The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by Ekim Dergi, 2024-02-09 08:05:28

Ekim Dergi Şubat Mart 2024

Ekim Dergi

E KÜLTÜR, S K ANAT VE E İ DEBİ M YAT DERGİSİ ŞUBAT-MART 2024 MUSTAFA SUPİ - AHMET TÜRKOĞLU - BARAN DÜZGÜN - R’ULAŞ KARAKUŞ - MURAT ŞAHİN HEYBET AKDOĞAN - ABDÜLKADİR LALOĞLU - DURU GÜNGÖR - SEDA NAMVER - SERHAT ARDIÇ ALİ KEMAL GÜN - HAKAN YAKICI - MERYEM BAĞCI - MAHMUT YALGETTEKİN ÖZLEM İŞLEN DAĞ - MEHMET ÇANKAYA - ENES ÖZTÜRK - LATİHAN BOZDEMİR İBRAHİM EREN DEMİRHAN - BEYZA GAZEL - MERTCAN FURAT SAYI 16


İnsan, Tanrı’nın kendi nurundan yarattığı sonra yüzünü yağ ile kir ile kararttığı insan. Makine kimya fabrikasında işçi önünde çalıştığı makinanın dişlisi kırılsa, yedek parçası bulunur onun da bu yedek parçadan farkı yok sesi makinanın sesinden fazla çıksa, o dakika kovulur. Tencereye aş bir de eşini gebe koymak için başını bir kaplumbağa gibi çekmiş tulumunun içine, bağıramıyor baba olunca tamamen dilsizleşecek. Bombaların çapaklarını temizlediği elleri yorgun suskunluk boğazında idam ipi gibi. En öfkeli isyan şarkısı söyleyen kendi elleri ile yaptığı litraltörlere, imrenerek bakıyor çırılçıplak gördüğü haksızlığa, gözlerini kapatıyor. Zor tutuyor kendini tuttukça tüketiyor menendini. Mavi önlükleri ile fabrika bahçesinde dalgalı bir deniz gibi kadınlar tutmuşlar vardiyaları bir timsahın kuyruğunu tutmuş gibi bırakamıyorlar. Birazdan içeri girip işlerinin başına geçecekler dalacak düşünceye deniz dinlenmiş bir akıntıya dönüşecekler. Gündelik Mustafa Supi EKİM DERGİ 1


EKİM DERGİ 2 Durgun bir gölün üstünden geçen kuşlar gibi, geçecek vakit paydos zili çaldı çalacak. Güneş bahçedeki ağaçta sarı erik kızarıp düşer gibi dalından batacak ufka bir araya hiç toplanamayacak iş gündelik, direniş gündelik. Tanrı insanı kendi nurundan yaratan sonra yüzünü yağ ile kir ile karartan Tanrı. Cenneti vaadine karşılık yetmiş yıl dünyada çileyle yaşıyor insan yarattıklarınla bir anlık yer değişsen söyle ne yapardın sen olsan. Haksızlığa baş kaldırır mıydın öfken yüreğinden taşar mıydı ağzına yoksa baş kaldıran haksızlıkla sesin taarruza uğramış birlikler gibi, geri mi çekilirdi boğazına. Biz üç kuruş için evdeki karınlar için susuyoruz. Zevklerimizi terk etmemek için değil, bu iman tahtamızda açılan delik biz karnımız açken seni bile unutuyoruz öğün gündelik, inanç gündelik.


“Hazel: Beni gerçekten seven bir insanla şu sahilde el ele yürüyemeyecek miyim?” Ayten Görgün Smith (Hazel) Çok korkmuştum. Sanki sabahın köründe gözlerim bir anda açılmış ve zihnimde canlanan ilk şey; gece yaşadığım o korku dolu ânlar olmuştu. Hâlâ korkudan titrediğimi sandım ama titremiyordum. Aksine hiç kımıldamadan öylece yerde yatıyordum. Ormanın nemli toprağıyla iki sevgili gibi yanak yanağaydım. Hava oldukça serin olmasına rağmen hiç üşüme hissetmedim. Üzerimde ağaçlardan ağır ağır dökülen yaprakların oluşturmaya başladığı ince bir yorgan vardı. Oksitlenmiş kurşun gibi koyu ve bir o kadar da ağırlaşmış hava sanki ormanın üstüne abanıyordu. Saatler öncesinde sırtımda, göğsümde ve karın boşluğumda müthiş acılar hissetmiştim ama şimdi hiçbir acıdan eser yoktu. Ellerimle yoklamak istedim ama bir şey buna izin vermedi. Zaten buna gerek de kalmadı. Çünkü acılar da belirdiği gibi bir anda kaybolup gitmişti. Saksağanlar, ağaçların çıplak dalları arasında sekerek dolaşmaya çıkmışlardı. Yiyecek aramaktan çok o tiz sesleriyle birbirlerine bir şeyler anlatma çabası içindeydiler. Belki de beni, “Kim ki bu?” diye birbirlerine soruyorlardı. Evet, sizden biri değilim. Biliyorum, buraya ait de değilim. Hatta hiçbir yere, hiçbir şeye ait değilim. Eksik olmayın, hayatım boyunca hepiniz bana bunu fazlasıyla hissettirdiniz. Sizi anlıyorum. Buna çok alışığım ama bugün olmaz. Şunun şurasında birkaç saat daha aranızda misafirim, hepsi o kadar. Sonra isteseniz de istemeseniz de ben yokum. Ve bir daha da aranıza dönmeye hiç niyetli değilim. Bir örümcek sekiz bacağının yardımıyla omzuma doğru tırmanmaya başladı. Başka zaman olsa çığlığı basardım. Bugüne kadar hep korkum örümceklerden ama şimdi görüyorum ki hiç de korkulacak bir tarafları yokmuş. Hatta hoşuma bile gitti bu durum çünkü bana, benden hiçbir beklentisi olmadan yaklaşıyordu. Daha önce hiç kimse bunu denemedi, cesaret dahi edemedi. Hep ben tutunacağım birilerini aradım durdum. Belki de bu yüzden şimdi bu durumdayım! Dilimi pile değdirmişim gibi ağzımda buruk bir tat var. Şu uzakta tek başına açan sarıpapatya acaba güzel kokuyor mudur? Sınıfça gittiğimiz piknikte ne çok sarıpapatya toplamıştım. Saplarından bağlayıp demet yapmak için Sedef’ten tokasını istemiştim. Şapşal kız saatlerce yalvartmıştı beni. Besbelli derslerim ondan iyi diye çekemiyordu beni. Çalıların arasında bir şey kıpırdadı. Tam göremedim ama küçük bir fare ya da sincap olmalı. Şimdi en yakın ağaca tırmanmak için neler vermezdim. Neyse ki yanıma yaklaşmadı. Daha yavru olmalı. Bir Travestinin Ölümü Ahmet Türkoğlu EKİM DERGİ 3


Eczanede çalışan o kumral çocuk geldi aklıma. Acaba şimdi nerede, ne yapıyordur? İlk göz ağrım benim. Beyaz önlük içinde nasıl da sevimli görünüyordu. Onunla el ele sahilde yürümek için neler vermezdim. Yıllar sonra bir içkili ortamda bunu birilerine anlatmıştım. Hayatımdaki bu küçücük beklenti onlara nasıl da komik gelmişti. Benim içim burkulurken dakikalarca gülmüşlerdi bana. Onca yıl gözüm gibi baktığım kasetlerim şimdi ne olacak acaba? Yok parasına bir eskiciye satarlar mutlaka. Müzeyyen Senar, Muazzez Abacı, Güzide Kasacı, Mediha Şen Sancakoğlu, Gönül Akkor ve daha birçok sanatçının kasetlerini toplamak ne çok zamanımı almıştı. İnşallah değerlerini bilecek insanların eline ulaşırlar. Sinekler! Çekilin gidin başımdan. Sizden her zaman nefret ettim. Nasıl da üşüştüler başıma. Yarı çıplak vücudum onlar için ziyafet sonrası oldu. Pıhtılaşan kanlarım reçel gibi görünüyordur. Bitti ama şu iş gerçekten bir an önce bitse de kurtulsam. Çünkü çocuklar beni görünce hep korku dolu gözlerle bakıyorlardı: Bir seksen boyunda, kocaman elli, kocaman ayaklı, çirkin bir kadın ya da kadına benzer bir şey! Kim olsa korkmaz mı? Kendimi bildim bileli çok üşürüm. Babam kasaptı. Daha küçücük bir çocukken beni devamlı dükkânın soğuk hava deposuna kapatırdı. Yaramazlık yaptığım için değildi bu ceza. Babamın kendince haklı nedenleri vardı elbette. Erkek çocuğuna yakışmayan kadınsı davranışlar… Her erkek evlat babası gibi o da “Aslan gibi oğlum var!” demek istiyordu şüphesiz. Ama babamın cezaları ne kadar caydırıcı olabildi ki? Karanlık, soğuk, kâbus dolu saatler neyi değiştirebildi? Babam beni böyle dışlamasaydı sonum böyle mi olurdu? EKİM DERGİ 4 Ortaokuldayken müzik öğretmenim vardı. Neydi adı? Haaa, buldum. Bülent Hoca… Ne iyi insandı. Bana çok yardımı dokunmuştu. O olmasaydı beni çoktan okuldan atarlardı. Hiçbir işime yaramayan o ortaokul diploması da asla alamazdım. Şimdi nerden geldi aklıma bilmiyorum. Olur da sorarlarsa dünyada iyi insanlar da vardı derim. Şu an köpeğim ne yapıyor acaba? Buse mamasını yedirmiştir umarım. Şimdi bu saatlerde tuvalet ihtiyacı için yürüyüşe çıkması lazım. Ev arkadaşım Buse de benim gibi erkek bedenine hapsedilmiş kadın ruhu taşıyanlardan. Umarım akıbeti benim gibi olmaz. Baran Düzgün


Gerekli parayı biriktirip Hollanda’da yaşayan kuzeninin yanına gidebilir. Benim için çok ağlamasa bari. Zaten çirkin bir şey, ağlayınca hepten çirkinleşecek. Benim de çok hatalarım oldu. Keşke kozmetik ürünleri satan mağazada çalışmaya devam etseydim. Ama bırakmadılar ki namusumla çalışayım. Hep bir dışlama, hep bir ön yargı… Tuhaf, yargılayan bakışlar. Soyutlayan, dışlayan tavırlar. Aaaaaaa, nerden çıktın sen? Ne sevimli şeysin böyle. Seni sevip okşamayı çok isterdim. Dur bakayım tasmanda ismin yazıyor: “Zorba!” Senin gibi tatlı bir yaratığa nasıl bu ismi vermişler? Burnunun ucu da ne kadar ıslakmış. Bir an için bile olsa beni bu iğrenç sineklerden kurtardığın için sana çok teşekkür ederim. Şu gelen de sahibin olmalı. Söyle de çığlık atmasın. *** “Evet komiserim. Şu kadın, köpeğiyle ormanda yürüyüş yaparken bulmuş. Daha doğrusu köpeği bulmuş. İfadesini aldık. Köpeğin değil komiserim, kadının ifadesini aldık. Kadın çok korkmuş. Hâlâ şokta sanırım. Az önce telsizden anons geçtiler; katili yakalanmış. Sapığın teki. Bu tiplerden hoşlanıyormuş. Aralarında tartışma çıkmış. Sonrası malum zaten. Birazdan savcı gelir. Raporu size ulaştırırım.” *** Ceset torbasının fermuarı çekilirken ilk defa kendimi güvende hissettim. Artık kimse için kimliğimin, cinsiyetimin hiçbir önemi kalmadı. Tanrım, nihayet artık beni bir tek sen yargılayacaksın. EKİM DERGİ 5


i. bir karanfil soluğunda tetiğini çektim beynimdeki süngünün henüz giymişti hırkasını kalpazan gece; hırkası yıldızlardandı yükseklik korkum umurumda değildi eskimeyen bir dağı rüzgarından öptüm hararetle arka fonda intihar notaları ay kesiği bir yaradan yontulmuş si bemoller cız ediyordu içimde! ii. yüz otuz iki mevsimdir üstüme titreyen bir peygamber var sanki şakaklarımda golgota'da çarmıhta antik mısır'da yitiriyorum içimdeki yüzyıllık ben'i iii. sevgili gelincikler; ölmek yakışmaz çiçeğe ölmek yakışmaz! tanrım; şair olduğumu unutma ve tüm çiçekleri yeryüzüne bağışla -amin! Ay Kesiği Bir Yara R’Ulaş Karakuş EKİM DERGİ 6


Bedenlerin olmadığı darağaçları. Kurulan yere esen uzak kasabanın rüzgarları. Boynumu bir urgana yakıştırdım. Ardından ya urgan pençelerini boynuma saplarsa diye telaşlandım. Acı olmadan siyahlığı görmeliydim. Bana en kibar davranacak darağacını tespit etmeliydim. Boynumu sıcak nefesiyle okşamalı. Musallaya giden yolda bana evladı gibi davranmalı. Karanlık ıssız araziyi kaplamıştı bile. Bitmedi kararsızlığımın doğurduğu çile. Keşke karanlıklar kadar gündüzler de beni sevse. Yüzümün tamamına yerleşmeliydi artık aramaktan yaşlandığım neşe. Nazik Urgan Murat Şahin EKİM DERGİ 7


İlk olarak 1955 yılında amatör öykü yazarlığına başladı. Dönemin dergileri arasında yer alan "Pazar Postası" ve "Yeni Ufuklar" dergilerinde öyküleri yayımlandı. Daha sonra şiirleriyle de sanat hayatına devam eden Yılmaz Güney, amatörce başladığı hikâye yazarlığı ve şiirleriyle birlikte senaryo yazarlığına ve sinema oyunculuğuna kadar ilerledi. Sinema yaşamını üç döneme sığdıran Yılmaz Güney; senaryoculuk, oyunculuk ve yönetmenlikle sinema dünyasına katkılarda bulundu. Ancak proleter sanatçımız Yılmaz Güney'in filmleri bir dönem sinema sektörünün merkezi olan İstanbul'un yalnızca kenar semtlerinde gösterime girebildi. O günlerin sinema patronları Güney'in filmlerine politik ön yargılarından ötürü karşıydılar. Yılmaz Güney'in filmleri, Beyoğlu sinemalarında oynatılmıyordu ve dolayısıyla geniş kesimler tarafından bilinmiyordu. "Boynu Bükük Öldüler" isimli romanıyla "Pütün" soyadını dergilerde bırakan sanatçımız, bu romanıyla birlikte artık Güney soyadıyla edebiyat ve sinema dünyamızda bilinir olmaya başladı. Türkiye sanat tarihimizde çok yönlü bir sanatçı olarak bilinen Güney, çok yönlü sanatçı kişiliğiyle sosyal-siyasal çalkantılarımıza yaşamıyla, mücadelesiyle ve proleter sanatçı tutumuyla yol gösterici olmak için çaba sarf etti. Özellikle yakın tarihimizde Türk ve Kürt halkının feodal çelişkilerini herhangi bir kaygı taşımadan ve sloganik anlatım tarzından uzak durarak sanat aracılığıyla toplumla paylaştı. 1970'li yıllarda yönetmen, senarist ve yapımcı olarak ürettiği sinema eserleriyle, toplumcugerçekçi sanat anlayışında hem alternatif hem de muhalif bir çizginin gelişmesine öncülük etti. Bunun yanında Yeşilçam'da kökleşmiş olan kalıpları yıkmak için, Türkiye sinemasında sanat ve emek kavramlarının tartışılmasını sağlayarak sinemadaki kast sisteminin yıkılması için sinema emekçilerine güç verdi. Sinema dünyamızda "üçüncü sinema" akımını başlatan Yılmaz Güney, sermaye sinemasını ve “sanatın sadece sanat için yapılması gerektiğini” savunan birinci ve ikinci kategoride yer alan sinema anlayışlarına yönelik, üçüncü sinema fikriyatını, yani sanatın sınıfsal bir sorumluluğu olduğunu destekleyen, sanatın bütün kollarında politik bir gizemin olduğuna dikkat çeken, bu uğurda sanat ve sinema felsefesinin Türkiye'de toplumsal bir taban bulması için bedeller ödedi. Yılmaz Güney için sinematograf, kitleleri harekete geçiren bir üretim tekniğiydi. Sinemayı diğer sanatlarla kıyasladığımızda sinemanın sadece bir şeyi temsil etmekten ziyade, öteyi aşarak insan bilincinde şok algısı yaratması ve imgelerin dünyasıyla gerçeğin, bir topluma iletilmesi işlevini görmesi Güney'in sinemaya duyduğu ilginin özel bir nedeniydi. Yılmaz Güney’in Hapisten Kaçışı Film Oluyor Heybet Akdoğan EKİM DERGİ 8


9 EKİM DERGİ Türkiye'de devletin itibarını zedeler nedeniyle gösterime girmesi yasaklanan ve daha sonra Avrupa'ya kaçırılarak seyirciyle buluşturulan Güney'in "Umut" isimli filmi, sinemanın; dünyanın neresinde olursa olsun, toplum bilincinde şok etkisi sağlayan sanat gücü olduğunu ve sinemanın toplumsal iletişiminin engellenemeyeceğini o zaman bir kez daha kanıtlamıştı. Yılmaz Güney'in sanatsal faaliyetleri egemen güç yapılarına karşı belirli toplumsal (sınıfsal) ilkeleri esas alarak yapılmış estetik ve politik projelerdir. Türkiye'de ticari film endüstrisine ve baskın sinemasal formlara tepki olarak gelişen Güney'in filmleri, burjuvazinin değerler görüntüsünü çağrıştıran, klasik sinema yaklaşımlarına karşı sinemadaki devrimci dönüşümün, dönüm noktası olarak gelişim göstermiştir. Güney'in sadece sinema alanında değil, edebiyat çalışmalarında da bu izlenimi somut bir şekilde gözlemlemekle birlikte bütünsel bakımdan Yılmaz Güney'in sanat eserlerinde yer alan kahramanların 'pasif izleyiciler ve okuyucular' olduklarına tanıklık etmekteyiz. Sanatın gücünün sınıfsal ve politik kökene bağlı olduğuna inanan Yılmaz Güney, toplumdaki her devinimi sanatsal etkinliklerle belirgin kılmaya çalıştı. İçinde yaşadığı toplumun çelişkilerini sınıfsal bakış açısıyla yorumlayan Yılmaz Güney, sanat aracılığıyla toplumsal bilgilenme sürecini eyleme geçirmeyi amaçlamıştı. Sanatı sonuçlar bakımından pratik bir alan olarak gören sanatçımız, her pratiğin belli bir sınıfın faydasına olacağını hesaba katarak sanat çalışmalarını sürdürdü. Sanatın sadece eğlence için haz nesnesi yapılmasını, sömürücü egemen sınıfa ait politik bir hedef olarak dile getiren Güney, sanatın bu yönüyle iktidarların meşruluğunu pekiştirdiğini, sömürücü politikaların haklılığını salık verdiğini, kitleleri ikna ettiğini, baskıya rıza ürettiğini ve manipüle gayesiyle yapıldığını iddia ederek devrimci sanatı bir mücadele alanı olarak konumlandırıyordu. Bu nedenle sanatın sınıf mücadelesinden (politikadan) bağımsız olmasını zaten iktidarın politik bir hedefi olarak değerlendiriyordu. Çünkü "Çirkin Kral"’a göre sanatın özündeki sınıfsal bilgilendirme ülküsünün kabul edilmemesi, sanatı gerçek işlevinden saptırmaktı. Yılmaz Güney için sınıf kavramı sadece sosyolojik ve iktisadi bir ayrımdan ibaret değildi. Zira ona göre sanatın gerçek anlamına kavuşması sosyoloji ve iktisat kadar sanatı da sınıfsal bilinçle geliştirmekti. Bununla birlikte egemenlerin baskılarına karşı egemen sanata tepki anlamında, ezilenlerin direnişini ve ezilenlerin sanatını icra etmek, toplumu sınıfsal (politik) olarak hayata karşı yeniden özneleştirmekti. Sanat, proleter sanatçımız Yılmaz Güney'in gözünde bir bilgi biçimiydi ve devamlı bildirimlerde bulunurdu.


EKİM DERGİ 10 Sanatın mutlaka bir şeylere işaret etmesi, işaret ettiği şeylerin her halükârda toplumu muhatap alması; Yılmaz Güney'i, sanatın neye evrilmesi gerektiği konusunda mücadeleye sevk etmiştir. Sanat eserlerinin mutlaka bir şeyler sunduğunu ve sunulan şeylerin mutlaka bir sınıfı temsil ettiğini savunan sanatçımız, sanatın alımlayıcısına iletişim yoluyla sorumluluk verdiğini bütün sanatsal çalışmalarında dile getirmiştir. Kendisini proleter bir sanatçı olarak tanımlayan "Çirkin Kral", devrimci bir sanatçı olarak üzerine düşen görevleri; kitlelerin sanat ve kültür ilişkilerinin düzeyini göz önüne alarak yerine getirmeye dikkat etti. Genel anlamda devrimci sanatı, ezilen halkların yeni bir toplumsal yapıya duyduğu özlemle temalaştıran 'proleter sanatçımız', ezilen kesimlerin egemen sınıfa olan kinini, nefretini temel alarak olumlu ve olumsuz insan örneklerini karakterize ederek proleter sanat için objektif konular ortaya koymaya özen gösterdi. Yaşadıklarıyla ve eserleriyle Türkiye'de ve dünyada unutulmayacak bir sanat ismi olan Yılmaz Güney, adına yazılan birçok kitabın yanı sıra, artık kendisi için çekilecek bir filmle, sanat hayatımıza efsaneleşmiş hatırasıyla katkıda bulunacak. Sahip olduğu dünya görüşü nedeniyle sanatsal üretiminin en verimli yıllarını hapiste geçiren ve hapisten firar edişiyle; mücadele yıllarına önemli bir iz bırakan Yılmaz Güney'in hapisten kaçış süreci, yapımcılığını Kazım Çarman'ın üstlendiği ve yönetmenliğini ise Cihan İnan'ın yapacağı bir filmle, sanat dünyamızda tekrar adından söz ettirecek. Yılmaz Güney'in firar öyküsünü anlatan filmin oyuncuları yerli ve yabancı oyunculardan seçilecek. Edi ve Bruno Hubschmid'in kaleminden beyaz perdemize kazandırılacak filmde Yılmaz Güney'in, Isparta yarı açık cezaevinde yatarken Hubscmid'e gönderdiği mektubun ardından yaşananlar konu edilecek. Isparta cezaevinden Rodos Adası’na, devamında İsviçre ve Fransa'ya kaçış hikâyesi senaryolaştırılmaya çalışılan Güney filmi, üçüncü sinemanın öncülerinden olan sanatçımızın, devrimci sanata adadığı bir ömre karşılık, az da olsa bir vefa anlamı taşıyacak. Sinemaya kazandırılacak olan bu filmi umarım izleyeceğimiz günler yakındır! "Umut dışta değil, içtedir. Umut kendi halkımızdadır." diyen Yılmaz Güney'i sonsuz özlemimle anıyorum.


Yağız atların çıkardığı toz bulutu Azizoğlu Bağı’nın Ziyaret yokuşundan göründüğünde, Bazın Kuyusu’ndan su çeken Mısto amcasının yoluna koşmuştu. Koşarken yamalı şalvarı ayaklarına dolanıyordu. Muştulanacaktı, bu sefer kesindi. Hem boşuna mı söz vermişti babasız Mısto’nun tek umudu ve yaralı bir engerek kadar öfkeli tek amcası Meheme? Mısto koşmuyor adeta rüzgâra eşlik ediyordu şimdi. Uçarcasına koşarken ayak başparmağını çakır dikenleriyle kanattığının farkında bile olmamıştı hiç. Göynü dönercesine seviniyor, içi içine sığmıyordu. Geride bıraktığı iki su tenekesinden biri dolu biri yarım olduğu için devrilecekmiş gibi duran eşeğiyle; anası topal, babasız Mısto’nun umuda düşüşü mü umuttan düşüşü müydü bu toz bulutu bilinmiyordu. Belki de bu bekesin güleceği gündü artık. Yırtık yamalı şalvarı, fistan desenli uçkuru ve sol ayak başparmağını gösteren tabanı gevşek kara lastiklerini bir utanç buğusu gibi taşıyordu. Bu buğudan günler geçmiş, kuzular büyümüş, çayırlar uzamış, zaman ötelenmiş, gece gündüze gündüz geceye dönmüş ama Meheme amca bir türlü dönmemişti oysa. Şimdi tam da karşısındaydı işte evrendeki şemsi mahı, umudunun şahı amcası. Meheme amcanın gidişinden bu yana tam üç ay geçmişti. Ahdetmişti Meheme amca; kuzular büyüyünce, büyüyüp süte durunca, onlar da satılınca en yenisinden içi astarlı kara lastik alacaktı Mısto’ya. Astarlı kara lastikler geldi mi gerisi kolaydı; bir tarak, bir el aynası, ver elini Balaban Ovası… Koşarken altından yol, kenarından berisinden tarlalar ve ot toplayan çelimsiz çocuklar geçiyordu. Beyaz atı, dolu heybeleriyle Meheme amca en berrak haliyle görünmüştü sonunda. Kasketli şapkasını başı hava alsın diye hafif dikelmişti. Beyaz gömleğinin düğmelerini de göğüs kılları görünecek kadar açarak teninde cereyanı gayelemişti. Hızını da olabildiği kadar düşürmüştü Mısto’nun kendisine doğru koştuğunu görünce. Gömleğinin yakası terden kir izi bırakmasın diye ensesi ile gömleğinin yakası arasına bıraktığı mendilini çekip yüzünde biriken teri sildi. Mısto'nun ünlemekle konuşmak arası sesiyle bıraktı mendili. -Apo (Amca)! Benim kara lastik tamamdır? Hafif kızardı önce Meheme amca, gerildi. Tam hicap etmeye başladı denecekken karşısındaki kara kuru, çelimsiz çocuğun hiçliğinin farkına vardı. Yokluğunun... Çünkü herkesin topal dediği yarım bir anne, lal dediği sağır bir babadan olmak ucube olmaktı. Bu ucubelik de yok olmaktı! Bu yokluğun Meheme amca da farkındaydı: Mısto’nun anası Gulé bir yüktü Meheme için hele Lal Ahmo...Neden gitmişlerdi de arkalarında baldırı çıplak dört çocuk bırakmışlardı. Gerçi tarlada çapa, ot yolma, bent örme, sulama, toplama, taşıma ve her türlü işi yapıyorlardı ama yüktüler nihayetinde! Ve tüm gereksiz yükler gibi atılmaları gerekiyordu. Özü özüne tüm bu düşünceler Meheme amcanın aklından geçedursun Mısto sualini yinelemişti: -Apo! Getirmedin mi? Gavur Anton Abdülkadir Laloğlu EKİM DERGİ 11


EKİM DERGİ 12 -Sorma Mısto, ayakkabıcı Gavur Anton oğluni başgöz ediyor. Vallahi dedi, Kur'an çarpsın dedi, Ali yoldaşın Muhammed sırdaşın olsun dedi, söz dedi, ben dedi, namusuma dedi, bu iş bir bitsin ilk iş Mısto'nun lastiklerini yapacağım dedi. Ona da dedim, Anton dedim, senin Efrut’un olırım elini çabuk tutasan dedim. Yılgın ama taze bir umutla: -Baban rehmet Apo! Öyle dedin he? Anton yapacak değil mi? -Tabii ki yapacak yeğenım, biz burda neciyiz? Gerekirse Anton'un dükkanını alırız! -Alırız değil mi Apo? -Alırız tabi. Sen ne diyorsun Mısto! Anton dua etsin de canını almayak o gavurun. Enver Begler'in yarım bıraktıği işi tamam eyleriz vallahi. Ha Ha Ha... Sözlerinden sonra çılgınlar gibi kahkahalar atan Meheme amca kuru bir öksürük nöbetine tutuldu. Gök gürlemelerini andıran öksürükler eşliğinde yüzünün rengi kırmızıdan mora, mordan kırmızıya dönüyordu. Son öksürüğüyle yüzünü öte tarafa dönüp göğsünü yararcasına höykürmesi ve balgamını tükürmesi bir oldu. Balgam sarktığı bir çalıdan aşağıya doğru ağır kıvamda toprağa doğru akarken bir ürperti alıp götürmüştü Mısto’yu. Korkmuştu Mısto. Tıpkı babası gibi öksürüyordu amcası. Çok sonradan kan kızılına dönecek bu kırmızı balgamı bile arar olan Lal gibi... Babası Lal Ahmo gibi. -On gün sonra tekrar gideceğim şehre, Anton'dan ayakkabını da getireceğim. O zamana kadar Tahar'ın ya da Ali'ninkilerle idare et hele, Allah büyüktür... -He Apo. -Haydi selametle kal yeğenim. -Sen de Apo. Tahar'ın ya da Ali'nin elinden ab-ı hayat olsa içilmezdi. Amcaoğlu mu kan davalı mı belli değildi. Aslında Apo iyi gibiydi de bu çocukları ve yenge neden böyleydi? Oysa son güne kadar anası, bir ırgat gibi çalışıp durmuştu bu kadın ve çocukları için. Karlı günde damı küreme-loklama, hayvana yemleme, gün boyu kuyudan su çekme hatta bağ-bahçe işlerinin hepsine koşturan ayağı öpülesi anasını düşünmüştü. Ne olmuştu da bunlar bu kadar zalim olabilmişti. Yenge Amoj niçin bize hep artıkları yedirir diye sordu kendince. Niye sofraya en son biz geliriz ve niye eskiyeni biz giyeriz diye de düşündü. Mısto’dan uzaklaşan nal sesleri yavaşça yitip gitmeye başlamıştı… Olsundu, geç olacaktı ama olacaktı nihayetinde. Gavur Anton boşuna mı Kur'an çarpsın, Muhammed yoldaşın olsun demiş?


EKİM DERGİ 13 Alimallah gözü kör olur adamın vallahi. Hele bir oğlunu baş göz etsin o Ermeni gavuru, en iyisinden Dizlavit denen içi astarlı lastiklerimi bir yapsın da Anton, o zaman görsün Zıno Bey'in sarımsı, çelimsiz çocukları... Oysa durum Mısto'nun bildiğinden çok farklıydı. Meheme amca Diyarbekir'e vardığı o geç vakit şehrin kapıları kapanmak üzereydi. Zor bela atmıştı kendini sur içine. Ayak ve ter kokusu karışımı üçüncü sınıf bir handa gecelemiş, ondan sonraki günler de hasadın parasını şehirli karılarla, çıplak çengilerle çarçur etmişti. İlk üç günden sonra daha iyi bir hana geçmiş, yavuklusu dul Naciye'yle gününü gün etmişti. İki çocuğuyla ortalarda kalan, yaşayabilmek ya da çocuklarını yaşatabilmek için Meheme amca gibi yaşını başını almış paralı zamparalara yalandan yarenlik yapan Naciye’yle günleri devirmişti. Kesenin dibini tez zamanda görmüştü. Ve Gavur Anton’un dükkanının önünden bile geçmemişti. Meheme amcanın yıllardır vazgeçmediği iki şey vardı: Biri bir duman alımında döş yakan Adıyaman tütünü, diğeri de civelek Naciye'ydi şüphesiz. Takma dişli adamların, babalarının tezgahından para çalan delikanlıların, hasadını kaldırıp kendini şehre atanların sevgilisi yani... Sol yanağındaki gamzesinden nice kişinin öptüğü, emek emen, yuva yıkan bu çıllaka bir huriydi adeta. Bu akıllı engerek, tüm servetine Meheme amca gibi yetim sömürenleri sömürmekle ulaşırdı çoğu zaman. O yüzden de orospuluğu öyle ağır orospuluk değildi ona göre. Hak ettiklerini yaşıyordu yavukluları. Her ne kadar Yenge Amoj’u ima etmese de gül gibi karılarını, çoluğunu çocuğunu bırakanların cezasını veriyordu kendince. Arada sırada Pışo Selim, Fil Kado gibi nam sahibi gavatların belasına düşse de kocası gidince giden bir cana karşılık her gün canlar almalıydı. Lakin almaya kastettiği canlardan biri de Mısto'nun amcası Meheme'ydi ne yazık ki. Ve Mısto’nun onca zaman yolunu gözlediği bu adam; boğma rakılı, udlu, cümbüşlü fasılların civelek Naciye'siyle paraları yerken kendi de kara lastiklerin düşüyle yaşıyordu. Çok büyük yerdi şehir dedikleri yer. Hayal meyal hatırlasa da sadece bir kere gördüğü kara bazalttan devasa yapı gözünün önünden de hiç gitmemişti Mısto’nun. Hasanpaşa Hanı, Kuyumcu Yohan, Ayakkabıcı Anton, Kunduracı Helil Dayı, Katip Doşo, Artist Kevorkyan… Hepsi de kıymetli bir yakut gibi ışıtmıştı sokakları. Kebap tezgahlarından mis gibi dumanlar yükseliyor, naneli soğuk ayranlar bir dikişte bitiriliyordu. Bakırcılar çarşısı dedikleri çekiçli vurmalı curcunayı, sırtında sepetiyle yaşlı hamalları, dilenen kadınları hiç unutmamıştı. Martoma Kilisesi iken Ulu Cami olan devasa yapının hemen karşısına dizilip bağdaş kuran, şalvarını oturur pozisyonda sofra gibi kullanarak tütün gevşeten işsizleri de hayal etti. Beden dibi ayyaşlarını, sur diplerinden gelen anasonlu yanık bir uzun havayı: “Vara vara vardım Siverek’in Hanına Zalımın biri çıktı dedi bu Diyarbekirlidir atın zindana…” Nasıl unuturdu Mısto? Görüntüler birbirini kovalıyordu beyninde. Sonra aklına ayağının yalınlığı geldi. Gözlerine iki kristal… Düşmemek için çok gayret gösterseler de teslim bayrağını çabuk çekmişlerdi iki tuzlu gözyaşı.


EKİM DERGİ 14 Irgat Mısto, anne babasız Mısto, Yenge Amoj’a göre akılsız, ahmak Mısto’ydu hep. Şimdi de ayakkabısız, yalınayak Mısto’ydu. Şimdi Meheme amcanın ardından sadece bakıyor ve bir umut, Gavur Anton’un düğünün on güne kadar bitmesini diliyordu. Ayakkabıları giyilmeyecek kadar kötü değildiler aslında. Fakat bir tülbent kadar incelmişlerdi ve ayak başparmağı bir utanç abidesi gibi göze batıyordu sürekli. Hülyadan hülyaya savrulurken çirkin bir ses böldü zamanı: -Mısto! Kopek! Körmisen Oğul? -Neyi Resul Dayı? -Elının körini, eşegin muhtarın tarlasına girmiş namussız! -Vay anaa! Eşeği Haydo’nun uzun muhabbetten canı sıkılmış diye düşündü. Veya cilveli boz bir eşek görüp peşine takılmış olmalı diye. Yoksa bu dünyada ondan akıllı bir eşek dahi olamazdı, ne diye bu nizamsızlığı yapsındı? Koşuyordu Mısto, eşeğinin berisine vardığında Haydo su tenekelerini devirmişti. İsyankâr tavırlarıyla hızlıca soluk alıp veriyor, “Bu üçüncü seferdir kuyuya gelip gidiyoruz, bizimki de can değil mi?” bakışlarıyla hal beyan ediyordu. Hiç tepinmedi Haydo. Üç kere yürek yangınıyla anırdı iki çifte attı, dört kez burnundan hızlıca soludu. En sonunda teslim oldu. İşte Haydo’nun bütün öfkesi bu kadardı, bir de tandır külünde yatıp bir sağa bir sola debelenmesi vardı. Ondan ötesi yoktu velakin. …..... Meheme amca, sırt tarafı kara naylonla kaplı oval ayna ile kızıl tarağı şalvarının cebine koydu, kasketini başına geçirirken bıyıklarını burmayı da ihmal etmedi aynanın karşısında. Etrafında fır dönen Yenge Amoj, ceketinin tozunu alırmış gibi yaparak bir sağına bir soluna geçmekteydi. Bir berdel anlaşması gereği Meheme amcaya avrat olmuştu Yenge Amoj. Ama olduğuna da hiç üzülmemişti nedense. Hamaratlıkta ham, dilbazlıkta usta bu kadın şu cihanda Mısto’nun tek düşmanıydı kuşkusuz. Ev içinde bağırıp çağırıyor, sesi Meheme’ye gitsin diye de çığırdıkça çığırıyordu. Hele Mısto’ya yeni ayakkabılar alınacağını öğrendiği günden beri hiç çekilmez olmuştu. Ayı görüp aynan çayı görüp çaynan gidiyordu sürekli. Tahar ile Ali’yi Mısto’ya şiddet uygulaması için dolduruyor, tarladan geç gelen Mısto’ya çoğu zaman bir parça kuru ekmek bile vermiyordu. Başına çoğu zaman sinirli veya hasta olduğunu belirtmek için kullandığı ve sıkıca bağladığı kızıl yazmasını gevşetirken Meheme amcanın sesiyle irkildi: -Ben şehre gidiyem, çocuklara mukayyet ol! (Devam edecek)


Umarsızlığın astarını çıkartıp bir kenara koyuyorum Uykuya dalmadan sıyrılmam lazım boynumda zırh gibi taşıdığım mücevherlerimden Hayır, hiçbir koşulda anılmıyor adım ve belli değil lokasyonlarım Özgürlük gölgeden bir silüet adımları puslu Belki de bu yüzden yüzünü hiç anımsamıyorum Benim için uzay boşluktan ibaret bir gün İşte yine çığlık atmak imkansızlaşıyor boşlukta Kaçmakta olduğum flamalardan ışık hızında iştirak ediyorum Wall Street’e kazınmış birkaç isim aklımda, ardı sıra ışık epey loş Tanımazdan gelinmiş eş, dost, akraba Maddenin sevmediğim tüm halleri Sırtımda yük olmadan dolaşmak geçiyor içimden Oradan Chinatown gecelerine Askısız, koyu tonlarıyla ve siyah danteller üzerinde süzülüyorum Ruhum süzülüyor demir, bakır en çok da gümüşten elementlerle Sokak sanatçılarının sonrası başlıyor kıyasıya pazarlık Bu gece semtte uyduruk bir caz, melodinin düğümlerine sarılmış Hiç çekinmeden yaka paça alacak beni de içlerine Şafak vakti feragat edeceğim hislerimden yani öyle ansızın Düpedüz bir hayata karşıydı ejderha ben de pek fanı sayılmam düzmece olanların Alacağım alkışın sıcak renklere boyanması lazım Uzun süreli hassas bir inşa süreci anlayacağın Yeni piramitlere ihtiyacım var Telaşı bırakıp sarı ışıklı taksinin yörüngesine atladım Nasılsa birkaç imzaya sokak sanatçıları da tav olacaklar Bin mil ötede artık hislerim yaklaşık yüz asır kadar geride Sıkıysa anımsat Tanrı yoksa kim atıyor flashbackleri zihne Kimden çekiniyor bumerang ki yazgısı geri dönmüyor Ne hesabı varsa kapatıyor galaksi Farkında olmadan sökmüş ruhunun pilini Eksik olan yanlarımı künt ağrılar kaplamaya başladı Ritme ayak uyduramayan bir flütü andırıyor kalp Apar topar kaçışların sonucu ağır aksak hayatlardır Ben de kaçamadım ileri sardım Further Life-Feragat Duru Güngör EKİM DERGİ 15


Ne zaman istasyondan bir tren geçse Yitecek şu an düne karışıp Uğultulara bir dakika teslim olacağım Düşünme eylemini rüzgâra katarak Kısacık bir an’da var olacağım. Denize bıraktığım kâğıt parçaları Göğü de eklersem çocuk heyecanlarıma Yusuf’un kuyudaki duaları, Karıncanın yuvadaki kabulü arasında gidip geliyorum Uçmanın özgürlüğe hatırsız zamanlarında Tünelde sığındığım klasik müzik Karşımda duruyorsun. Zaman yaşantıları süpüren demir yığını Bu yolculuk, zaman yolculuğu değil biliyorsun Muhtemel bir karşılaşma olmayacak Sana ayrılmış bir vagonda Sırtladığın hüznüne dolanıp Başka karanlıklara uzanacaksın. Ben, bir ihtimale sığdırdığım yüzüne dalıp Rodrigo dinleyeceğim. İşte yine başlıyor, Yine karanlığımızı bölecek bir ışık yaklaşıyor. Seni aldığı yetmezmiş gibi bir ihtimale bürünen hayalini suistimal ediyor Sorun değil, Bir sonraki ışığa kadar benimsin Beklerim İstasyon Seda Namver EKİM DERGİ 16


Denizaşırı memleketlerde daha önce görmediğimiz ağaçlardan oyma, ismini bilmediğimiz çalgılar hiç duymadığımız ezgiler tınlamış olabilir serinliğini hissetmediğimiz gecelerde. Tanımadığımız insanlar dans etmiş olabilirler anlam veremediğimiz kıvrak figürlerle. Ve çalı cinsinden bir bitki, hadi ismi de “fa” olsun, şekline hiç alışık olmadığımız bir salonun ortasında, ortamdaki ter ve toz kokusunu bastırmak için tütsü niyetine yakılınca açığa çıkan duman bu vakte kadar hiçbirimizin burnuna uğramamış olabilir. Ve bardak bardak (bardaklar bildiğimiz bardak) içilen içkiler benzemeyebilir daha önce içtiğimiz hiçbir şeye. Ama günün sonunda yanaşınca bir kadın bir erkeğe, ya da durun herhangi bir sınır koymayalım buraya, hafifçe gülümseyip de bir insan varınca sevdiğinin dudağına "Tamam işte," der dinleyici "Buldum sonunda!" "Bu şarlatan ozan benim de bildiğim bir şeyden bahsetti nihayet!" Ortak Dil Serhat Ardıç EKİM DERGİ 17


titreyen dallara dünyanın yanmış köşeleri fayda sağlamaz doğan güneş hep telaşla doldurdu gözlerini sanki yolculuklar bana kader olacak demiştim yirmili yaşlarımın başında o zamandan bugüne attığım her adım evlerden ırak tuttu yalnızlığı kara kuru suratın ekşimesin hiç öfkeden aldığım güçle suskunluğa vurmuştum kendimi bir yer seçtiğim gün mezarlığa boğulacaktı soluklarım yağmur kış ya da sonbahar yalnızlığa sebep aramayacaktı yakıştırılan yaraya kabuk tutturan uzun uzun beklediğim gecelerden ibaretti hep kırılmış kanadım vurulmuş göğsüm namlulara dert olacaktı biliyordum babamdan uzak olmak için çıktığım seferler babamın ayaklarının dibinde son bulacaktı insan en çok kimden kaçtıysa bir gece yine onun kapısında alacaktı soluğu tütün izmarit lekeleri kanla çizilmiş yazgı daima bir harita olacaktı yaşamımda üzüntüden sebep kaldıracağım her sabah yastıktan kafamı -avutma kendini ölümüm yolculuklardan olacak. Tanrı Ra ve Oğul İsa Ali Kemal Gün EKİM DERGİ 18


Cenneti gördüm rüyamda Cehennemin içindeydi. Cam kavanozda çığlık, Kelebek kozasında ejderha. Gül dalında yağlı ilmik. Yerde yırtık bir mintan, Bin yıllık yoldan geliyordu umut, Çiçek açıyordu ekmek, zakkum dalında. İçmeye zorluyorlardı bizi, Bulandırdıkları sulardan Ve ağzı yok ucubelerle yiyorduk Kirli yer sofrasından. İğreniyorduk evet Sürgülü kapılardan, Duvara karşı camlardan, Sırrı dökülmüş aynalardan. Sonra değişiyordu rüya, Biz günahlar işliyorduk yine Sevişiyorduk mesela Gülüyorduk da Nanik çekiyorduk herkese Bir patikanın ucunda. Sonra, Kaçıyorduk devlerden Bir cücenin kollarında Cennet Cehennem Hakan Yakıcı EKİM DERGİ 19 Meryem Bağcı


Sessiz sakin bir o kadar da ekşice Ağlıyordu, Maviliğin en yüksek yerinde. Parçalanmış bulutlar bile Sahiplenen duyguların Kırık çemberli kalplerinden alıyordu Kıskançlığını. Sevilmek sersem bir haykırış gibi geliyordu. Ne susturabildiği şarkılar vardı Ne susulan şarkılar adını anmadan susabiliyordu. Karanlıkta gölgelerin kokusuna asılmış En güzel tülbendin En güzel öpülen nakışın Kenarına tutunmuş, Bir ruh gibi süzülürken gökyüzünde, Bir parça haykırış çıkıverir yüreğin derinliklerinden; Bilinmeyen bir gökyüzünde süzülürcesine, Vurulup akıtılıyor kan, Bu sesleniş boşuna biliyorum, anlamak elde değil Anlıyorum. Tülbent Mahmut Yalgettekin EKİM DERGİ 20


Eş anlamını karşılayan güzelliğini Bir kemancıya dinletirken, Ayrılıklarının basiretini gül ağacına dileklerken, Bir susam tanesinin dudağında kalışına Ressamlar doğurasım tutmuşken, Aklıma kırk tane tek hece yazılmış aşkı Koyarken görüldüm Mişa. Şimdi Orhan Veli’nin epeyce yaklaştığı yerdeyim Sesler birleşti bu akşamüstü, duyuyorum Sadeliğin hiç değişmeyen hakikatiyle Seni anlatıyorum Âlemin kulaklarını çınlata çınlata… Daha yeni; nisan akşamındayken Durmadık yere nazar algınlığı değdi sana Kaç nefeslik kırık… Bir yanılgının kırık yerine denk geldi Asude yüzün. Kalktım yüzünün sol tarafından Gamzene yeterince muhalefet olan İnce sızı kıymıkları çıkardım “Sen güzelliğine mukayyet ol,” dedim. İyileşecek. Bir sohbetimizde Mavi Cennet Kuşu Kabına sığmaz ettiğinde beni Özlediğime yeminler ettim; yüzünün o yarısını Hani herkesin ne zamandır gitmek istediği yerler var ya Onların iz düşümünü bıraktım yüzünün sol yanına Ve gittikçe Ve vardıkça Çiçekler açıyor yüzünde canım Mişa Mişa’nın Nazar Algınlığı Özlem İşlen Dağ EKİM DERGİ 21


Hiçbir suç benim değil hiçbir eylem hiçbir özlem. Kanım sızlayarak akar damarlarımın gerisinde yoruldum mu dinlenirim güneşin gölgesinde. Verilen tek selam domuz selamı bana peşinden gittiğim kendim ikimizi de atın zindana. Bildiğim tek şarkı işçilerin şarkısı hayatta kalan düşüncelerim birde beni öldüren gece bir zincir halkası bir duvar arkası bir solcu parkası, bana ait olan sadece. Bana Ait Üç Şey Mustafa Supi EKİM DERGİ 22


Karıştı sesler ve duvarlar. Uzaktan bir ezan sesi, kilisenin çan sesine; Bir bozacının sesi bekçi düdüğüne eşlik ediyor. Şiddet gören bir kadının sesi, Belki de bir haykırış, Bir yardım eli… Sesler geliyor duvarlardan. Acılar içinde inleyen bir anne, Belki bir çocuk, Duvarlar sese engel, Duvarlar karanlık, Görmek dokunmak istiyorum; Olmuyor. Bir flüt sesi yankılanıyor gecede. Sanki yardım ister gibi. Doğudan batıdan sesler, Çığlık çığlığa yükseliyor. Bir bağlama sesi geliyor mahpushaneden. Fuzuli’den, Pir Sultan Abdal’dan, Hak için, Kul için, Adalet için… Bir turna havalanıyor bataklıktan bulutlara doğru. Özgürlük için. Ortalığa sesler karıştı, Duvarı bir bir yıkıyor. Sesler yayıldı ekin bahçesine, Dur durak bilmeden. Bir sel gibi, Yükseliyor gökyüzüne. Yıldızlar taç yapsın diye… Sesler Mehmet Çankaya EKİM DERGİ 23


Göğsüm yeni alevlenen bir soba gibi ısınmıştı, gözlerin gözlerime değince Elimi tutman, yanaklarıma buseler kondurman harlamıştı iyice ateşi Artık ne koysan üstüne pişerdi Bir iki tane portakal kabuğu koysak üstüne oda mis gibi kokardı İki kelime; seni seviyorum Ardından yanaklarımda sıcak Cezayir menekşeleri biterdi Üveyikler selam dururdu Sakalar gizli gizli bakardı pencereden Soba yanardı Soba harlı harlı yanardı Sigaranın dumanı boğardı odayı, camı açardım “Evi soğutma!” tiratları yükselirdi Soba daha hırslı yanardı Masanın üstü müsveddelerle dolu olurdu, gecenin sonunda sobaya meze olurlardı Kurşun kalemin ucunu bıçakla yontardım, daha iyi yazardı Arada bir de Neşet’in bağlaması duyulurdu Üveyikler eşlik ederdi gür sesleriyle Sakalar gizli gizli dinlerdi kapı arasından Saat ilerledikçe portakal kokuları anı olur, üveyikler uykuya dalardı Köpekler havlamaya başlardı, sussunlar diye taş atardı komşular Bir tanesi hep benim kapımın önünde uykuya dalardı Saat ilerledikçe biraz daha yaklaşırdı kapıma Ben de biraz daha yaklaşırdım sobaya Soba son demlerini yaşardı, birkaç tane odun için ağlardı Islak paltom kururdu sobanın yanında Şemsiyeden parkelere damlayan sular buhar olurdu Göğsüm sönmeye yüz tutmuş soba gibi son demlerindeydi Artık istediğin kadar harla İstediğin kadar odun, kömür ekle zayi olurdu Artık üstüne su koysan kaynamaz Portakal kabukları mis gibi kokmazdı İki kelime; seni sevmiyorum Soba Enes Öztürk EKİM DERGİ 24


Ardından yanaklarımda Cezayir menekşeleri biterdi Üveyikler uğramazdı bu vakitten sonra pencereme Sakalar tünerdi, acı acı öterdi gün ışımadan Soba yanardı, çıtırdardı Soba son demlerini yaşardı Son mezesi olurdu masanın üstündeki müsveddeler Sigaranın dumanı daha çok boğardı odayı, artık cam açılmazdı Bu vakitten sonra şiir yazılmazdı EKİM DERGİ 25 Wanda Gag (1933)


Rübâbımla geçtim, Boğaz'ın mehtabından; Teninden damlarken güllerin rayihası. Cânân ki mazinin ebedî harikası, Sen aktın, yürekten bir köprünün altından. Baktım Âşiyan'dan bir çocuk hayretiyle Ezelî yıldızlar, meryemsi saçlarında; Gerçi hiçbiri sığmazdı avuçlarıma. İzlerdim, tüten bir buhurdan gayretiyle. Lâtihan, çıkar laleleri dolabından! Ki onlar, bir medeniyetin çeyizidir. Çınlasın peymâneler çün şarap vaktidir; Şarkılarla geçtim, Boğaz'ın mehtabından. Şarap Vakti Latihan Bozdemir EKİM DERGİ 26 Meryem Bağcı


Hızlı hızlı tırmandı önündeki tepeye. Ağaçların dalları kah gömleğine takılıyor, kah yüzünü teğet geçiyordu. Sonunda tepenin ucunda; yalnız yaşamanın ne demek olduğunu en iyi bilen en az 900 senelik o çınarın yanında durdu. Ayakkabısının içi kumlarla dolmuş, soluk soluğa kalmış ama buna değmişti. Bir süre hiç hareket etmeden o çınarın yanında öylece durdu. Birden var gücüyle bağırıp, ağlayıp, toprağın üzerinde debelenmeye başladı. Gitmiyordu işte o acı yüreğinden. Yere kapanıp uzun bir süre ağladıktan sonra, nihayet çınar güneş rengi bir yaprağını lütfetti en tepelerden. Yetiştim der gibi geldi düştü ayaklarının dibine. Şimdi tüm dikkatini yaprağa vermiş, öylece duruyordu. Yüzündeki ifade ağlamayı yeni kesmiş bir çocuğun yüzü gibiydi. Ufak ufak bir iki kez hıçkırdı. Elini uzatıp yaprağı aldı, elinde bir iki tur çevirip derin bir iç çekti. Düşen yaprağı tekrar yerine koymak istemişti ama bunu yapamazdı. Sorun kendisinde değildi, elinde olan bir şey de değildi. Düşmüştü bir kere, düşünce düşüyordu işte. Düşünce düşüyordu. Çınarın hali, "Bu ilk değil" der gibiydi. Alışmıştı. Rüzgar da üzülmüyordu dalları salladığına. O da biliyordu böyle olması gerektiğini. Yaprağı düştüğü yere bırakıp öylece seyretti. Bir süre sonra küçük bir rüzgarın, yaprağı sürükleyerek çınardan uzaklaştırışını seyretti. O yaprağı sevmişti ama gitmeliydi. Neticede her şey vaktine esirdi. Bir gün kendisi de sallanacak, düşecek ve gidecekti. Ayağa kalkıp son kez yaprağın gidişini seyretti. Bir süre sonra yaprağı seçmekte zorlandı. Şimdiden gözlerinin yaprağı seçemediğini, dokunamadığını fark ediyordu. Çınarın yanına gitti. Kollarını ayırabildiği kadar ayırdı, bir insanın verebileceği en büyük sarılmayı veriyordu çınara. Gözlerini sımsıkı yumdu. "Ne olur bana da öğret nasıl alıştığını." dedi Hayır, bunu anlamak için uzun seneler yaşamaya gerek yoktu çınar gibi. Yaprak gibi her an hazır olmak gerekti yolculuğa. Zamanı geldiğinde yaprağı bırakmasını bilmeliydi çınarın dalı gibi. Ve yolu bilen rüzgara bırakmalıydı kendini. Çınar İbrahim Eren Demirhan EKİM DERGİ 27


Yaşamak kadar büyük bir sancıyı karnımda taşıdım asrın yarısının, yarısında. Biliyorum sandım daha öncesinde el sürdüğüm duvarları, köşe başlarını; kıyısından kıyısına. Oysa tenha bir sokakta çaldırabilirdim cüzdanımı. Sarmaşıklı bir geçitte, camekanda gördüm o “yaşamakta” olan yansımamı. Nefreti de tattım Tanrım, ne büyük mükafat, aklı olana! Bilince bir hecenin delip geçtiği, yırtılan perdesini kalbimin; Görünce kıskançlıktan oracıkta yarılıverecektim, çığlığı yumruğunda tutanları. Parmaklarımda bir İtalyan tütünü ile sürüdüm ayaklarımı bütün günahlar arasında. Öfkeyle inledi çatlamış dudaklarımda sessiz bir uğultu. Bir duman daha üfledi kaldırımdaki yansıma, göğe ulaştı nikotinli bir ayin. Şakaklarımda yalımlar, tutuşturdu beynimde yıldızlar gibi dönüp duran kelimeleri. Nefret neydi Tanrım? Bu öfkenin membaı neresi? Oysa ilki toplasan nefsimden bir harf fazla idi. Alelade bir köşe başında donukladı kemiklerim. Tophane rıhtımına bırakıvermek geldi bütün “Yaşam”’ı. Kulaklarımda can çekişmekte, nefsimin prangalarına sarılı kenafir ruhum, Öfkem neye idi Tanrım? Bir adım sonrası derin karanlıkta, Boğazın tuzlu sularında, Yaşamak sancısı nereye kadar sızlardı bedenimde? Bilemedim, boğulacak olanın o olduğunu. Oysa bıçaklar saplanabilirdi göğsüme bir akşamüstü, arkadan; Katil martıların intihar çığlıklarıydı bunlar. Vapurlar ardı ardına yanaştı küfleri yaşlı iskeleye, Nefsimi geride bıraktım, Nefreti de. Nefsimi Öldürürken Yazdığım İntihar Mektubu Beyza Gazel EKİM DERGİ 28


Varlığın anlamlandırılması çok ilginç bir kişisel ve toplumsal müessesedir insan yaşamı boyunca. Anlamlandırma hususu değerini başkalarından alan bir değerdir kanaatimce. Var olan şeyin bilinmesi ve ona atfedilen bakış açısı bizlere onun varlığını kutlama, kutsama veya iğneleme gibi durumlara izin verir. Bir paragraf yazının dahi anlam kazanması, bir değer elde etmesi için en az bir kişi tarafından okunması ve idrak edilmesi gerekmektedir. O paragrafla ilgili düşünce, duygu ve ifade edilen şeylerin birleşimi bizlere paragrafla ilgili bir anlam, değer ve en hakikatinde varoluşunu sağlar. İşte böyledir bir insanın varoluşu ve ona sarf edilen anlam. Kendi varoluşunu kutlamaktır bir insanın belki de hayatı boyunca tüm mücadelesi. Bir yaşam coşkusu kaynayıverir herkesin içinde. İyi ve kötü, güçlü ve zayıf, zengin ve fakir, mutlu ve mutsuz herkesin içinde bir yaşam coşkusu adeta bekler durur bazen söylenmiş iddialı sözler gibi bazense söylenmeyi bekleyen suskun cümleler gibi. Bir satranç oyununda tahtanın üzerinde hareket eden taşlar gibi yaparken aslında yaşam hamlelerini, insan varoluşunun hem coşkusu hem de cezası ile yüzleşmeye zaman bulmaya çabalar da durur. Sırtındaki binlerce yükün ardında onları durmak bilmeden taşımaya iten, bir gün yorgunluğu bitecek umuduyla adımlarını atmaya devam ettiren bir cümbüş ruhunun bir köşesinde varlığını sürdürmekten geri kalmaz. Bir insan binlerce diğer insanın senaryosunda yan karakterdir, bir tanesi hariç. O bir tanesi aslında kendi senaryosudur. Sadece kendi senaryosunun başrolünde olan insan varlığının nihai değerinin anlamını aramaya koymuştur kendini. Diğer tüm senaryolardaki yerini göz ardı eden insan kendi senaryosundaki yerini adeta bir kutlama havasıyla deneyimler. Kendi senaryosundaki deneyimleri hatırlamakta biraz hilecidir insan. Olayları olduğundan daha abartılı görme, sıradan olan birçok şeyi romantikleştirme ve içindeki kaplanı dışarıda da gösterdiğini hayal etmekten hiç de çekinmez aslına bakılırsa. Hayal bizim senaryolarımızın tuzu biberi, öyle olmasa nasıl tutunuruz kötü senaryolarının bitişini görecek kadar metnin içinde gezinmeye. Benim neden değerli olduğumu nereden bilebilirim? Kutlamaya değecek bir varlığımın anlamlandırmasını nasıl, ne zaman ve neden yaptım? Sahiden her şey belki de kendinde başlar, kendinde bitiverir insanın. Her ne kadar maceralara açılsak da yaşam denen kuyunun içinde, her şeyin bitiverdiği yer kendinde olacak kişinin. Daha en başında sonunun geleceğini bilerek yüzdüğümüz sular içerisinde attığımız kulaçların ne kadar iyi olursa olsun aynı sona götüreceğini bilerek gerçekten çabalamaya devam edebilmektir belki de iflah olmaz insanın heyecanı. Her gece vakti sessizliğin sesiyle uyanan bir şey var belki derinliklerde. Ne sustursan ne de dinlesen olamıyor derdine çare. Ey şanlı hayat, kutlarım seni, kutlarım kendimi, kutlarım iyi ki varım. Kendi Varoluşunu Kutlamak Mertcan Furat EKİM DERGİ 29


EKİM DERGİ K Ü L T Ü R , S A N A T V E E D E B İ Y A T GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN YAZI- ŞİİR- ÇİZİM GÖNDERİMLERİNİZ İÇİN [email protected] @ekimdergi @ekimdergi [email protected] ekimdergi.com


Baran Düzgün


Click to View FlipBook Version