalbime saplamak isteği uyanıyordu içimde. İstemsizce oluyordu bunlar. O günlerde en çok canımı yakan şey de annemin beni ben ağlarken araması ve benim hemen sesimi düzeltip ona iyiyim yalanı söylememdi. İşte böyle bir durumda karşılaştım onunla. O bana bir gülüyordu akmaya hazır göz yaşlarım gerisin geri çekiliyordu gözlerimden. Her nefesimi onun için alıp onun için vermek, hep onun mutluluğu için çaba sarf etmek istiyordum. Ya beynim beni yaşama bağlamak için bana bir aşk oyunu oynuyordu ya da gerçekten aşık olmuştum. Bunu 9 Kasım’da anlayacaktım. O gün üç yıllık bir ilişkisi olduğunu öğrendim ve anladım ki ortada oyun falan yok. Oyun olsaydı perdenin kapanması gerekirdi çünkü. Bugün 25 Aralık. Bu şehre geleli 94 gün oluyor. Hala ona şiirler yazıyorum. Bir dizesini bile okumayacak. Olsun. Onunla ilgili her şeyi not alıyorum defterime. O benim ismimi bile unuttu çoktan. Olsun. Alıştım ben artık bunlara. Alışmak, alışılan şeyin bir parçası olmaktır. Mutsuzluğun parçası oldum. Kübra Nur Çakmak EKİM DERGİ 34


EKİM DERGİ K Ü L T Ü R , S A N A T V E E D E B İ Y A T GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN YAZI- ŞİİR- FOTOĞRAF GÖNDERİMLERİNİZ İÇİN [email protected] @ekimdergi @ekimdergi [email protected]


Click to View FlipBook Version