The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by Ekim Dergi, 2023-08-15 05:54:30

Ekim Dergi Ağustos-Eylül 2023

Sebebi mevcudiyetimiz her kesimden yazar ve şairlerin sesi olmak; sanata, sanatçıya tutkun okurlara çabalarımızdan güzel bir seçenek yaratmaktır. Şimdilik e-dergi formatında sürdürdüğümüz dergimizin editör ekibi olarak düzyazı, şiir, fotoğraf, çizim başta olmak üzere her türlü eser gönderimine açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Eserlerinizi, [email protected] adresine iletebilirsiniz.

E KÜLTÜR, S K ANAT VE E İ DEBİ M YAT DERGİSİ AĞUSTOS-EYLÜL 2023 DORUKHAN AKYOL - MAHMUT YALGETTEKİN - İBRAHİM NABİL BA MATRAF ATILIM KOZMONOT - KÜBRA BAŞARAN TANRIKULU - YASEMİN COŞKUN - NUR IŞIK MURAT ŞAHİN - CEM ALAN - NURHAN AVCI - ELİF ERGİN - AYŞE KIŞLALI MEHMET SEZGİN SARI - EMRE METE - İSMAİL YUSUF KOLLAR - BEYZA ŞENEL ELMAS TUNÇ - RIZA KARAKUŞ - MEHMET DÖNMEZ - YASİN MERT ÖZÇELİK SAYI 13


Dünya üzerinde ekolojik yıkımların ve tahribatların korkunç tarihi, kapitalizmin doğuşuna dek uzanmaktadır. Kapitalist ekonomilerin ekolojik çevreye kendi inisiyatifinde keyfi sınırlar belirlemesi David Harvey’nin açıkladığı “eşitsiz coğrafi gelişim” sorunuyla ilintilidir. Baktığımızda tarihte “doğanın keşfi” ve “doğa üzerinde egemenlik” olguları doğa-sermaye ilişkisinden çok daha önceye, insanlığın başlangıcına uzanmaktadır. Kapitalizm ile ortaya çıkan doğa-sermaye ilişkisi ve doğa sömürüsü sonucunda ekolojik denge sınıfsal çerçevede yerinden oynamıştır. Günümüzde de görülen o ki yalnızca kâr odaklı eyleme geçen sermaye sınıfı, çevresel kaygılardan arınmış politikalar izlemektedir. Muğla’nın Milas ilçesinin sınırlarında yer alan Akbelen ormanında yaşanan olaylar da son günlerde bu politikaları derinden hissettiğimiz en önemli örnektir. "El ile, emek ile doğa üzerinde egemenlik, her yeni ilerlemede insanın ufkunu genişletti. İnsan, doğal nesnelerin sürekli yeni, o zamana dek bilinmeyen özelliklerini keşfediyordu. Yine de doğa üzerinde insan zaferleri konusunda kendimizi çok övmeyelim çünkü bu türden her zafer için doğa bizden öç alır. Her birinin, başlangıçta güvendiğimiz sonuçları olduğu doğrudur fakat ikinci, üçüncü sırada birinciyi geçersiz kılan oldukça farklı, öngörülemeyen etkileri vardır." (Engels /1876/ 1950: 10,18) Bir Ağaç Daha Eksilmeyeceğiz: Akbelen Direnişi Ekim Dergi EKİM DERGİ 2 Son günlerde diyoruz fakat Akbelen direnişi, 2018 yılında kömür madenlerini genişletmek isteyen Limak Holding’in İkizköy halkını tarım alanlarına göç etmeye zorlamasıyla başlamıştır. Tarım alanlarının da ruhsat içerisinde kalmasıyla bu arazilere de ihbarname gönderilmiştir. Holding, 2019 yılında ise İkizköy’ün Akbelen ormanında linyit madeni açmak istemiştir. İkizköy halkı o günden beri yaşlısından gencine 24 saatlik nöbetler tutmaktadır. Bu nöbetler çeşitli aktivistler, dernekler, gazeteciler ve sayıları az da olsa milletvekilleri tarafından desteklenmektedir.


EKİM DERGİ 3 Temmuz ayında jandarmanın baskısını ve müdahalelerini artırması sosyal medyanın ve bazı gazetecilerin sayesinde gündem olmuş, siyaset yaşamında hakkında sıklıkla konuşulmaya başlanmış, oluşan tahribatın uydu görüntüleri gündem olmuştur. Mücadele devam ederken direnenlere karşı baskı, çeşitli müdahalelerle birlikte artırılmakta, ormandaki ağaçların kesimi de bu süreçte devam ettirilmeye çalışılmaktadır. Geçtiğimiz günlerde meclis Akbelen için olağanüstü toplanmıştı fakat önergelerin reddi ve genel kurulun tatile girmesiyle meclis çalışmalarına 1 Ekim’e kadar ara verildi. Umut ettikleri kapıların her birinin tek tek kapanışına Akbelen direnişçilerinin boyun eğmeyeceğini, yaratılan öfkenin yalnızca Akbelen değil özellikle Milas ve yaralar içerisinde bırakılan tüm ormanlar için olduğunu biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki tarihte sermayenin tüm sömürgeci faaliyetleri karşısında yine sömürülen sınıf durmuş ve duracaktır. Corneille, Father and Sons Kazım Kızıl


Piyanistin elleri gözlerin gibi rengarenk Korku da özlem gibi diretir durur Kanmasak ya şu kara toprağa Piyano gider müzik durur Alınmış özgürlükler var korkulu Piyano zamana yenik elleri titrek Çalamıyor ruh gibi veba Saklar tuşlarını ve hala simsiyah Ressam kalkar sırada Boyalarında çocukluk yaraları Gencecik umutlarını alır dünya Karanlık elleri kullanamaz fırçaları Çocuğun elindeki o fırça dönüşecek Büyüdükçe kırmızı kanlı bıçağa Aldığınız fırçaların özgürlüğü bitecek Utanç durmadan akacak sokağa Utanç Dorukhan Akyol EKİM DERGİ 4


Ne garip hayal meyal Kirli bir gökyüzü uçuyor siyah kelebekler Beyaz bir toprak üstünde çıplak insanlar Donan sahipsiz bakireler Sallanırken salıncakta duygularım Hayal meyal Beliriyor soğuk yürekte Sıcak bir kan damlası Erimeye başlıyorken kent Kırmızı kırmızı damla damla Sis tutuyor her yeri Yavaş yavaş İdam sehpasında padişah yargılıyor Sahibini öldüren atlar İçine sığınıyor isyan kokan miğferlerin Bir görümlük sadrazam kafalar İşkence sofrasında bir parça ekmek On yıl yatmayı göze alan güzel atlar Bağırıyorlar hep bir ağızdan, bir yanda ben. Bir terslik var biliyorum Hayal meyal Ses var görüyorum duyamıyorum Uyuyorum, duyuyorum Sahibini Öldüren Atlar Mahmut Yalgettekin EKİM DERGİ 5


Postmodernizm, yirminci yüzyılın ikinci yarısında başlayan nispeten çağdaş bir entelektüel akımdır. Hakkında eleştiri ve övgü içeren birçok görüş, kitap ve makale yazılan postmodernizm ve etkileri, bu makalede açıklanmaya çalışılmayacaktır. Ancak günümüz ile geçmişe nazaran sinemada yaşanan değişimleri irdelemek gerekmektedir. Sinemanın kamuoyunu şekillendirmede, kültür ve insan bilincini etkilemede sahip olduğu önem herkesçe bilinen bir olgudur. Kitle yönlendirmenin en somut örneklerini ise Hollywood’un emperyalist fikirleri ve yine emperyal güçleri olumlu bir şekilde tasvir etmesi oluşturmaktadır. ABD’nin kültürel emperyalizminin beraberinde “Amerikanlaşma” kavramı ortaya çıktı. Bu kavram ise Amerikan değerleri ve kültürü sistemi içinde yaşayana kadar Amerikan kültürünün diğer kültürler üzerindeki etkisini ifade etmekteydi. Genel olarak sinema ve kültür üzerindeki Amerikan etkisinin dışında özellikle son dönemdeki filmlerde değinmemiz gereken bir konu daha var ki o da reklam (ticari) filmlerinin yaygınlaşmasıdır. Reklam (ticari) filmleri denilince daha çok görsel efektlere ve sinematik efektlerde teknolojik gelişmelere odaklanan filmler kastedilmektedir. Superman benzeri süper kahraman filmlerini incelediğimizde ise bunların derin bir hikaye sunmayan filmler olduğunu görürüz. Diğer bir deyişle, bu filmler derin hikaye ve diyaloglardan ziyade görsel efektler çerçevesinde şekillenen filmlerdir. Bu dönüşüm kuşkusuz olumsuz bir dönüşümdür. Çünkü filmler, insanların hayatın baskılarından ve sorunlarından kaçmalarına yardımcı olan bir dikkat dağıtıcı vasıta haline gelmiştir. Sinema, köklü bir geçmişe sahip olmakla birlikte, toplumların birçok sorununa ışık tutabilirken aynı zamanda insanların soru sormalarına ve cevap aramalarına yardımcı olmaktadır. Hızlı eğlence ve görsel heyecana dayalı sinema, izleyicilerin eleştirel düşünmelerine veya toplumsal sorunları tartışmalarına yardımcı olmaz, aksine hayatın gerçeklerinden kaçmanın bir vasıtası haline gelir. Bunu Charlie Chaplin'in Modern Zamanlar gibi fabrikalarda çalışan işçiler gerçeğine ışık tutan eski filmlerinde gözlemleyebiliyoruz. Postmodern Dönemde Sinema İbrahim Nabil Ba Matraf EKİM DERGİ 6


Aynı şekilde basının bir denetim mekanizması olarak politikacılar üzerindeki etkisini irdeleyen “The Post” gibi film örnekleri de bulunuyor. İftira ile bir insanın hayatının nasıl mahvolabileceği konusu üzerinde duran “The Hunt” filmini de unutmamak gerekir. Asılsız suçlamaların vahametini, sosyal medya platformlarında sıkça tecrübe edebiliyoruz. Sosyal ağlarla bu denli iç içe olduğumuz dönemde haz odaklı filmlere ihtiyacımız olmamalıdır. Bunun yerine toplumsal meselelere ışık tutan ve eleştirme yeteneğimizi harekete geçiren filmler ihtiyaç teşkil etmelidir. Modern zamanlar, değindiği konu itibari ile izleyicinin yaşamındaki bir soruna odaklanıyor ve bu sorunun farklı boyutlarını göz önüne getirerek çözüm üretilmesine katkıda bulunuyor. İzleyicinin eleştirel düşünce geliştirmesine yardımcı olmayan sinema, faydadan çok zarar veren bir sinemadır. Çünkü toplum, yüksek bir eleştirel kapasiteye sahip olmadan ilerleyemez. Bu durum elbette önemli fikirleri tartışan yeni filmler olmadığı anlamına gelmemektedir. Örneğin, günümüzde din adamlarının çocuk istismarı suçlarını irdeleyen “Spotlight” filmi bulunuyor. Filmde dini otoritelerin istismar skandallarını örtbas etmesi gibi çok ciddi bir konuyu ele alınıyor. Ayrıca basının, toplum üyeleri için adaleti sağlamadaki rolü üzerinde duruyor. EKİM DERGİ 7 Atılım Kozmonot


Yaşadığı hayatın kurallarını, başkalarının koyduğunu oyunun ortasında fark etmişti Sibel. Dünyaya geldiğinde ailesi, mahallesi, döneminin ayıpları onun adına her şeyi çoktan belirlemişti. Arkadaşları, kıyafetleri, saç kesimi hakkında bile irade ortaya koyması neredeyse imkansızdı. Aynaya baktığında kalabalıkta kaybolacak bir saç kesmesi onun için yeterliydi. Kendisine baktığında ışıldayan, fazla ve aykırı duran ne varsa törpülemişti. Mahallesinde hemşire olmanın mahalle içerisindeki yerinden, okuyamayan kadınların aslında hemşire olup birilerinin yarasını sarmaya çalışmasından, çocuğu olmadığı için adı Kısır Gülşen’e çıkan komşusunun hemşirelere imrenmesinden oldu olası etkilenmişti. Meslek seçimini yaparken kendi tercihini yaptığını düşündüğü için sıkı sıkı bağlanmış, neredeyse tüm hayatı işi olmuştu. Neyse ki hemşireliğe başlayalı çok uzun zaman olmamıştı. Mahallede ne kadar yorulduğunu, hastalara nasıl yardımlar ettiğini, karşılaştığı ilginç hastaları kendisine meraklı gözlerle bakan komşularına profesör edasıyla anlatıyordu. Mahallelinin ona hayranlık duyması, kimisinin haset dolu bakışları içerisindeki eksik parçayı tamamlamasını sağlıyordu. Hastane çalışanları Sibel’in aslında ne kadar çalışkan olduğunu konuşuyordu. Nöbetleri boyunca hastalarının üzerine titreyip varisleri çıkana kadar çalışması çevresindekilerin coşkulu ve çıkarcı takdirini kazanıyordu. Sibel ise kendisi ile verdiği savaşta kendini yerden yere vurup hırpalayarak mağlubiyetinin ve galibiyetinin zafer sarhoşluğundaydı. Sibel’i seven kim varsa bunun bedelini ödüyordu. Sevmediğiniz birini sevenleri de sevemezsiniz. Bu kendiniz de olsanız… Sabahın körü, güneşin henüz insan yüzüne değmediği saatlerde evden çıkan Sibel yol boyu otobüste cama vururken gördüğü kelebeği buz mavisi kristal kanatları olan ama kavanozda kapalı kalmış olarak düşündü. Sonra kelebeğin cama vuruşlarını soğukkanlılıkla izledi. Sonraki kanat darbesi ne kadar zarar verecekti? İneceği durağa geldiğinde bacaklarının acıdığını fark etti. Varislerden olsa gerek diye düşündü. Dudak kenarlarına yayılan ince gülümsemesi, düşüncesine eşlik etmişti. Düşmanını yavaş yavaş yenen bir savaşçının gururu ile otobüsünden indi. Üzerini düzeltip aynaya baktıktan sonra üzerinde adı soyadı kan grubu memleketinin yazılı olduğu yaka kartını takıp hem ebedi hem ezeli düşmanını yenmek için cephesine gidiyordu. Düşmanını epey yormuştu. Aidiyet Kusması Kübra Başaran Tanrıkulu EKİM DERGİ 8


Nefeslenmek için oturduğunda savaşın daha yeni başladığını, erken pes ettiğini düşünüyordu. O sırada Sibel’in kulakları doğumhaneden gelen incecik bir iniltiyle tırmalandı. Az önce doğum yapan annenin bebeğiydi. İç çekerek ağlamaya çalışıyordu. Ne yazıktı onun için ağlamak bile epey zordu. Gözleri kapalı, tüm vücudu mosmor olan bebek ellerini hareket ettirmeye çalışıp yorulduğunda pes edip tekrar başlıyordu. "Kendisiyle cebelleşiyor bu bebek. Yazık çok yaşamaz bu, bari bir isim bulalım öyle seslenelim," dedi. Doktorlar hasta yakınlarına yorgun doğdu biraz yoğun bakımda kalmalı dediği için bebeğin adını Argun koydu. Argun dedi bebeğin moraran avuçlarını tutarak. Bebek gözlerini açıp Sibel’e baktı. Hayattaki rolünü kabul eder gibi bir hali vardı. -Oyuncu değişikliği. İçinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmanın yolunu bulmuştu. Servisinin nispeten kilolu, pembe yuvarlak suratlı sağlık durumu en iyi bebeği Aksu ile Argun’u değiştirdi. Tek bir an ile iki hayat değiştirmişti. Anne bebeği görünce sevindi. Güzel ve sağlıklı bebeği bakmak onun için daha rahattı. Bu bebeği babasına kabul ettirmek daha kolay olurmuş. Bir elinde çanta diğer elinde Aksu bebek hastaneden çıktı. Aksu bebeğin annesi yavrusunu dört gözle bekliyordu, sevgi dolu bir aileydi. Anne Argun’u kucağına aldığında memesinden süt damladı. İki bebek de iki ailede böyle daha mutluydu. Ertesi sabah olup işten eve geldiğinde evde başka birinin kokusunu alıyordu. Masasının üzerindeki bibloların yerinin değiştiğini fark etmişti. Eve gelen hırsız evi dağıtmadan kıyafet dolabının içerisindeki kutudan altın saatini alıp çıkmıştı. Hırsızın evinde dolaştığını, ellerini gezdirdiğini düşündükçe tüm organlarıyla kusmak istedi. Derisiyle bile. Terlemeye, ağlamaya başladı. Argun ve Aksu bebeği düşündü. Eminim şu an onlar da ağlıyordur dedi. Doğru olanı yapmış olayım lütfen dedi ürkek bir tavırla. Devamlı terliyor, kusuyor yer yer ağlama krizlerine giriyordu. Çalışma arkadaşları onun için endişeleniyordu. Mahallesinde hamile olabileceği dedikoduları dolaşıyordu. Kendisini toparlayıp çalışmaya başladığında servisindeki bebeklerin hastaneden sonraki hayatlarını düşünüyordu. EKİM DERGİ 9 Yasemin Coşkun


Acaba oyuncu değişikliğine başka bir bebek daha ihtiyaç duyar mıydı? Çalışma yoğunluğu Sibel’e oyuncu değişikliğini unuttursa da kusması hiç azalmamıştı. Doktorunun önündeki sırayı soru sormak için yararak içeriye girince buz kütlesinin yüzüne fırlatıldığını hissetti. Argun bebek kontrol için doktorunun yanındaydı. Toparlamış görünüyordu. Sıradaki herkesi kendisine hayran bırakıyordu fakat kusması hiç geçmemişti. Koridorun öteki ucunda bir kadının iç çekerek ağladığını duydu. Başında dudakları kalınca, dişleri sarımsı bir adam vardı. Dişlerinin arasından çıkan tükürükleri Aksu’nun annesinin yüzünü ıslatıyordu. Kadın nefes nefese: Çocuk korkuyor herkesin içinde bağırma, dedi. Adam dinlemedi. Doktorun kapısını bir kez tıklatıp içeri girdi. Kapıda sırasını bekleyenler arkasından cıklamakla yetindi. Argun ve Aksu bebek yan yanaydı. İkisi de kusuyordu. Doktor salgın olabilir dedi. Aksu’nun babası ikna olmadı. "Anlamadınız mı? Salgın deyip çıkıyorsunuz işin içinden, ben de yaparım böyle doktorluk," dedi. Sibel gerilmişti. Elindeki kurşun kalemi tırnaklarını batırıyor kalaminde çıkan izlere dişlerini geçiriyordu. Rahatlamaya çalışıyordu. Konuşma sırasında geçecek tek bir kelime Sibel’in hayatına mal olabilirdi. Doktorunun odasından hızlıca çıktı. Yemekhaneye geçti. Düşüncelerle yemeye daldı, yemeğinden bir kaşık aldı ve kaşığın içinden kısa siyah erkek saçı çıktığını gördü. Kustu. Ve kusması asla dinmedi. Yemekhane görevlisi özürler diliyor. Sibel daha fazla kusmamak için ağzını kapatıyor ama öğürüyordu. Arkadaşları onun gidişatını hiç iyi görmüyordu. Ona dinlenmesi için izin vermişlerdi. Evde kaldığı dönem ailesi için hayli zor olmuştu. Evinde hiçbir şeyin yerini değiştirtmiyordu. Yeri değişen bir eşya gördüğünde daha fazla kusuyordu. Her şey yerli yerinde olmalıydı. Benim yerim neresi? Peki ben buraya ait miyim dedi? Düşünceler peşi sıra sıralandı. Değilim dedi. Buraya ait değilim dedikçe kusuyordu. İyice halden düşmüştü. Belki de hayat beni ait olmadığım yerden böyle koparıyor, bana bile hissettirmeden dedi. Doktor arkadaşları bile umutsuzdu onun için. Bir gün hiç bulantısı olmamıştı. İşte o gün artık ait olduğu yerdeydi. EKİM DERGİ 10


Issızlığın evindeyim. Lütfen bir parça merhaba beyim. Kapımı çalın ayaklarınza eğileyim. Kafeste rencide edilmiş bir serçeyim. Cinnialar keman çalsın bana. Hükümsüz gözlerin melodisi olsun. Yaşlı böceklerin anıları defterimde bulusun. Keman çalınıyor be ıssız ev neden soğuksun ? Tavandaki çiviler iplerini bekliyordu. Merhabalı dudakları gözlerim görmüyordu. Kemanlar sesliyken böcekler eriyen bedenime gülüyordu. Perde kapanırken biriken kelimeler gözyaşlarıyla boğuluyordu. Issız Evin Kemancıları Murat Şahin EKİM DERGİ 11


Yağmur hiç durmamıştı. Son zamanların en kurak kışı, tüm yağmuru tek gecede dökmek için benim yola çıkacağım zamanı beklemiş demek. Otobüsün en arka, en köşe, sol arka tekerinin üzerindeki en konforsuz koltuğundayım. Yılan gibi kıvrılan yol bitmek bilmiyor. İçerisi kapkaranlık, yol kapkaranlık, hiçbir şey göremeden sıkıntılar içinde gidiyoruz. Ara ara aklım bavuluma gidiyor. İşe yarar her şeyimin bir bavula sığması ne garip, bir bavulluk yer kaplıyormuşum dünyada. Muavin onu öyle dengesiz bir açıyla koymuştu ki belki de patladı diye kendi kendimi bir de bu yüzden geriyordum. İçim sıkılıyordu, sanki sıkıntıdan bir top doğuracağım. Köy Cem Alan EKİM DERGİ 12 Bambaşka bir şehre, yabancı bir kültüre gitmek, demek ki sadece yola çıkanın anlayacağı bir şeymiş. Yola koyulmadan evvel böyle tedirgin, serçe kuşu gibi olacağımı tahayyül edemezdim. Öyle bir özgüvensizlik, sakillik var ki içimde… Sanki dünyaya yeni gelmişim. Daha önce yaşadığım şehirden ayrılmamıştım hiç. Evden okula, okuldan eve. Bir yandan annemi, kardeşimi bir başlarına da bırakmamıştım daha önce. Tek başına ders çalışması gerekecek şimdi haylazın. Gözlerim hafif hafif yanmaya başlayınca, başka şeyler düşünmeye çalışıp kardeşimle annemi kovaladım aklımdan. İçimin sıkıntısı sanki bir şekle, cisme büründü, kalbimle midemi avucuna almış sıkıyordu. Otobüsün o en arka koltuğunda, karanlığın içine kusacağım şimdi. O an o koltukta, dünyadaki en yalnız insan olduğumu zannediyorum. Sanki daha doğmamışım, kapkaranlık ana rahmindeyim. Hiçbir şey bilmiyorum hayata dair. Sonra biraz kızıyorum kendime. İnsanlar neler başarıyor, neler yapıyor. Savaşlara giriyor senin yaşında, diyorum. Ama içime söz geçiremiyorum. Sıkıntı, tıpkı gecenin bu karanlığı gibi üzerime çöküvermiş. Bütün bir gece süren yolculuktan sonra, otobüs yavaşlayarak dar toprak yola doğru saptı. The Painter on the Road to Tarascon, Van Gogh


Yağmur neredeyse dinmişti. Hiç uyumadığımdan gözlerim acıyor. Hava yeni yeni gecenin sabahı kucaklamaya başladığı o buz mavisi haline bürünmüştü. Geniş ovalar, ağıllar, tarlalar ve yer evlerini geçerken tek katlı, geniş bahçeli, kerpiç yapıya heyecanla baktım. “Aa,” diye mırıldandım kendi kendime. Atatürk büstüyle göz göze gelince işte o an, içimin tüm sıkıntısı gidiverdi. Çocuk gibi gözlerim doldu. Burasıydı. Öğretmenlik yapacağım okul burasıydı. Kuş cıvıltıları sanki gelişimi karşılıyordu, kendi kendime gülümsedim. Derme çatma sokaklar, kavak ağaçları, otobüs, içim; hep beraber bir anda aydınlanıverdik. EKİM DERGİ 13


Rüzgârın asıldığı evler Hışırtılar ve tıkırtılar içinde Ölülerin bataklık izmleri Önü ilikli cübbelerin ceplerinde eller saklı Burnu kanamış mevsimlerin Ki... Mevsimler buharlaşmış tende Tamlandım sandım beden çıkmazlarında Bir elma ısırığında zehirlendi kara orman Kral yollarına giden tren damıttı yalnızlığı Çoklu evren, distopik panjurlardan sızdı Kanayan burnunu izledim Ölürken izlenmenin doyumu Yas tutuyorum yaşadığıma Öldüğüne değil Bebeklerin siyah beyaz kırmızı evreni Yalancı emzikleri söğürüyor Anne sütünden yoksun incir sütüne müptela Taşın sırrı elzem Yağmurum suretinde asıldı bir şemsiye Sandıklar yutuyor pusulaları Sis çöktü güneş görmeyen yerlere Nadasa bırakıldı yine kalpler Sakin bir akşamüstü yırtık bir fotoğrafta Tamlandı imgelem Düsturu italik sarkaçlarla eşdeğer Ne çok anlattı yazar noktasız Hangi sen ele verecek kendini Derinlik Sarhoşluğu Nurhan Avcı EKİM DERGİ 14


Kendimi gömdüm Çoğul yalnızlığıma İnsanlardan korkuyorum Ve tüm hayvanlar vahşi geliyor bana Deniz beni büyülüyor Ve Biliyorum Sakin bir denizin dibinde, bir son bulacağım bu hayatıma. Çağrılıyorum Ve davet ediyorum sizi Denizin sadece bir parçasına bakmaya Büyülenecek Ve Gömüleceksiniz kendi yalnız sonunuza İnsan kendini kaybetmek için tutunur mu bir başkasına Aptalca Tam da bu anda Ateş böcekleri tutunuyor paçama Bir böceğin aydınlattığı şu sefil karanlıkta Ben Çoğul halim Deniz Ve karanfilli sigara Kayboluyoruz sakin denizin karanlığında Ölmek için ölürmüşcesine yaşamışız Ölümlerin biz ölmeden de yaşandığı şu dünyada Yoklukla karşılaşanları karşılamadan bir sofrada Kendi sefil açlıklarımızla Yok yere Ölmeden ölürmüşcesine yaşamışız. Ben, kendimi, kendi yetersizliğimle yettiğim tek bir iyiliğe gömdüm. Denizin dibindeki balığın kalbine Ve çocukların kimsesizliğine. Çağrı Elif Ergin EKİM DERGİ 15


Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu? Biriken çöp yığınları arasında bulup ilginç olduğunu düşündüğünüz eşyalar, bir adet hamamböceği ve “Hello, Dolly!” filminin eski bir kaseti. Tüm varlığı bunlar olan ve tek görevi insanların terk ettiği biriken çöp yığınlarını istifleyerek Dünya’yı eskiden olduğu gibi yaşanabilir bir gezegen haline getirmeye çalışan sevimli bir işçi robotun, Wall – E’nin hikayesi bu. Yapımcılığını Pixar Animation Studios’un üstlendiği ve ilk kez 2008 yılında ABD’de vizyona giren animasyon türünün başyapıtlarından biri olan Wall - E, çocuklar için eğlenceli bir macera niteliğinde olmasının yanı sıra esas mesajlarını ise yetişkin izleyicisine sunmaktadır. Öyle ki film kapitalist sistem ve totaliter rejimlere ilişkin bir eleştiri içermektedir. Kalpten Kalbe Bir Diyalog: Wall-E Ayşe Kışlalı EKİM DERGİ 16 Film, neşeli bir şarkı ve uzayın eşi benzeri olmayan görüntüleri ile başlamaktadır. Bu neşeli ve güzel bir gezegenin varlığını işaret eden umut dolu şarkının aksine seyirciyi post-apokaliptik bir Dünya beklemektedir. Dünya’nın çevresi yoğun bir sis tabakası ile kaplı olup insanların terk ettiği birikmiş çöp yığınlarından oluşan ve gökyüzünü dahi delen yükseklikte kuleler bulunmaktadır. Dünya’da yaşamın ve hareketliliğin tek göstergesi ise bu çöp yığınlarını istifleyerek günlerini geçiren sevimli robotumuz Wall – E ve arkadaşı olan hamamböceğidir. 700 yıl kadar önce insanlar biriken çöpler ile daha fazla başa çıkamamış ve “Buy n Large” adlı bir mega şirketin inşa ettiği üst düzey teknolojik özelliklere sahip Axiom adlı uzay gemisi ile Dünya’nın Wall-E isimli robotlar tarafından temizlenmesinin ardından geri dönecekleri düşüncesi ile Dünya’yı terk etmişlerdir. Wall – E ise Dünya’yı temizlemek için görevlendirilmiş Wall – E robotlarının çalışmaya devam eden tek robotudur.


Yaşamış olduğu uzun ve yalnız yılların ardından kendine bir karakter geliştiren Wall – E için insansı bir robot tabirini kullanabiliriz. Öyle ki Wall – E bir insanın sahip olduğu duyguların hepsini taşımakta ve bu duygulara yönelik tepkileri de vermektedir. Günlerini çöp istiflemekle geçiren bu sevimli robotun en büyük hayali akşam olduğunda izlediği pek kıymetli “Hello, Dolly!” filmindeki benzer bir aşkı hissedebilmek ve yaşayabilmektir. Bu aşkı ise Axiom’dan gönderilen ve Dünya’nın yaşanabilir hale gelip gelmediğini araştırmak için görevlendirilmiş Eve (Wall – E, Eva olarak telaffuz etmektedir. Eva, yeryüzündeki ilk kadın olarak tanımlanır. Bu bakımdan Eve’nin Dünya’daki yeniden doğuşu temsil ettiğini söyleyebilliriz.) ile tadar. EKİM DERGİ 17 Filmin ilk yarısına değin herhangi bir diyaloğun yer almamasına rağmen filmin seyir etkisini ve ilgisini korumayı sağlamış olmasının filmin en dikkat çekici özelliklerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim Pixar, bu ince ahengi sağlayabilmek adına filmin yapım aşaması boyunca stüdyolarında Charlie Chaplin filmlerini oynatmıştır. Bunun sebebi Charlie Chaplin filmlerinin diyalogsuz hikaye anlatımını çok başarılı bir biçimde gerçekleştiriyor olmasıdır. Yukarıda bahsetmiş bulunduğumuz Wall – E’nin yaşamış bulunduğu duygulara verdiği tepkilerin her birini filmin ilk yarısına değin Wall – E’nin adeta dış dünyaya açılan bir araç olan gözlerinden anlamaktayız. Barış Özcan, “Hikayede Duygu, Wall – E, Robotlar ve Kalbe Dokunmak” adlı videosunda bu durumu "iletişimi kalpler arası bir diyaloğa dönüştürmek" olarak tanımlamıştır. Bence Wall – E’yi özetleyen en net tanım da bu olmalı, zira film boyunca Wall – E’nin insanlaşmış düşünce yapısı ve oluşturduğu karakter altında yaşadığı duyguları siz de ta kalbinizin en içinde hissediyorsunuz. Eve ve Wall – E’nin tanışmasının ardından gelişen süreçte, Eve’nin Wall – E'nin bulduğu bitkiyi görmesi ile bitkiyi içine hapsederek kendini adeta kapatmasını ve ardından karakterlerimizin Axiom’a doğru uzanan keyifli serüvenini seyretmekteyiz. Üstelik bu serüvende Axiom’u yakından tanıma fırsatı da bulmaktayız. Öyle ki film, ikinci yarısına tekabül eden bu parçasında Axiom üzerinden yetişkin seyirciye hitap eden kapitalist düzenin ve totaliter rejimin bir eleştirisi mahiyetinde mesajlar içermektedir. Axiom 700 yıldır insanlar tarafından kullanılan üst düzey teknolojilerle donatılmış bir “hayatta kalma” merkezi, esasında ise bir uzay gemisidir. Axiom’da insanların üretime katılmadıkları aksine yalnızca tüketen bir toplum oluşturdukları görülmektedir. Bu tüketen toplum ulaşımını yalnızca uçan araçlarla sağlamakta ve asla yürümemektedirler.


Zamanla yürümeyi de unutmuş ve adeta asimile olmuş olan toplumun birbirleri ile iletişim kurma yöntemleri ise sanal ekranlardır. Sanal ekranlar üzerinden iletişim kurdukları gibi günlük gelişmeleri de yine bu sanal ekrandan öğrenmektedirler. Birbirine dokunmayan ve birbirini hissetmeyen bu toplumun yönetiminde bir kaptan ve Auto isimli kaptan yardımcısı bulunmaktadır ve muhalif herhangi bir güç de bulunmamaktadır. Öyle ki toplum, yönetimde bulunan güç tarafından pasifize edilmiş durumdadır. İnsanlar onlara moda olduğu söylenen rengi giyinmekte, yapılması söylenen aktiviteleri gerçekleştirmekte ve adeta bir robot gibi yaşamaktadırlar. Tüm bu detaylarla birlikte Axiom’daki insanların mutsuz, sıkılgan ve çevresinde var olan şeylerin farkında bile olmadıklarını görmekteyiz. İşte film, kapitalist düzenin ve totaliter rejimlerin sonuçlarını bu şekilde seyircisine sunmaktadır. Bu zıtlık karşısında insanların birer robot ve Wall – E’nin ise bir insana dönüştüğünü söylemek mümkündür. Ancak unutulmaması gereken küçük bir detayı da asla gözden kaçırmamalıyız. Wall – E tüm bu insani duygulara ve karakter gelişimine sahip olmasını “Hello, Dolly!” filminde izlediği insanlara borçluydu. Dans etmeyi, şarkı dinlemeyi, el ele tutuşmayı ve aşık olmayı o filmden, yani bizlerden öğrenmişti. Hiç şüphesiz Wall – E sunduğu eğlenceli ve macera dolu evreni, verdiği mesajları ile bir animasyon kültü sayılmaya değer nitelikte. Ancak Wall – E tüm bunların yanı sıra insana insan olmanın ne demek olduğunu hatırlatmaktadır. Ve Wall – E filmini de aynı Wall – E karakteri gibi değerli kılan insani yanıdır. EKİM DERGİ 18


yıkılmış şehirlerde ışık aramanın yalnızlığına bilenmeyen bir bıçak darbesi gibi duran yanıma kaybettim kendimi üzerini çizdiğimiz atlaslarda eşi olmayan ülkelere neyi hatırlatır güvercin kanatları savaşlar, yıkımlar ve komşular arasında cesetlerden alınan vergi ne çok ağlamakmış öğrendim tutundum, yaban otlarını saksıya dikmiş ayakkabısını yolda unutmuş seyyah gibi seni, gibi beni, gibi yolu yetişemedim zamanın bir ucundan çekip sündüren karanlığa el değmemiş eylemlerde koştum da yuttum kalbimi sanki seni, sanki beni, sanki eylemsizliğimi garip bir tren vagonunda eskiyerek yüzüm sonbahar hiç gitmeseydi bu saatlerde deniz olurdu kalbim Geçmişe Dökülen Mektuplar Mehmet Sezgin Sarı EKİM DERGİ 19


Konu Günlüklere alınmış notlara ilerleyen kitap mayıs ayının hemen ilk günleriyle başlıyor. Jonathan Harker’ın Bistritz’e (Transilvanya kasabası) yaptığı yolculuk ile başlıyor. Etrafı gözlemleyen Harker Kont Dracula’ya ulaşmak için bu kasabaya gelmiştir. Birkaç günü etrafta gezerek, yemeklerini ve kültürlerini deneyimleyerek geçiriyor. İçtiği şarabın dilinde bıraktığı izden, yediği etteki tada kadar her şeyi not alıyor. Patlıcanın arasında sıkıştırılmış kıymalı yemeğin yanına ise tarifini al notu düşüyor (Bu bizdeki karnıyarık olmalı). İlk karşılaşmalarında Harker şöyle bir referansla karşılaşmıştır: Giriş Dünya çapında kendine ün yapmış Dracula kitabı birçoğumuzca Balkanların bir hikayesi olduğunu düşünsek de aslında öyle değil. Soğuk ve kasvetli İngiltere sokaklarına ait bu hikâye, dönemin İrlandalı yazarı Bram Abraham Stoker tarafından yazılmıştır. O dönemde 50 yaşındaydı ve bu kitap onun şahikasıydı. Aslında yazar ölümüne kadar Dracula ile ün yapamamıştır. Şöhretini Personal Reminiscences of Henry Irving (1906) kitabına borçluydu. Dracula kitabı uzun olduğu için yayıncılar kitabın bir bölümünü yayınlamamışlardı. Ölümünde sonra eşi diğer kısımları yayıncılara vermiştir. (Eşi de Oscar Wilde’ın eski sevgilisiydi). Türkiye’deki ilk baskıyı ise 1928 yılında Resimli Ay Matbaa Türk Ltd. basmıştır. Bunu yapan da Ali Rıza Seyfi’dir. Sayısız filme ya da diziye uyarlanan bu eseri popüler kılan neydi? Kontun cazibesi mi yoksa kitaptaki gizem mi? Belki de türünün yaratıcı sayılan Polidori’nin Vampir kitabından daha cazip geliyordu. Veyahut S. La Fanu’nun Dracula’dan çeyrek asır önce çıkardığı Carmilla kitabı bu kitaba öncülük ederek daha iyi olmasını sağlamıştır. Sadece bir öngörü bunlar. Dracula Emre Mete EKİM DERGİ 20 İçeride uzun, beyaz bir bıyık dışında temiz tıraş olmuş, uzun boylu, yaşlı bir adam duruyordu; baştan ayağa, tek bir başka renk lekesi olmadan, siyahlara bürünmüştü. Elinde antik, gümüş bir lamba tutuyordu, lambanın şişesi ya da karpuzu olmadığı halde içinde bir alev yanıyordu, açık kapının esintisi ile kıpırdanırken uzun, titrek gölgeler yaratıyordu.


İçeriye giren Harker yemek masasına gider ve güzel bir gece geçirir. Elindeki mektubu ise konta verir. Kont Dracula’yı incelerken yaptığı betimleme ise olağanüstüdür. “Yüzü güçlü -çok güçlü- bir kartal gibiydi; ince burnunda yüksek bir kemer, tuhaf bir şekilde kemerli burun delikleri vardı; alnı azametle kubbeleniyordu ve şakaklarındaki saçlar seyrekti ama başka yerlerde boldu. Kaşları gürdü, burnunun üzerinde neredeyse bir araya geliyorlar ve kendi gürlükleri ile kıvrılıyor gibiydiler. Ağzı, ağır bıyığının altından görebildiğim kadarıyla, kararlı ve zalim görünüşlüydü; tuhaf bir şekilde keskin dişleri vardı, bunlar dudakların üzerine çıkıntı yapıyordu. Dudaklarının dikkat çekici kırmızılığı, o yaştaki bir adam için hayret verici bir canlılığa işaret ediyordu. Kulakları solgundu ve tepeleri oldukça sivriydi; çenesi geniş ve güçlüydü ve yanakları zayıf, ama diriydi. Yarattığı genel etki, sıra dışı bir solgunluktu.” Şatonun içinde birkaç gün geçirerek kontu daha yakından tanıyan Harker bir gün tıraş olurken şatodaki tek ayna olan kendi küçük aynasından kontu göremeyince yüzünü keser ve kontun elleri boynuna yapışır ve sert bir biçimde dikkatli olmasını söyler. Tüm yemekleri tek başına yiyen Harker bir tür tutsak edilmiş bir hissiyatla beraber sayısız kapılı odalarla dolu yerde kitapların arasında kalır. Günlerini geçirmeye devam eden Harker için çember çok daralmıştır. Kont onunla sohbetler dışında uzakta durmaktadır. Onu kendine yem olarak seçmiştir. Duvarlardan gelen seslerden irkilen avukat bu tutsak durumundan kurtulmanın tek yolunun yine kont olduğunu çok iyi biliyordu. Bir akşam kontun sarışın bir kadına yaklaşımını ve ona neler yaptığını gören Harker büyük bir şok geçirir. Kızların genç avukata yaklaştıklarını gören kont kızlara bağırır. Harker ise yarı baygınken kızlardan birinin ısırılarak fırlatıldığını görür. Kızlar uzaklaşırken bilincini kaybeden Harker onların duvardan geçtiğini görür. Şatoda geçen birkaç haftanın sonunda kont Harker’ın gitmesine müsaade eder. Avukatın kurtuluşunu kitaptaki cümleler şu şekilde haykırır: “Bir an durduktan sonra ağırbaşlı bir tavırla kapıya ilerlerdi, ağır sürgüleri çekti, ağız zincirleri çengellerinden çıkardı ve açmaya başladı.” Oysa bu sevinç birkaç saniye sürdü ve gecenin o karanlığında çıkmaya korkan Harker geri içeri girmek zorunda kaldı. Gitmek için sabahı bekleyecekti. Dracula’nın şatosunda geçen zaman dilimde ise kitap ara vererek Mina ve Lucy’nin mektuplaşmalarına gidiyor. Onların derdi ise iyi bir evlilikten başka bir şey değil. Bu süreçte ise Mina’nın Harker ile mektuplaşması kesilmeye başlar. Mina ilerleyen zaman içinde Harker’dan haber alamadıkça endişelenir. Mina Murray’in günlüğünden de devam ediyoruz. Bir geminin seyir defterinin paylaşıldığı bu bölümlerde gemi içindeki mürettebatla beraber gemi kaptanlarının da yavaş yavaş öldüğüne ve kalan birkaç kişinin de delirdiğine dair gazete haberleri veriliyor. EKİM DERGİ 21


Lucy’de hastalık baş gösterirken bir gün 19 Ağustos günü Mina’ya bir mektup gelir. Jonathan Harker yaşıyordur ve hastanede olduğu için ona yazamamıştır. Uykusunda sürekli kurtlar, zehir, kan, hayaletler ve iblisler diye sayıklıyormuş. Lucy’nin durumu daha iyiye giderken diğer taraftaki Renfield ise sinekler yemekte, örümcekler yakalamaktadır. Bir gün iyi ise bir gün kötüdür. Doktor Seward onunla ilgilenmektedir fakat artık durumu kendinden daha iyi olduğunu düşündüğü Van Helsing’e iletir ve birlikte gözlemlemeye başlarlar. Genç Lucy’nin durumunu iyice gözlemledikten sonra verdiği birkaç ilacın etkisinin geçici ya da faydasız olduğunu görünce sarımsaktan çiçek getirerek rahatça uyumasını söyler. Helsing bir şeylerden şüphelenmektedir. EKİM DERGİ 22 Birçok kez kan takviyesi yapılan narin bedeni Lucy için ağır gelir ve insani yaşamından kopup gider. Öldüğünde uyur gibi olan bedeni, yaşarken ise uyuduğunda ölüleri andırıyordu. Kitapta ilerledikçe işler ilginçleşiyor. Jonathan ile Mina evlenmişlerdir ve daha sonra Lucy’nin ölüm haberini alırlar. Etrafta gezen tekinsiz şeyler vardır. Abraham Van Helsing Mina ile görüşür ve etrafta gezen bir canavar olduğunu anlatır. Kitapta şu ana kadar açıkça ilan edilmese de Dracula ilgili büyük bir bağlantı olduğu barizdir. Arthur Holmwood (Lucy’nin sevgilisiydi) ölümünden sonra Van Helsing ile giriştiği işler sonrasında kendini ölümden sonra hissettiğinden daha da kötü hisseder. Lucy’nin mezarını açan Abraham daha da ileri giderek onun kafasını kesmenin doğru olduğunu söyler. Çünkü daha önce geldiklerinde mezarında olmayan genç kız bir sonraki ziyarette yerinde bulunmuştur. O artık bir vampir olmuştur ve sevgilisine dahi cüretkâr bir teklifte bulunmuştur. Lucy’nin kâbusu gibiydi; sivri dişler, kan lekeli, şehvetli ağzı -insanı ürpertiyordu- Lucy’nin tatlı saflığının şeytani bir taklidi gibi şehvetli, günahkâr görünüşü. Kalbine kazık çakılan Lucy için tabutun dibi görünmektedir. Van Helsing bu görevi de sevgilisi Arthur’a vermiştir. Lucy’nin artık vampir yüzünden öldüğü kesindir ve kontunda bir vampir olduğu söylenir. Hatta kitapta bir kısımda denir ki; “Aramızdaki bu vampir yirmi adam gücündedir.” diye izah edilir. Renfield’ın durumu hala aynıdır. Arada düzelme sinyalleri vermiştir ama onun da kaotik bir sağlık durumu vardır. Kontun bölgede ilgilendiği evlerden birine girmeyi başaran grup gözlerini ikinci eve dikse de evin sahibi evi satmaz. İlk evde ortaya çıkan topraklar kontun nasıl bir yol izlediğine dair çok karışık izler bırakmıştır. Mina arada sağlık sorunları yaşamaktadır. Bram Stoker


Baştan aşağı zifte boğulmuş asfaltlar Katlanılmaz şekilde tiksindiriyor beni Sonsuzluğa uzanan güzergahlarsa sadece, Yakıtımın eksilmediğine işaret. Beyazlıkların içinden bir türlü çıkamadığı kırmızılıklara mahkumum Ne yaparsın… Direksiyonumdan, vites kolumdan, koltuklarımdan öte bir şeyim Bunun farkındayım, Hep farkındaydım. Ama yoruldum artık; Aynı kokuları koklamaktan, Aynı yollarda paralanmaktan Yoruldum. Tabii siz insanlar çabuk güceniyorsunuz. Yorgunluğumu ifade edemediğim talihsiz zamanlarda Ardı arkası kesilmiyor hakaretlerinizin: “Duygusuz!” “Hantal!” “Düşüncesiz!” “Külüstür!” “Hurda!” Hanginiz gelirse saplıyor bir yerime sövgüsünü Kodamanınızdan çulsuzunuza kadar… Bilmez miyim? Hele ettiğiniz bir lafa çok içerliyorum ki Dayanamıyorum, Su koyuveriyor motorum: “Düşüncesiz!” Her şey kabul de düşüncesizliğim niye? Amacımı sirenlerimle tutuşturduğum halde, Aynalarınıza harflerimi tek tek yapıştırdığım halde, Dört bir tarafınızı sarmış -şu an tarifini yapamadığım- körlük Dört tarafınızdan da gelip geçen gerçeği görünmez kılıyor sanki. Ambulans İsmail Yusuf Kollar EKİM DERGİ 23


tanrının ölümü zamanın ona ihanetiydi varlığa hükmünü kanlı elleriyle elde etti ne para ne sağlık ne mutluluk bir insanın hayatı o katilin kontrolündeydi bana aşkını anlatma sevgilim bana ayırdığın günleri, saatleri, dakikaları anlat ben o zaman anlarım senin bana aitliğin! bana adını söyleme, bana hissettirdiklerinden bilirim adını senin adın bir gün, birlikte geçirdiğimiz senin adın birkaç saat, birlikte gülüştüğümüz senin adın sayamadığımca haftalar, aylar aklımdan çıkmadığın böyle gel bana, işte o zaman tanrının kat!l!ne ayak uydururuz bir olur bir yok oluruz bir olur birlikte oluruz birlikteysek eğer zamanın da ötesini buluruz Zaman ve Ölüm NurIşık EKİM DERGİ 24


Her repliği çatır çatır söyleyen, en zor sualler karşısında teklemeyen ben, bugün ilk kez durakladım mikrofon uzatılınca. Tüm cümlelerim karasinekler gibi uçuştu kafamda o soruyu duyunca. Beynim uyuştu. Konuşamadım. Doğru ya bugün haziranın üçüncü haftasında kutlanan o lanet olası gündü. Söylemekten imtina ettiğim. Bizim martıyla yani muhabirle yeniden göz göze geldim. Yutkundum. Elinde mikrofon, ona atacağım ekmeği bekliyor. Nasıl unutabilirim ki... Daha bugün gibi... Haberi aldığımda İzmir'deydim. Alaçatı'da tatilde. O ise Manisa'da, yoğun bakımda ecelle cebelleşiyormuş. "Geleceğim" bile diyemedim anneme telefonda. Dizlerimin üzerine çökmüş ağlıyorum. Hıçkıra hıçkıra. O an anlıyorum ki di'li geçmiş zaman geçmiyormuş aslında. Tüm zamanlar o bataklığa saplanıp kalıyormuş her yaşta. İnsanın zihnine koca bir kazık çakıyormuş kanırta kanırta. Sonra bir tren düdüğü gibi vaveyla kopartıyormuş içinde bağırta bağırta. Anbean görebiliyorum. Beni geçmişe götüren o tavşanın peşinden koşturuyorum soluk soluğa. Bir çukur. Sol ayağımı basmamla beraber... Her şey büyüyor etrafımda. Tel dolap, masa, kapı, küfürler... Hatta saçımı yolan eller. Babamın elleri. Büyüyor, büyüyor, büyüyor ve küçücük suratımda patlıyor. Yere düşüyorum. Yanağım sızlıyor. Oysa asıl sızı kalbimde. Kırılmadık yeri kalmamış. Burnumdan aşağıya, geçen hafta kırılan ön dişime doğru yoğun kıvamlı bir şey sızıyor. Anlamıyorum ilk anda. O şey en sevdiğim, sarı çiçekli elbisemin eteğine "pıt" diye düşüveriyor. Sonra "pıt"lar çoğalıyor. Sarı çiçekler kızıla boyanıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Annem olsa durdururdu. "Korkma kızım!" der, babamın yersiz öfkesine karşı dikilirdi önümde. Ama yok. Yine temizlikte. Başka evlerin kirini paklıyor. Oysa bizim evden her gün gözyaşı seli akıyor. Çamurlu. Gelip de temizleyemiyor. Beyaz taş basamağa koyuyorum kalçamı. Üstüme çevrilmiş meraklı yabancı gözlere aldırmıyorum. Titreyen ellerimle çantamdan çakmağı ve mentollü sigaramı çıkarıp yakıyorum. İçime dolan naneli duman gırtlağımı aşıp ciğerlerime doluyor. "Şimdi olmaz," diyorum. "Henüz değil, buna hazır değilim." Neye hazır olduğumu sordu mu ki hayat. Sorsaydı bilir miydim emin değilim. Öylesi bir bilinmezliğin içindeyim. Çırpındıkça batıyorum. O sırada güneş gözlüklü bir kadın yanıma eğiliyor, çantasından çıkardığı kâğıt mendili bana doğru uzatıyor: "İyi misiniz? Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?" Bunu söylerken güneş gözlüğünü çıkarıyor, kafasının üstüne takıyor. Bal rengi gözleri güneş kadar sıcak. Gülümsüyor. Nereye Baba Elmas Tunç EKİM DERGİ 25


Çantamda bulunan nüfus cüzdanımın yanı sıra, babamın cebinden aşırdığım bir deste parasını, anneminse kara günler için sakladığı bileziklerini kaçak bir yolcu misali biniyorum otobüse. Meğer babamın sözleri de gizlice beni takip etmişler: "Senden bir bok olmaz! Oralarda okuyorum diye yollu mu olacaksın? Kötü tohum seni! Doğduğunda keşke hastanede bıraksaydık! Senin gibi evlât olmaz olsun! Kafasız! Kaşık düşmanı!" Erkek doğmamanın karşılığı olarak üzerime boca edilmiş envai çeşit yok sayma ve hatırladıkça içimi kaldıran küfür cümlesi... Ürkek bakışlarımı diğer yolcuların yüzlerine tutuyorum tıpkı el feneri gibi. Tanıdık birine rastlarsam korkusunu üstümde taşıyorum. Öylesine ağır ki omuzlarımı çökertiyor. Uzun kâküllerimi gözlerimdeki korkuyu gizlemek için paravan olarak kullanıyorum. Dudaklarım mırıl mırıl. Bildiğim tüm duaları okuyorum. Pencereye yansımış suretimle yol boyu uzanan palmiyelere bakıyorum. Ne hayal kuracağımı bilmeden bilinmeze akıyorum. "Teşekkür ederim. Hayır, ben hallederim." Kadın, üstelemenin yersiz olduğunu anlıyor. Tebessüm ederek yanımdan ayrılıyor. Aniden kafama dank etmişçesine oturduğum yerden kalkıyorum. Sigaradan güçlü bir son nefes çekip yarısında yere atıyorum. Sandaletimle üzerine basıyorum. Babam da Almancı komşumuzun hediye ettiği sarı saçlı mavi gözlü pilli bebeğimin üzerine basıyor. Kapının önündeyiz. Arkadaşlarım çil yavrusu gibi dağılmış. Babamın yere çarptığı bebek son bir gayretle Almanca bir şeyler söylüyor. Üstten gelen her topuk darbesinde sesi biraz daha kısılıyor, kesiliyor. Bebeğin kafası içine çöküyor. Kolları ve bacakları çıkıyor. Karnı da içine çöküyor. Tıpkı benim sevincim gibi. Kursağıma yapışıyor. Çökkün ve ölgün. Ağlamaktan içim dışıma çıkıyor. Düşüncelerime aynı anda yüzlerce çivi saplanıyor. Hepsi de paslı. Geçmişin rutubetinde küflenip kalmışlar. Çürüme başlıyor yavaş yavaş. Istıraplı. Her şey uçuşuyor çevremde. Ben savruluyorum. Yaşım da acım gibi büyüyor. Kollarım, bacaklarım. Serpiliyorum işte. Gizlice girdiğim sınavda üniversiteyi kazanıyorum. Konservatuar bölümünü okumak için yola düşüyorum. Dokuz Eylül'e. EKİM DERGİ 26 Telefonum çalıyor. İrkiliyorum. Otobüs camına yapışan hayalimi kaldırıp hangi ara otomobilime atladığımı düşünüyorum. "Nerdesin kızım? Yetişebilecek misin?" diye soruyor annem. Bilmem. Babam bana yetişebildi mi? Hadi kırgınlıkları geçtim. Mezuniyetime, ilk tiyatro gösterime, ödül törenime ve daha içimde metastaz yapmış pek çok uhdeye yetişebildi mi? Telefonum çalıyor. İrkiliyorum. Otobüs camına yapışan hayalimi kaldırıp hangi ara otomobilime atladığımı düşünüyorum. Corneille, Father and Sons


Bana öyle geliyor ki kont çok yakında bir yerde ve olanları görüyor. Kontu yakalayıp onu öldürmek isteyen Van Helsing onu bekler. Yanında Jonathan, Mina ve birkaç kişiyle bu işe kalkışır. Dracula bir kez bunları ziyaret eder ama çok hızlı bir ziyarettir. O da onun peşinde olduklarının farkındaydı ve oradan uzaklaşır. Ayrıca son toprak kutusunu da bulurlarsa kontun sonunu getirmek daha kolay olacaktı. Bu süreçte vampirleşmeye başlayan Mina için geçen günler çok kritiktir. Çünkü Lucy’de ölmeden önce aynı tepkileri veriyordu. Dracula’yı yakalamak ve onu öldürmek için yola çıkan grup birçok uğraş sonucunda ona ulaşır. Evine kadar gitmişlerdir. Aslında bakarsanız ona ulaşana kadar Mina’nın yaşadığı vampir olma hali ve onu transa sokarak ondan destek almasalardı bu ne kadar mümkün olurdu bilemiyorum. Çok dikkat çekici bir cümle var kitapta; “Dracula’nın mezarına Kutsal Ekmek’ten bir parça koydum ve Ölümden Dönmüşken mezarını ona sonsuza dek yasakladım.” Van Helsing görevini yerine getirmekte oldukça kararlıdır. İstediklerine ulaşırlar ve Dracula’yı öldürürler. Harker bir yerden boğazını keserken, Morris’de av bıçağını kalbine saplar. Bunun öncesindeki gelişmeler uzunca ve kitaptan okumak daha faydalı olur. Dracula’nın hizmetkarı olan Renfied ise öylece kaldı. Sinek yemekten vazgeçen karakter düzelme sinyalleri veriyordu. Yazar Dracula’dan kurtulmak için kaçan uşağını biraz yarım bırakmış gibiydi. Zaten kont öldükten sonrada kitap hemen bitiyor. Lucy en başta ölse de kont ölünce Mina lanetten kurtuluyor. Morris’de kontu öldürürken aldığı lanetle ölür. EKİM DERGİ 27


bir ihtilal gibi dök imgelerini gövdemin sokağına arsız bir savaştayız kemikleri dahi sızlatan bir çağ bu unutma. ayak bileklerin bilincimi eritsin saçlarından gelincekler toplamalıyım kırgın sabahlarda. medeniyettir gülüşünün her zerresi yanağının bir yay gibi gerilişi fırlayışı kirpiklerinin ok ok ve gövdemde patlayışı bir bir fişek fişek bense mevsimleri dudaklarının narında hizaya sokan sürgün bir adam... bir de bakışların Şili'de okyanusu vuran deprem bakışların... değdikçe gözlerim sırma bakışlarına Doğu Almanya'da proleter olurum Paris'i ateşe veren bir Bastilleli biraz daha aşağı inersem Batı Sahra'da fosfat yatağında bir işçi olur yanarım. günden güne tenimizi çürüten bir savaştayız unutma bir cenin kadar saydamız avucumuzda terleyen mürekkebin kızıllığı kadar kin doluyuz saçların... saçların yağmalasın şiirimi gelinciklerinle yaralarımız aynada büyüsün tüm çıplaklığıyla demokrasidir sesinin her notası tınısı nefesimde burgaçlanan... Çürüten Bir Savaş Rıza Karakuş EKİM DERGİ 28


Yeşil deniz, mavi gök Eriyen sahrada yürüyen dallar Nasıl anlatmalı bilmiyorum Bu yol uzun, engebeli ve serin Dört nala koşan mendiller ve karanfiller Nihavent ve yazı, tura Oltasında kaçan balık ve misina Söğüt dalın akis ve hüzün Sakallarında beyazın çağrısı ve posta kuşu Kavraz dağı ve dumanı sönmüş yar Nefes tutulur Mezar taşları silinmiş kaderin Bir çift turna uzaklarda Akılı küskün, gönülü yorgun Nasıl gidilir şimdi yarına Yalnızlık beklenendir Bekleyenlerin tercihimi yalnızlık? Rüzgar, su, orman ve kurbağa Dinlenen sadece bedendir. Yürek yorulur Boğum boğum düğümlenir nefes Göğün firuzesi yetişir ve işitir seni Yalnız değilsin Yalnız değilsin Yalnız değilsin Yalnız Değilsin Mehmet Dönmez EKİM DERGİ 29


Ayakta mışıl mışıl şekerleme, tüm hikmetler üst üste, bir yılan silüeti, münasebet yaşanacak. Saldırganca, savurmaya “tıss”'lamak. İrkilme, geriye, rüyada gökdelenin aşağısı derince, düşürülme, aşağıya uzanan boşluklara adımları arttırmak. El kuklası, eldeki iplerle, kendisini büyük bir sevdayla oynattı. Üst komşunun elinde saksı, düşürmeye yakın, bilinmez. Çok kıvanç, müthiş, herkes tarafından kabul edilir bir dogma. İkinci kıvanç postada, Amerikan, posta kutusu bağrında, selamlaştı. Güleryüz=samimiyet, “eş değeri olmayı biliyordur.” dedi. Yeni dostlar yani? İ-k-i. Manavcıya seçtirmek bile kolay, markette karpuza pata küte vurmak zor. Kıvanç, yaktı derinleri, okyanus ferahlığını tabutundan, mumya olarak ayağa kaldırdı. Kerametin Altın Katmanları Yasin Mert Özçelik EKİM DERGİ 30 İkincil iade tavana resimlendi. Van gogh KÜKREDİ, ah! T-rex avı mı? Kabul. Serap olmadığı aşikarlaştınsa, kukla ayaklanıp aslana adrenalin hormonunu addettirsin. Uzun soluklu, kısa öpüşme, yılan silüeti kalmadı, yılanılmış, yılanmışlar, resmen gökdelen/bacaların aşağısı kanyon, üstü uçurum lakin aşağıda trambolin yılan ordusu, şimdiyse zıplamanın tam vakti. Lea Tantari, Adolf Wolfli


Küçük bir kaçış Kısa süreli bir kurtuluş Azıcık çökse karanlık Uykuya kaçarız Yalnızların en sevdiği O güzel zaman dilimi Yalnızlık var, sessizlik var Küçük bir kaçış, uyku var. Belki güzel şarkılar süsler O karanlık geceyi Belki bir uyku Kurtarır mazlum düşkünleri Uyku Beyza Şenel EKİM DERGİ 31


EKİM DERGİ K Ü L T Ü R , S A N A T V E E D E B İ Y A T GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN YAZI- ŞİİR- FOTOĞRAF GÖNDERİMLERİNİZ İÇİN [email protected] @ekimdergi @ekimdergi [email protected] ekimdergi.com


Click to View FlipBook Version