The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by Ekim Dergi, 2022-12-10 10:34:08

Aralık-Ocak 2022 2023

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

ARALIK-OCAK 2022/2023 | SAYI 9

EKİ M

İki Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi

Suay Arsev Işlakca - Latihan Bozdemir - İrem Karacalı
Ahmet Akif Özcan - Eylül Yüksel - Melodi Turan
Nursena İnal - Muhammet Özpak - Burhan Erkul
Savaş Gök - Ramazan Özçelik - Yusuf Sevingen
Meryem Şahin - Serdar Aydın


EKİM DERGİ 1

SIRADIŞI
YOLCULUK

Suay Arsev Işlakcaİki Kadın, Nuri İyem

Körfezden başlayan yolcuğum Akdeniz adalarına, oradan da Sibirya kıyılarına ulaştı.
Küçük yaşta annemi babamı bırakıp maceraya atıldım, demek isterdim. Siz de buna
gülerdiniz. Tek amacım yaşamak olduğu için kimseye görünmemeye çalıştım. Kıyıya
ulaştığımızı geminin uzun süre hareketsizliğinden anladım. Nemli iplerin üzerinden
geçerek yavaş yavaş karanlığa ve toprak kokusuna doğru ilerledim. Dalgalar üzerime
vurmadan kaçmam gerekiyordu. Kıyının uzadığı, ışığın görünmediği sıcak bir yerde
olduğumu anlıyorum. Adının Libya olduğunu çok sonra öğreneceğim bu topraklarda belki
bir insan tarafından ezilecektim.

Gecenin bu kadar sessiz oluşu beni şaşırtmıştı.
Gün ışıyana kadar nemli toprakta yürüdüm.
Kenarda gördüğüm ev tam benlikti. Önce
çevresine baktım. Çatının altından görünen
küçük pencereye tırmanmaya başladım. Birkaç
tırmanma yeltenmesi ile tırnaklarımı kırdım.
Yukarıya ulaştığımda günlerce tırnaklarım
kendine gelemedi. Açık bulduğum pencere
aralığından girdim. Sürgülü bir pencereydi.
Aralık bırakılmıştı. Kendimi zeminin üzerine
attım. Tahta zemin günün ilk ışıklarıyla fark
ediliyordu.

Toz, ayağımın altında gıcırdıyor, bu köhne yeri burnumla tanımaya çalışıyordum.

Ev sakinlerini rahatsız etmek istemediğimden adımlarıma dikkat ediyordum. Her şeyiyle
değişen hayatımın farklı bir coğrafyadaki ilk günüydü. Tek başımaydım. Anne özlemimi
derinden hissediyordum. Burnumun direği sızlıyordu. Daha önce bu kadar yalnız
kalmamıştım. Kimliksiz bir canlıydım. Pistim, iğrençtim. Aşağıdan tıkırtılar geliyordu.
“Al yas Al yas Sabah-el Hayr“. Bu yerdeki ilk belirgin cümlelerdi. Ama bu dili
tanıyamıyordum. Bir anda konuşmalar yükseldi. Tartışma alevlendi. Evde ikinci
yükselme, kırılan eşyalar, çığlıklar arttı. Kendimi bir kilimin altına sakladım. Annemle
babam tartışınca da hemen deliğime girerdim. Bir süre sonra ses kesildi. Bir kapının sertçe
çarpmasıyla sorun çözülmüştü. Sakinlik güzeldi. Güneş yükselmişti. Işık zemin üzerinde
bıçak atılan koyun gibi içeriye sızmıştı.


EKİM DERGİ 2

Sanki sahnenin ışıklarını üzerime çevirmişlerdi.Abidin Dino
Alkışlar yükseliyordu. Birden örümcek ağına
takıldım. Ayağım kayıp sendeledi. Bir sahnede
olmadığımı fark ettim. Ayaklarımı kurtarmak için
dilimi kullandım. Yan tarafta küçük bir kutu vardı.
Kutunun kenarından içine sızdım. Fotoğraftaki
kadınla göz göze geldim. Siyah beyaz kırışmış
fotoğrafta, başı örtülmüş, iri gözlü, yanaklarını çil
sarmış bir kadın vardı. Bu genç yüzüne rağmen
örtüsünün altından görünen siyahla beyaz karışımı
saçları dedemin bıyıkları gibiydi. Kucağında bir
bebek kundaklanmıştı. Yanında beş tane küçük çocuk
art arda sıralanmıştı.

Arkadan bir not: “Bir gün kavuşacağız.”
Başka bir fotoğrafta kadın yalnız. Çocukları yok. Şaşırmıştım. Kapı akşam karartısıyla tekrar
açıldı. Aşağıdan kalın bir erkek sesi geldi. Bağırıyordu. Bana doğru yaklaşan bir ses… Pustum
tekrar odanın en ucuna. Tavan arasının kapısını gıcırdatarak açtı. İçeriye girdi. Her yeri yokladı bu
adam bir şey arar gibi. Sonra tekrar gitti. Sakalları çok uzun ve beyazdı. Adımları çok büyüktü.
Elleri korkunçtu. Adeta canavar bir kedi gibi. Sonra içeriye kucağında biriyle girdi. Yavrusunu
kucaklayan anne gibi. Kucağındakini savurunca o annesi değilmiş. Örtünün ardından tek gözümle
baktım. Yerde yatan fotoğraftaki kadındı. Cansız bedeniyle beyaz saçlarını örtmeden yatıyordu.
Canavar dışarı çıktı. Hemen kadının yanına gittim kokladım. Benden daha pis kokusu vardı. Her
yeri soğuktu. Kaskatıydı. Onun için yapabileceğim bir şey var mıydı? Adamın sesini tekrar
duydum. Kapının kenarından aşağıya baktım. Canavar oturuyordu. Bardaktan içtikleriyle keyifli
görünüyordu. Merdivenin ayak ucunda bulunan mumları düşürdüm. Ahşap merdivenler ateş
almaya başlayınca tavan arasına girip kapıyı ittirdim. Geldiğim pencereden aşağıya salınarak
Lübnan’ın karanlık sokaklarına kendimi bıraktım. Bakalım benim canavarım hangi sokaktaydı?


EKİM DERGİ 3

NEFES FACİALARI

Latihan Bozdemir

Nefret etti her şeyden
Hem de binlerce nefret.
Kimse vermedi güven,
Ey insanlık, kabul et!



Gülmek isterdi elbet
Uçmak döne dolaşa;

Girdi içsel savaşa
Kaybetti ilelebet.



Haçını rendeledi;
Bir muska oluverdi
Kabulsüz duaları.



Akrepsi siperlerde
Kum ışığı çöllerde

Nefes faciaları.



Korkuluk, Neşet Günal


EKİM DERGİ 4

UYANMALIYIM Blue Lion, Byron Browne

İrem Karacalı

Dünyanın sonunu getirmek istiyorum
Dünya’nın sonunu getirmek istiyorum

İnandığım her şey tek tek yıkılırken
Üstüme, kaçmak istiyorum
Tüm kanıp karışıp, boğazım yırtılır gibi olana kadar
Kaçmak istiyorum, altında kaldığım tabulardan.

Tüm gözler bana dönmüşken,
Herkes ismimi seslenirken arkamdan
Uyanmalıyım rüyadan, uyanmalıyım hayata.
Ellerini tutmalıyım tüm kitapların...

Duvarlara yazıyorum tırnak içindeki cümleleri
Gözlüklerini çıkarmak istiyorum şu adamın, kadının
Topuklu ayakkabısı gecenin içinden geçsin istiyorum.
Dünyanın nevrini döndürmek istiyorum.

Uçurumun kenarında durup, itiyorum
Adaleti alaşağı.
Oldu mu bitti mi bilmiyorum
Herkesle ölsün o da.

Gömerken adımı yazmasınlar
İsmim dünyaya sığmaz benim.
Çünkü sardım pranga gibi
Ölümü bileğime.


EKİM DERGİ 5

GEÇ KALMIŞ
GENÇ BİR ADAMIN
PORTRESİ

Ahmet Akif Özcan

Bazı geceler gözüne uyku girmeyince
yapacağı, yapmak istediği, yaptığı şeyler hep
farklı olurdu. Misal aynada kendine bakarken
bulurdu kendini. Çehresine bakardı. Okşardı
yüzünü. Bıyıkları siyahtan burmaydı. Kimi
geceler bu kıl ordusunu kesmek gelirdi
bıçağından. Yapamazdı. Yapsa silinip
giderdi bir şeyler içinden, bilirdi. Bu gece
yalnızca gözleri buluştu aynada.

Haziranın yirmi üçü. Yaşı önemsiz. Tek Alacakaranlık, Neş'e Erdok
gecede bir pay biçme çabasına ortak kimseler
arardı. Neden sonra kemerine sabitlediği
silahını yoklardı. İnsanları, havayı, kuşu,
kurdu, şiirleri, gülümseyişleri... Yoklardı.
Mırıldandı sessizce yatağında başkomiser:
"Acı duymuyorsan kendini bir yalana
inandırmışsın demektir."

Sevgili acı, bu gece bana pek bir yabancısın. Oysa A. gideli aylar olmuyordu. Yine getirdi
gözünün önüne anıları. Varlar mıydı? Yoksa sadece düş müydü bütün bunlar? A. gitmeden
önce Tayfun'a dönüp (Tayfun bu dönüşleri dünyanın iyiliğine sayardı, ne de olsa dünya da
nefes almalıydı.) "İnsanlar değişir." demişti. Değişmeyen tek şey, şu küçük şehirde
başkomiser kalmıştı. Sokaktaki kedi bile değişmişti. Çöp konteynerleri hele... Belediye
başkanı? Sanmam. Yalaka! Neden? Görmedin mi bindiği aracı? Önemsiz. Yatağında
uzanıyor şimdi, bilirim. Bacaklarının üstünde balıklar yüzüyordur. Sonra sütyenini çıkartıp
atmıştır bir kenara. Rahat bi' nefes almıştır. Pek fena alışmıştır bu rutine. Pek fena! Gün
onu yormuştur. Hava yağmurlu, gönül ıssızdır. Geceye çalıyordur şiir. Yağmura
bulanmıştır toprak. Hava kurşun atacaktır utanmasa. Paralayacak sözler arar kafasında.
Kimi yerecektir bu gece, bilinmez. Havayı yağmurlu mu, güneşli mi sever,
anımsayamadım şimdi. Belki anımsatacak bir şeyler kalmamıştır.


EKİM DERGİ 6

Kalan ne? Tuttuğu nefes. Bıraktığı o ılık hava. Şimdi almıştır ikinci nefesini. Rahat mı
nefes alıp verişi? Sanmam. Boğaz ağrısı çekiyor aylardır. Gıcık mı derler ne. Ondan olsa
iyi. Telaşlı elleriyle sigarasını arıyor. Nereden biliy... Sigarasız kitap okumaz. Kitabı
sigarayla okur. Çeviriyor Bulantı'nın sayfalarını. Altını çizdiği bir cümle arıyor. Aramasa
bulamaz. Şimdiye sıkılmış olması gerekir. Kitabı bir köşeye fırlattı. İçindeki ayraç ise
bambaşka bir yere düştü. Tekrar başlaması gerek. Kitaba mı? Hayır, nefes alıp vermeye.
Sokak başında puslu camlarda onu arayan gözleri görmesi için kafasını çevirmesi
yeterlidir. Bu gece kimseye eyvallahı yoktur. Vardır ya, yoktur. En iyisi budur: ikinci
sigaraya başlamak için bir sebep aramak. Boldur. Bodur minareden ötedir her şey. Sabah
olup vapura binecektir de başkomiseri yoktur. Neşesi kanadında kalmıştır bu martının.
Öyleyse tanış şimdi onunla. Bir adam yürüyordu sokakta, gölgesinin altında ezilen. O
bendim. Ben hiç ait hissedemedim kendimi bir yere. Bir eve, sokağa, ülkeye... Yersizdim.
Yersiz duygular taşırdım kalbimin içinde. Ayaklarımı yersiz yerlere sürerdim. Ben hiçbir
zaman tam olamadım. Tam: Üç harf. Yarım kafiyeli, redifli, sanatlı, resimli bol güldürücü
bir eylem. Yarım: kafiyesiz, redifsiz, sanatsız, resimsiz az güldürücü bir yıkım. Sokaklarda
birini ararım. Kadınlarını öldüren herifleri. A.yı aramıyorum. Aynı şehirde yaşıyor, aynı
kaldırımda yürüyoruz ama hiç çarpışmadık henüz.

O, on dokuzdu, ben yirmi. "Cinayetçi olup da ne yapacaksın?" demişti. "Sen önce 'içindeki
seni' öldüreni koy hapse." Acı bir tebessüm koydum yüzüme. Benim kalbim dünyanın en
boktan hapishanesidir diyemedim. Ölüleri ölüler sınıfına koyan manyakları aradım.
Duraksadım. Bitti dedim. Sonra biri daha öldürüldü. Zaman dedim, zaman, dur bir dakika.
Düşüneyim. Bir katil vardı, hatırlar mısın başkomiserim? Ben unuttum fakat o beni
unutmadı. Her sabah gözümün önüne kamp kurar o olay. Kaç dikişli bir aforizmadır bu
serzeniş? Adamın göğsü paramparça. Kan durmuyor. Katili arıyoruz her köşebaşında.
Aylar sonra bir ipucu bulduk olay yerinde. Daha doğrusu Nurgül bulmuştu. (Edebiyat
öğretmeni hayattan bir beklentisi kalmadığında polis olmalıdır.) Odamda otururken uzun
saçlarıyla dikildi karşımda. Espriyle, "Yoklama defterini mi getirdin?" diye yokladım.
Ardından montunun cebinden bir CD çıkarttı. Bir pub, şehrin öteki yakasında. Loş bir
ortam. Kadınlar, erkekler alkolden bitik halde. Bir müzik çalıyor ama yabancı olduğu belli.
Tek plan. Sadece gitarist seçilebiliyor videoda. Yanında genç bir kız var. Kucağına
oturmuş. Sanki kamera bir yere sabitlenmiş. İkinci dakikada kamera gitariste doğru
yaklaşıyor. Ardından. Ardı yok, böyle kesiliyor video. Mekanı logosundan tanımıştı Cem.

Arabaya atlayıp yola düzüldük. Kamera kayıtları... Sonra katil kadını bulmak uğraştırdı
biraz. Birkaç sokak, mekan kamerasını daha incelememiz gerekiyordu. Sorgu odası
soğuktu. Kadının yüzü buz. Onu öldürdüğü dakika bitmişti gözyaşları. Neden diye
sormalıydım. Sorsam bir buz kırılacak, parçaları yüzümüze çarpacak diye korkuyordum.
Nurgül yetişti imdadıma. "Neden?" Dudağındaki mor renkte ruj güzelliğini baltalıyordu.
Saçları kısa, bacakları uzun, kaşlarında piercing: katil. Ama neden? Gözlerini dikmiş karşı
duvara.


EKİM DERGİ 7

Yüzümüze bakmıyor. Sonra uzun
zamandır uyuduğu uykudan uyanmış
gibi doğruldu. Bir iki öksürmeyle
temizledi boğazını. "Onu videoya aldım.
Çünkü yüzüne yüzüne vuracaktım
gerçeği. İnsanların birbirine yetmediği
gerçeğini... Evliydim onunla. O kadar
içmişti ki beni görmüyordu. O kadar
sarhoş olmuştu ki ayıldığında bile
görmedi beni. Kucağına aldığı kadını
tanırım, tanımam. Yetememezlik...
Acıtan buydu.

Güneş Arenası, Fahrelnissa Zeid

Kalbini vurdum bıçağı defalarca. Kendimi oradan çıkarabilmek için. Adımlarımı
sıklaştırdım. Beni bu şehre getiren büyüyü düşündüm. Bu şehirden götürecek olan kadını
hatırladım. Ne yapıyordur şimdi? Işıkları kapatmadan uykuya dalmıştır. Sabah uyanıp
gözlerini açtığında, yani dünya yeni bir uykuya uyandığında, kadınlar ve erkekler
birbirlerini tamamlayıp düş görmeye başladıklarında, katiller ve polisler sokakta cirit
atmaya, çocuklar ve diğer normal insanlar ekmeği bir masada kardeşçe paylaştığında...
Uyanırım. Sokak, şu gördüğün simit satan adam ayakta tutar beni. A.yı bulunca bitecektir
merakım. Acıtan buydu: Aşk. Pek fena! Yağmur başladığında arabamda Cartel çalıyordu.
Telsizden gelen ihbarı duymak için sesi kıstım.


EKİM DERGİ 8

EVSİZ Denize Bakış, Nedim Günsür

Eylül Yüksel

Eski bir evde oturuyorlardı.
O ve içindeki.
Karanlıkta beliren siluet,
Zihninin hapsindeki düşüncelerinin
Büründüğü bedendi.
Bir tablo gibi durdu karşısında
Hayâli bedene yaklaşmak
Sonra da dokunmak istedi.
Zihninin enkazlarında gizlenen
Belki yıllarca, çok zamanlarca
Açığa çıkmayı bekleyen
Tüm düşüncelere, duygulara
Hırslara, ihtiraslara
Dokunmak istedi.
Gözlerine hızla dolan yaşları
Bu sefer silmedi.
Hem kendisinden,
En derininden gelen
Hem de bilinmezliğin
Dipsiz kuyusundan seslenen
Bir beden görünümündeki hayâle
En çok da sarılmak istedi.


EKİM DERGİ 9

KAÇ KEZ AÇAR
GÜLLER

Melodi Turan

Kaç kez açar güller Kybele'nin bereketli anaç göğsünde
Renginden fışkıran ilahi sevinciyle


Sonra kaç kez solar da hüznünden
Bir güz günü budanır

Bir yaprak düğümünün altındaki en güçsüz yerinden
Kıpkırmızı kanaya kanaya



Ve kaç kez sürgün verir de her budanışının ardından
Hiç usanmadan masmavi göğü giyer üzerine yeniden

Meditative Rose, Salvador Dali


EKİM DERGİ 10

BİR TUTUN’UL’MA
MESELESİ

Nursena İnal

Mürekkep kelimelerce akıyordu saman sarısı
bir kağıdın üzerine. Tutunmak istiyordu fakat
yanlış kağıdı seçmişti. Kağıt, mürekkep
tutmuyordu. Mürekkep ise boncuk boncuk
yuvarlanıyordu kağıdın üzerinde ve buluştuğu
beton zeminde karmaşık harfler meydana
getiriyordu. Adeta bir taş kaligrafisi
oluşturuyordu. Mürekkep de büyük bir
sanatçıymış diye düşündü kalemi tutan. Belki
de tüm marifet mürekkebindi, kalemi tutan
yalnız bir aracı olabilirdi gayet tabi.

Kalemi tutan el bir de plak koydu pikaba.

İnceden notalarıyla bir şarkı çalmaya başladı.

Şarkı; içindeki acının başını okşuyor, saçının

ince tellerini aralıyordu parmaklarıyla. Sonra

güzel uzunca örüyordu acının saçlarını.

Stairway at 48 Rue de Lille Paris, Edward Hopper

Acısına en çok balıksırtı örgü yakışırdı. Şarkı da o şekilde örüyordu saçını, bir de toka

tutturuyordu ucuna, açılmasın diye. Bir zamanlar kendisine acı veren anıları hatırladı,

gülümsedi. Sonra başını yavaşça defterine çevirdi. Açık olan sayfayı çevirdi, sayfaları

yavaş yavaş çeviriyordu. Sonra bir sayfada durdu parmakları. Piyano çalar gibi bir edayla

kağıtta gezdirdi elini. Mürekkebi kabul etmesi için o sayfayla anlaşma yapmış olmalıydı.

Kalemi eline aldı, mürekkebine batırdı. Pek de uzunca düşünmeden yazmaya başladı,

kağıt mürekkebi tutmuştu. Kısa bir dörtlük yazıp imzasını attı. Açık sarı sayfada ıslak,

parlak mürekkeple şunlar yazılıydı:

“Yüzüme yapışmış tebessümüm
Erken yaşta kırıştırdı yüzümü.
Artık dolgun her gülüşüm.
Yüzümdeki ize değsin her günüm.

Ğ. YALNIZ”


EKİM DERGİ 11

Yazmaya devam etmek istediği defterinin hâlâ açık oluşundan anlaşılıyordu. Kim bilir
zihnindeki hangi dizenin esaretine girip ortaya güzel bir şiir çıkaracaktı. Seçim yapması
zordu. Böyle anlarda art arda birbirinden ilgisiz cümleler duyardı. Sanki uzun bir eserin
farklı yerleriydi bunlar. Tek parçada bağımsız sıklıkta ve incelikteki notalara benzetiyordu
bunları. Aynı pikaba koyduğu plakta çalan şarkı gibi. Mısralar dimağına bir yağmur
hızıyla iniyordu. Gökyüzünden bir bir kayan bu yıldızları sırayla tutmalıydı. Kontrol
etmesi güçtü fakat sakinleşti. Ardından onları bir sıraya koydu. Şiiri sevmiş, bunu
başardığına pek de sevinmişti. Plağın kulağı okşayan sesi eşliğinde yazdıklarını okudu:

“Sabır içi taş dolu su damlası,
Sabır içi deryalar dolusu bir kum tanesi.
Taşacak ya bu da bahanesi.
Ğ. YALNIZ”

İçinde şiir çiçek açmıştı. Devam etmek için birkaç sayfa çevirdi. Hislerine uygun sayfayı
arıyordu. Hâlbuki hepsi aynı defterin sayfalarıydı. Muhakkak o farklı düşünüyordu.
İlerlerken bir sayfanın arasında bir kurumuş papatya buldu. Üstelik sayfayı çevirirken
çıkan hafif esintiyle kokusu ulaşmıştı burnuna. Bu sayfayı seçmişti kendine. Papatya
kokulu sayfaya yakışır mısralar yazmalıydı. Bu iki sayfa çok özeldi. Çünkü papatya özünü
bırakmıştı onlara. Kalemini birkaç kez elinde çevirdikten sonra sayfaya dokundurdu.
Arada bir gözleri etrafa kayıyor; kitaplarının, mumlarının, çekmecelerin ve çalışma
masasının üzerindeki dantelli örtüde geziniyordu. Yine de o düşünceleri arasında nereye
baktığının farkında bile değildi. Yazdıklarıyla tatmin olmuş olmalı ki sırtını geriye yasladı
ve derin bir nefes vererek kalemini kapadı. Çiçek kokulu sayfada bu renkli mısralar el ele
oyun oynuyordu:

“Senin kaşların nice dizelerden daha keskin sözler ediyor, kesiyor sözümü.
İncili kutuma sükûttan bir kilit vuruyor,
Kalbimi kesiyor, hiç durmayacak bir kan akıtıyor İçime, içimden.
Bu sayfalara yemin olsun ki
Saçlarının incisiydi papatyalar.”

Bu kez imzasını atmamıştı. Sürekli imzasını atmaktan sıkılmıştı. Bu yorucu bir işti.
İmzasını mısraları arasına atmış olmasının yeterli olacağını düşündü. Hem imzasını atınca
eser değişmiyordu yahut kendisi de farklı bir mevkiye erişmiyordu. Bu çıkarım tam
manasıyla onu tatmin etmişti. Plaktaki şarkı da epeydir tekrarlıyordu. Ayağa kalktı,
sandalyesini geriye itti. Yeni bir plak koyacaktı pikaba, belki papatya kokusunu devam
ettirecek nağmelere rastlardı. İhtimali bile muhteşem olan bu hadisenin düşüncesi sağ
yanağındaki ve kalbindeki gamzeyi çukurlaştırmış, gözlerinde birer keklik gözü çiçeği
parlamıştı.


EKİM DERGİ 12

YILIN HEP

BU ZAMANLARINDA

Melodi Turan

“Bir kelebek olduğunu gördü düşünde, uyandığında Bırak Beni Uzanayım, Nedret Sekban
düşünde kelebek olduğunu gören bir insan mı yoksa
şimdi düşünde insan olduğunu gören bir kelebek mi
olduğunu bilmiyordu.” diye anlatır Chuang Tzu
öykülerinden birinde. Tıpkı Çinli feylesofun bu zarif
metaforuna benziyordu yaşadığım. Her yıl olduğu
gibi bu yıl da kitaplarımı indirip, teker teker tozlarını
alıp kütüphanemdeki yerlerine yeniden yerleştirirken
zamanın dışındaydım, daha doğrusu her kitapla, onu
ilk kez okumuş olduğum ânı ve hâttâ kitapların kendi
hikâyelerinin zamanını yaşıyordum. Sayfaların kenar
boşluklarındaki çiziktirmelerim, bir köşeye atılmış
bir tarih, üzerine Verlaine’nin Güz Şarkısı ile Rubin
Dario’nun Mavi şiirinden birkaç dize karalanmış
yırtık bir kağıt parçacığı, kim bilir hangi bahardan
kurumuş bir şebboy ve yine kim bilir ne için
sayfalardan birine iliştirdiğim sararmış bir sinema
bileti.

Bütün bunların hepsi bana o zamanlardaki ben’i hatırlatıyor; bir başlangıç ne de bir bitiş
kaygısı taşıyan bir zamanı yaşatıyorlardı. Ve nihayet, zamanın başkalaştığı bu düşsel
yolculuğumun son gününün akşamında, Umag edebiyat dostlarımla buluşmamda, bana
armağan ettikleri Şinasi’nin “Şair Evlenmesi”ni nereye, hangi kitapların yanına, hangi
yazarların arasına koymam gerektiğini düşünüyordum ertesi sabah ve çok uzaklardan, Sei
Şonagon günlerinden beş dize ince, kararsız bir çisenti gibi ağıyordu düşüncelerime,
mırıldanıyordum onları, huzur bağışlayan bir dua’yı okurcasına.

Ay değil mi o?
Aynı bahar değil mi o?
Eski günlerin baharı?
Bedenim aynı beden
Ama her şey farklı görünüyor.

Biliyordum; bütün zamanların hepsinde de vardım.


EKİM DERGİ 13

ÇEMBER

Muhammet Özpak

İstediğin kadar üstünü süsle, görünümünü değiştir, çektiklerinde o otu dibinden görecekler
kökünü, sapını, senden beslenen solucanı.

Kimse bakmaz yüzüne, seslenmediğinde. Bazen bakarlar zannedersin fakat sana değil
sesine bakarlar orda mı diye. Sesin buradayım derse, baktığını zannettiğin gözden bir ses
gelir. Şaşırırsan, korkarsan sesin geri içine gider, beklediğin sesi duymadıysan mız
mızlanır, ama ses sana ne oldu yerine merhaba diyorsa işte o zaman sıradan günlük şeyleri
söylerken bile sevişmeye başlamışsınız demektir.

Mesela öğrenciysen, merhaba diyen ses senden not ister, ama gizli bir tebessüm saklıdır
hem sesinde, hem de gözünde. Kağıdı uzatırken daha başka fedakarlıklar da
yapabileceğini söyler gibi uzatırsın. Sonra kendi kağıdına dönersin, öylesine yazmaya
başladığın harfler bile omuz omuza vermiş gibi kendi kendine yazılmaya başlar
öylece.Çoğu zaman bekleyişlerle geçer insanın ömrü. Doğarsın, mama yemeyi beklersin,
konuşursun emeklemeyi, emeklersin yürümeyi. Okul yıllarından sonra zengin olmayı
beklersin, çalışırsın, emek verirsin, sonra çok yaklaştım bir adım kaldı dediğin o an niye
yaşadığını unutuverirsin. Uğruna o kadar zaman harcadığın yılların sadece kısa bir
dilimde, oyun oynadığın zamanda, ardını düşünmediğin o kısacık anlarda olduğunu
hatırlayıverirsin. Aslında hatırlamaya zorluk çektiğin o zamanlardadır o en güzel şarkılar,
en büyük aşklar, o en büyük başarılar ya da kendini netçe ispat ettiğin gururlandığın,
gururunu oluşturduğun yıllar. Bazılarınız katılmayabilir bu dediklerime ama çocukluğun
büyüsü, yeni çiçek açan ruhlar ya da henüz solmaya başlamamış ruhlar, hatırlarsanız
ağladıktan sonra bile bir an sonra neşeyle anlamsızca kalkıp oynayabilir.

O yıllarla güzel güzel eğleşiyorken işte, zamanın adetlerine, öğretilen yaşayış biçimine
yavaş yavaş teslim olmaya zorlayacaktır seni çağın ruhu. Çağın ruhu alacaktır senden seni.
Her geçen gün daha ciddi birisi olacaksındır, daha tutarlı, onların tabiriyle daha aklı
başında. Ortak kurallarla oluşturulmuş kurallar çemberine okulla başlarsın, yer altına
gittiğinde bile onların kurallarıyla gömülmek istersin.

Çembere ilk girdiğinde yer altından getirdiğin senden olan ses alışmak istemez, bir
yandan da zaten diğer üyeler elini iyice tutmazlar, deneme süreci gibidir memurluk gibidir
kadrolu olamazsan istemezler boğazından lokma geçmesini. Bu ikilemle yaşarsın, o
uzattıkları eli hep kuşkuyla tutuyorken korkuturlar seni.


EKİM DERGİ 14

Normal değilsin derler, kıyaslarlar, ahmaksın derler, aşağılarlar. Nefret bile etsen sonunda
kendini eksik hissetmemekten korktuğun için tutarsın çoğunlukla ellerini.

İşte o zaman, onlara olan tepkilerin bile yavaş yavaş onlarınki gibi olmaya başlar,
kıyafetlerin, gittiğin okul, okuduğun kitaplar, beğendiğin kadınlar, seçeceğin meslek bile
onlara ait olmaya başlar. Böylece çemberin kadrolu üyesi olmaya başlarsın, ne kadar
yüzüne bakmaktan hiç haz etmediğin insanlarla birlikte olsanda.
Çemberin en sadık koruyucuları birer birer ayrılmaya başlarlar sonra, öyledir ki ayrılmaya
başlarken bile çembere yeni eklenecek kişilerde kontenjan fazlalığı vardır, bir çoğu
heveslidir de, orda el ele tutuşmak için çemberdekilerle. Böyledir işte, sorgulayan
düşünmeyene bir şeyler anlatmaya çalışırken; düşünmeyen ise zaferi dişleriyle parçaladığı
ruhların ağzından akan kanlarıyla gülerek kutlar bu çemberde.

Metamorphosis of Narcissus, Salvador Dali


EKİM DERGİ 15

İNTİHAR No. 5, 1948, Jackson Pollock
DÜĞÜMÜ

Burhan Erkul

“Bazı intiharlar ruhsaldır.”
Bir duvarda yazılıydı bu söz.
Her gün önünden geçerken
İstemeden takılıyordu göz.
Bu labirenti çözebilirsen sen çöz.

“Bazı intiharlar ruhsaldır.”
Bir ruhun duvara yansımasıydı bu söz.
Yaşamaya inancı kalmamışken
İstemeden yaşarıyordu göz.
Boğazı düğümlenir, nefesi kesilirken
Bu kör düğümü çözebilirsen sen çöz.


EKİM DERGİ 16

KAÇAKÇI

Savaş Gök

Bacağımın güdük kısmı her sızladığında önce burnuma barut kokusu gelir sonra da aklıma
babam düşer.
Yedi kardaştan en büyük üçüncüydüm ben. Çocukluğumuz sınır tellerine bakarak geçti.
Önce kimin babası gelecek diye iddiaya tutuşurduk arkadaşlarla. Sınırdan gelen biri
göründümüydü gözlerimiz jandarmayı kollardı.
Ben iddiayı hiç kazanamadım. Babam hep akşamları gelirdi. Katırla giderdi kaçağa. Bize
türlü türlü şeyler getirirdi. Hep gitsin isterdim çünkü her gelişinde bize değişik şeyler
getirir ben de onlarla diğer çocuklara caka satardım.
Yıllar sonra aklım başıma geldi keşki hiç gitmeseydi dedim hep. Sene 89’da babam
sınırdan geçerken jandarma kurşunuyla öldü. Peşine 93’te büyük ağabeyim mayında can
verdi.
Elde yok avuçta yok babam, ağabeyim yitmiş mecbur ben gider oldum kaçağa. Yaşım 16
var yok sırtçılık yapıyorum.
Gece olunca geçiyorum sınırı şafak atmadan çayı sigarayı yüklenip dönüyorum. Gecede
15-20 milyon bırakıyor bana. Evde yedi boğaz var herkes elime bakıyor. En küçük
kardeşim 2 yaşında baba diye beni belledi bebe.
Her gün gidilmiyor bazen jandarma nefes aldırmaz bazen de karşıda ortalık karışır. Bazen
de yol kesene avanta vermeden geçemezsin. Hal böyle olunca gündüz de çalışmam
gerekiyordu. Mektep yok zanaat yok ilk mektepten sonra gidemedim okula. Tek bildiğim iş
sırtçılık. Gittim halde hamal oldum.

Derken yaş geldi askerlik tuttu
yakamdan. İki yıl kaçak gezdim.
Bir gün halde inzibat geldi aldı.
İstemezler şikâyet etmiş.
Askerdeyken haber aldım benim
ufağım yerime kaçağa gitmeye
başlamış. İş bilmez oğlan ne
yapsın kendi hesabına değil de
başkasının katırıyla yevmiyeyle
gitmeye başlamış. En azından
biri eve para getirdiği için ses
etmedim.

İki Gurbetçi, İbrahim Balaban


EKİM DERGİ 17

Askerden dönünce tekrar kaçağa devam ettim ama bir yandan da emmimden aldığım borç
parayla bir çay ocağı açtım. Zaten çok geçmeden everdiler beni bambaşka bir hayat
telaşesine düştük.
Aradan birkaç yıl geçtiğinde iki bacım evlenmiş ben evi ayırmış iki ufak kardeşim de
kaçağa gider olmuştu.

Artık sırtçılık yapmıyordum arabayla gidiyordum kaçağa. Gündüzleri de çay ocağını
işletiyordum. Bir ekmek yiyorduk çok şükür.

Bir gün sınıra dayanınca jandarmanın beklediği haberini aldık öncülerden. Tam gittiler
yola koyulalım derken araba tekledi. Ne ettiysem çalışmadı. Yanımdaki elemanı arabanın
başında bıraktım yaptırıp sonraki gün dönsün diye. Ben yaya geçeyim dedim.

Zaman girmiş araya eskiden olsa mayının kokusunu beş metre öteden alırdım. Adım adım
ezbere bilirdim patikayı. Nasıl oldu anlamadım gözümde şimşekler çaktı birden. Kendime
geldiğimde hastanedeydim. Sol ayağım dizimin üstünden kopmuş, elimin birkaç parmağı
yok yüzüm gözüm sargı içinde. İki gündür baygın yatıyormuşum. Sonrasında çok çektim
ayağımdan kaç tane ameliyat oldum sayamadım. Hala daha arada sızlar kendini hatırlatır.
Şimdi çocuklar büyüdü. Zaman geçti bazı şeyler hayal meyalmiş gibi geliyor insana.
Yalan yok kaçağı bıraktım ne kendim gittim ne de kendi hesabıma başkasını yolladım.
Çoluğu çocuğu hepten uzak tuttum o işlerden.

Geçen duydum en ufak kardeşim kaçağa
gitmiş. Önce bir temiz tokat çektim buna
sonra aldım karşıma konuştum. Babamızı,
ağabeyimizi, benim bacağımı alan bu
işten hangimize hayır gelmiş ki sana da
gelsin dedim. Beni ağabeyin ya da baban
her ne belliyorsan artık hakkımı helal
etmem dedim. Gel çay ocağını birlikte
işletir kuru ekmeğe ortak oluruz yeter ki
canın sende sağ kalsın dedim.

Korku, Ramazan Özçelik

Yemin etti daha da gitmem dedi. Sözünü ne kadar tutar bilmem ama içimizde babama en
çok benzeyen odur. Huyunu, suyunu, inadını, dik kafalılığını hep babamdan almış. İnşallah
sonu benzemez.


EKİM DERGİ 19

AYNALAR,
PENCERELER,
BÜYÜTEÇLER

Melodi Turan

▪︎ “ Ve bütün bunlar bir başka gerçekliğin derinliğinden gelip çınlıyor içimde.”

Öykülerin mevsimi mi bu yaşadığım? Adlar, yüz ifadeleri, seslenişler, serzenişler, el
değmemiş bir bakışın mavisi, hafif bir dokunuşla bile mürver fundalıkları gibi dağılıp
gidiverecek yılgın ruhlar, günübirlik hayatlar, bir orman yolunda ıslıkla çalınan Adagio,

▪︎savurganlıklarla tüketilmiş aşklar... Her şey, anbean yaşamı ayakları üzerinde tutan her bir

şey, geçmişin ve “ şimdiden geçip gitmekte olan geleceğin” yalın öykülerini yığıyor
zamana.

Pencereme soğuk dalyalar çizilmiş geceden. Üşüyorum. Kara sığırcıklarının şamatasına
asılıp kalıyor ilk saatlerin sessiz duruluğu.
O üşümüş dinginlikte, ellerimle tutamadığım ama içimin koyaklarında hışımla savrulan bir
acının öyküsü oluyorum.
Soruyorum sana canım dostum Kâmuş’um: Çok yalın bir anlatımla, bedenin hiçliğe varışı
değil miydi ölüm, yalnızca? Öyleyse neden bu karmaşık ruh deliliğim?

Hiç kimseler yok, martılar sadece.
Deniz bile çırpınmıyor.
Gece akıntısı ile sürüklenmişsin.
Dipteki kayalara ağ sarmış.
Nefesini suya değdiriyorsun.
İşte orada duruyor mavi zaman ya da zamanın mavisi.
Tek tük ıskaroz, barbun belki, -isimlerini bilmem pek öyle
Belki de birkaç sübye gülüşünde, bakışında deli deli mavileşiyor solmamacasına.
Çok ama çok...Kâmuş’um. Tahmin et bakalım!.

▪︎ F. Pessoa
▪︎ J.L. Borge


EKİM DERGİ 18

BİR KIŞ Anne, Meryem Şahin
GÜNÜ

Yusuf Sevingen

penceresi
naylondan,
derme çatma
bir evde,
kundakta bir bebek
baş ucunda bir anne...



dışarısı kış mı kış,

anne işte
ne yapsın,
bebeğim üşümesin diye
pencereden kışkışlıyor kışı,



kış ise kendisini çağırıyor

zannediyor
annenin bu kışkışını...



bir baba edasıyla dalıyor

pencereden içeri,
anne şaşırıyor,
bebek ağlıyor...



görülüyor ki
anne ile bebeğinin
üşümeye yüz tutmuş ellerini

öptükçe
anne ile bebeği
mışıl mışıl ölüyor...


EKİM DERGİ 20

UZAK TAŞRADA
GÜZ PROVALARI

Serdar Aydın

Güz. Kasım’ın ilk günü. Yıllar geçmiyor, zaman geçmiyor, yaşamak büyüyor, büyüyor ve
yük oluyor. Soğuğa yakın bir serinlik. İlk temas. İlk kez geldiğin bir yer daha. Yolun
kronolojisi yok. Akşam. Kendinde değilsin. Zihnin, gömlekli orospuları yokluyor fakat
otelden çıkmıyorsun. Bu bir günlük değildir Sayın Zenci. Kendinize dönünüz. Hikayeler
anlatamazsınız burada. Alıntılar da yasak. Hem ne ola ki alıntılar.

Bir yığın tezatlık ve karmaşa. Soğuk. Belleğin yaz halen. Yazı, düşlerini kemiriyor.
Kelimeler solgun. Beşir Fuad üzerine yazılan bir kitap, Nisan 1969 baskısı, masanın
üzerinde duruyor. Ses yok. Akşam, geceye doğru evrilmiş çoktan. Fonda Müzeyyen Senar
çalıyor. Liste kabarık. Oda dağınık. Valiz henüz açılmamış. Korkuyorsun. Bu kadar yersiz
ve yurtsuz olmaktan korkuyorsun. Çok berbat bir yurtsuzluğun içindesin ve artık bunu
yadırgamıyor olmak korkutucu bir hal aldı. Hiçbir şeye, hiç kimseye bağlılığın yok. İş,
kadın, yaşamak, yeryüzü, her biri seni kusuyor sanki. Huzursuzsun.

Pessoa geçiyor derinlerde bir yerden.
Pessoa ve birçok öteki yazar. Yazarlar ve
kitaplar çöplüğü, belleğinin içi. Hiçbiri
yetmedi. Yetmiyor. Dilin damağın kurudu.
Bu kadar hızlı gitmemeliydin. Üstelik aç
karnına. Zenci, sen nasıl adamsın? İnsan
bir uyarmaz mı? Yavaşlatmaz mı? Hayır,
illaki dibe giderken göreceksin değil mi?
Yoksa mutlu uyuyamazsın. Batıracak
birine mutlaka tanık olacaksın. Müzeyyen
Senar uzun hava söylüyor. Liste kabarık.
Bob Dylan açık olmalıydı belki. Masanın
üzerinde de sek viski. Ne güzel olurdu
değil mi Zenci. Öyle değil ama. Ne sek
viski ne Dylan, uslandıramazdı seni. Gerçi
senin uslanmak gibi bir niyetin var mı?
‘Ilgıt ılgıt eser seher yelleri’ demeli biri.
Demeli ki uslanmayan kalbin ‘ah’
çekerken yorulsun ve dursun bir yerde.


EKİM DERGİ 21

Uzun bir bahçeyi geçmeli belki. Müzeyyen hafiften küfredermiş gibi söylemeli. ‘’Geçti
ömrün nev-baharı, bülbül olmuş neyleyim / Bahçeler hep lale sümbül, gülle dolmuş
neyleyim / Zevk-i canan olmayınca, bade dolmuş neyleyim’’ diyerek aşmalı dağları,
bahçeleri terk etmeli. Yeniden gitmeli. Şimdi bir sigara yakılacak tabii. Biraz uzak dur
lütfen Zenci.

Pencereyi açıyorsun. Gecenin sonu yok. Dilinde iniltiler. Dilinde tufanlar. Dilinde esrarlar.
Kimin gizemisin? Bu kaçıncı gece? Ses yok. Uğultular dinmiyor. Aksine daha da büyüyor.
Gece unutulmuş gibi. Dağların heybeti ürkütüyor seni. Gecenin ortasında böyle bir heybeti
görmemeliydin. Kör kesilmeliydin bazı gecelere. Veyahut bazı geceler kesmeliydin göz
altlarını. Bu morluklar, telaşlar, köylüler, devrimler kim için? Senin için hazırlanmadı bu
şölen. Biliyorsun. Kimse seni karşılamadı. Kimse sana veda da etmedi. Bekledin mi yoksa?
Hadi itiraf et. Hayatında ilk kez bir itirafın olsun. Fakat edemezsin değil mi. Kibrin,
yazdığın her şeyin İlah’ı oluyor. Yalnızsın. Gerçeklik kopuyor burada. Koridorlar
hareketleniyor biraz. Otel, gecenin seline kapılıyor. Sevişme sesleri gelmeye başlıyor, yan
odalardan. Sevişmeler, inlemeler, bağrışlar duyuyorsun. Birilerinin canı fena yanıyor.
Arzu, etin çiğ tadında kayboluyor. Senin derin kavruk. Cüzzamlı. Pencereyi kapatıyorsun.
Sigara sönüyor. Yarın sabah daha uzun bir yola çıkacaksın. Neresi burası? Bir önemi var
mı? yarın nerede olacaksın? Bu çığlıkların ortasında olmayacağın kesin. Kendi fısıltılarında
iç çekeceksin yine. Şimdi dizlerini kır. Havlular kurulansın.

Pessoa kulak ver. Müzeyyen sakın susma, ne olursun. Konuşunuz. Hep birlikte şarkılar
söyleyiniz. Köylüler, uyumayınız, lütfen. Hep birlikte uyanınız. Duvarlar renginizi açınız
biraz. Bu kadar sararmak yakışmıyor size. Türbeler, siz yapmayınız en azında. Bu kadar
zalim olamazsınız. Sanki bu gece bitmeyecek. Damağın hep kuru kalacak. Dilin pus. Bir
ırmağın kenarına çıkamayacaksın bu kez. Vadiler ve dervişler taşır mı tabutunu? Zenci, sen
olmayacak mısın yoksa? Bu kadar uzun zaman boşuna mıydı? Bunca mengene, pafta,
giyotin sadece ilk ceninlerin düğümü için miydi? Gitmeyiniz. Kalınız lütfen. Burası Elmalı.
Korkulacak çok şey var. Antalya’nın kazası. ‘Seni bekleyen resul yok, Üstelik tek bir çiçek
dahi bırakmadın tanrıçalara.’’

1 Kasım. Sovyetler çöktü. Yıllar geçmiyor, zaman geçmiyor, yaşamak büyüyor ve
serinliklerin gölgesi yok.


EKİM DERGİ

KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT

YAZI- ŞİİR- FOTOĞRAF
GÖNDERİMLERİNİZ İÇİN
[email protected]

GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİNİZ
İÇİN

[email protected]

@ekimdergi @ekimdergi


Click to View FlipBook Version